22 Ocak 2010 Cuma

NAKKA!


Ahlaki kriterlerin yönünü belirleyen devlet, hukuk ve medya kurumlarının sistematik taktiklerle terörize ettiği travesti ve transseksüel bireylere yönelik ‘yok etme’ stratejisi git gide keskinleşen bir kararlılıkla devam ediyor.

Nakka!, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Diyarbakır gibi kentlerde doğrudan trans bireyleri hedef alan kitlesel linç girişimlerinden, gündelik yaşamda süregelen bireysel ayrımcılık pratiklerine uzanan bir perspektifte, toplumsal yaşamın dışına atılanların hayatta kalma deneyimlerine odaklanıyor. Kamusal alanda görünmenin dahi para cezasına çarptırıldığı bir ayrımcılık ve şiddet ortamın gündelik yaşamda edindiği toplumsal kayıtsızlığa yanıt aranıyor.

Bu bağlamda Aykut Atasay, Extramücadele, Tayfun Serttaş ve Nalan Yırtmaç’ın farklı dönemlere ait çalışmalarını bir araya getiren sergi, kamusal alana sanat yoluyla müdahil olmanın yollarını araştırıyor. İstanbul’da travesti genelevlerinin var olabildiği son sokaklardan Küçük Bayram Sokak’ta yer alan The Hall’da gerçekleşecek proje, farklı toplumsal katmanlara ait bu iki mekan arasında daha önce deneyimlenmemiş bir iletişim ve devinim ortamı yaratmayı hedefliyor.

Nakka!, varoluşsal kimliklerinden ötürü tek bir alt kültüre angaje edilerek terkedilen tüm yaşamlara ithaf edilmiştir.

!f İstanbul kapsamında gerçekleşen Nakka!, 11 - 21 Şubat 2010 tarihleri arasında, hergün 15:00 - 19:00 saatleri içerisinde The Hall’da görülebilir. HaZaVuZu’nun Nakka! için özel olarak hazırladığı koro programı, açılış gecesi saat 20:00’da The Hall sahnesinde gerçekleşecek.

.......................................................................................
Nakka kelimesi Lubunca’da, “hayır - yok - burada değil - benden bu kadar - pes ettim” gibi anlamlar taşır. Lubunca; Türkiye'de yoğun olarak travesti ve transseksüeller tarafından kullanılan eşcinsel jargonudur. Kamusal ve özel alanda, diyalogların anlaşılmaması için tercih edilir. Roman dili, Rumca, Arapça, Ermenice ve Fransızca gibi pek çok dilden harmanlanan terimlerle oluşmuş ortalama dört yüz kelimelik bir dildir. Kökeninin Osmanlı dönemine kadar uzandığı varsayılır.

________________________________________

A policy of oppression towards transvestite and transsexual individuals continues with seemingly increased determination.

Nakka! focuses on the survival stories of those who are socially outcast by employing perspectives ranging from mass violence aimed at trans individuals in İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa and Diyarbakır to individual practices of perpetual discrimination. In so doing it seeks answers to the societal indifference towards this climate of discrimination and violence, where even showing up on street can be grounds for a fine.

The exhibition brings together work from Aykut Atasay, Extramücadele, Tayfun Serttaş and Nalan Yırtmaç that investigates ways in which art can intervene in the public space. The project is hosted in the Hall, located in the neighborhood of Küçük Bayram Street which is also home to possibly the last transvestite brothels of İstanbul. It aims to create a place for communication and interaction in two distinct environments belonging to two distinct social strata.

Nakka! is dedicated to all who have been cast out due to their existential identities.

......................................................................................

The word nakka means “no, none, doesn’t exist, that’s it, I give up” in “Lubunca”, the name of a queer jargon primarily used by Turkish transvestites and transexuals. Widely used to initiate private communication, it is a language composed of about four hundred words borrowed from Roman, Romaic, Arabic, Armenian and French. It is assumed that the roots of this language can date back to the Ottoman Empire. Nakka can be visited throughout the festival at the festival center.

8 Ocak 2010 Cuma

3 Ocak 2010 Pazar

Tayfun Serttaş ile Söyleşi: Bir Şamdan Sayesinde Tarih, Şehir ve Sanat Üretimi Üzerine / Merve Ünsal

"Yer Kavgası”, Tayfun Serttaş’ın Galata’daki bir otoparka yerleştirdiği salon şamdanı bağlamında günümüz koşullarında sanat üretimi, kent ve mutenalaşma olgularını sorguluyor. Kişisel deneyimlerden damıtılmış özel bir alandan, kamusal alana yönelen proje, P1’in pilot bölge olarak konumlandığı yer olan Galata, daha genel anlamda ise kent ve sanat ilişkisine duyarlı herkese birşeyler söylemeye odaklı.


Kendime bir ‘ara yer’, bir de ‘ara nesne’ buldum. Ne kolay. Kent, başı sonu muğlak bir hayale daha şantiyelik ediyor. Arsızca yoksullaşıp, arsızca soylulaşıyor. Kötü ‘kader’. Bir kez daha ‘neyin?’ nerede duracağı, kimlerin kimlerle olacağı, nerenin nereye benzeyeceğini öngörme(me)k istedim. Bu, hem geçmişe, hem geleceğe dair bir öngörme(me) yılgınlığı.

Çünkü ben, bu kentle yalnızca vedalaşabiliyorum. Bir kente, onunla yaşarken veda etmek kolay değil. Bir kentin, toplumsal geleneğini ‘inkar’ üzerine kurması tesadüf değil. İnkar edenlerin ve inkar edilenlerin, birbirlerinin yerini alma çabası ironi değil. Bu, egzotik bir aşk romanı hiç değil.

Kentin bende bıraktığı lekeler.

Benim, kente bırakacağım karşı lekeler.

Düello.

Kaygılarım hali hazırda bekliyorlar. Peki ya şimdi hangi yerlerin, kimler için daha ‘uygun’ olacağı. Neden burada herşeyin zamana ve mekana ‘direnmek’ zorunda kaldığı. Yeni iyiler ve yeni kötülerin kimlerden seçileceği. Sanatın metası ve değer balansı arasındaki ‘paganik’ çelişki. Kamusal olanın kamu faydası gözetmeksizin ‘kulvar’ olması. 7 Eylül 1955 sabahı semt sokaklarını tıkayan ‘değerli mallar’ kolleksiyonu. Kentin, aldığı göçler kadar, verdiği göçleri de izleyebileceğim bir veri tabanı. Sokağı ile savaşan travestinin tedirgin şıklığına duyduğum empati. Bana oturduğun mahalleyi söyle, sana kim olduğunu ‘söyleyeyim’ klişesi. O sokağın ortasında sevgilime veremediğim bir veda öpücüğü. Ayrıca trajediye dokunmayın! İstanbul içinde trajedi olmadan bir şeye benzemez.

O halde bir katkı da benden; İstanbul, onunla yaşayan kimsenin, istediği gibi yaşamayı başaramadığı bir kent olduğu için İstanbul’dur.

Tayfun Serttaş sizleri son aldığı salon şamdanını görmeye davet ediyor.

Merve Ünsal: P1 ile ilk defa bu proje aracılığıyla tanıştım. Ürettiğin projeden önce üretmene vesile olan olgudan bahsetmek istiyorum. P1’in biraradalığı ne gibi ihtiyaçlar yüzünden doğdu?

Tayfun Serttaş: İçinde yaşadığımız kentle ilgili benzer dertlerden müzdarip arkadaşlar olarak biraraya geldik. Amacımız ne bir kolektif kurmak ne de bir proje yapmaktı. O nedenle tanımlamak zorunda olduğumuz yerlerde ‘kolektif ironisi’ olarak tanımlıyoruz. Çünkü bir kolektiften beklenmeyecek kadar, bireyselliklerin de temsil edilmesi söz konusu burada. Bu açıdan alternatif bir sanatsal düşünce, eleştiri ve üretim platformu demek daha yerinde. Projenin çıkışı Nihan Çetinkaya’nın ev sahipliğini üstlendiği davetlere dayanıyor. Bir seneye yakındır devam eden bu toplantılar boyunca gündelik deneyimlerimizden yola çıkarak kent, kamusal alan ve sanat ilişkisi üzerinden bir haritaya ulaştık.

Gördük ki, içinden geçmekte olduğumuz gentrification süreci, yaptığımız işte dahil hepimizi bir yerinden şekillendiriyor. Büyük çoğunluğumuz Beyoğlu ve çevresinde yaşıyoruz. O nedenle ‘komşuluk birimi’ dediğimiz bir sosyal mekanizma ile birbirimize sıkı sıkıya bağlıyız. Son dönem de sürecin bize dokunur etkileri de iyiden iyiye arttı, aramızda sürekli mekan değiştirmek zorunda kalanlar oldu. İstanbul bağlamında özellikle Beyoğlu’nun geçirmekte olduğu dönüşüm kayıtsız kalabileceğimiz gibi değildi. Kısa sürede tümüyle bu konuya odaklandık. Sözü buradan söylemeye karar verdik.

MÜ: Tam olarak neler oluyor Beyoğlu’nda?

TS: Aslına bakarsan Beyoğlu’nda son yüz yıldır ortalama her yirmi yılda bir büyük şeyler oluyor. Güncel kavramlar olarak gentrification ya da kentsel dönüşüm gibi olguları her ne kadar bugünden anlamaya zorlasak da, Varlık Vergisi de, 6-7 Eylül Pogromu da, 1964 İkamet Antlaşması İptali de, Tarlabaşı Bulvarının yıkımı da, Güneydoğu’daki köy boşaltmalar da, Ülker Sokak olayları da Beyoğlu’nun dönüşümü demektir. Böylesine kaotik bir tarihsel rotadan ulaşıyoruz günümüzün soylulaşma hareketlerine. Ancak konu Beyoğlu olduğunda bu da daha çok bir ‘soylulaşma ironisi’ gibi… Avrupalılığı zorla elinden alınmış bir mahalleye, şimdi yeniden o parlak dönemi geri verilmeye çalışıyor. Fakat hangi yolla?

Ben İstiklal’de kendime ait bir evde oturuyorum. Gerilimi farklı bir açıdan yaşıyorum fakat evimden olmam gibi bir risk söz konusu değil şimdilik. ‘Yer Kavgası’nı sergilediğim Galata’da ise durum çok daha vahim. Çevremdeki onlarca insan son 3 sene içerisinde ayrıldı Galata’dan. Çünkü sıra Galata’yı Galata yapanlara da geldi. Daha bohem diyebileceğimiz birçok topluluk gentrificationda ilk ayak aslında, sonra sıra bunları da temizlemeye geliyor. Sanatçılar, eşcinseller, müzisyenler bunların başında. Londra ve Paris’te benzer süreçlerden geçti ancak bu kadar saçma değil. Galata’da kötü bir evin kirası bir sene de iki katına, 900 TL’den 1.800 TL’ye çıkabiliyor. Hiçbir enflasyonla açıklayamazsın bunu. Serdar-ı Ekrem Sokakta deniz manzaralı bir evin aylık kirası 6.000 TL civarında. Sokaklarında çöpten geçilmeyen bir mahalle de eğer bu rakamlar dönüyorsa bunun bir açıklaması olmalı değil mi? Hepimizin acil bir analize ihtiyacı vardı. İşte, teker teker bunları kayda geçiriyoruz. P1 tam olarak bunu yapıyor. Sayısız dökümana sahip olduk son bir sene içerisinde.

MÜ: Bu süreçte farklı yöntemler de birarada uygulanıyor anladığım kadarıyla? Hali hazırda bir Cihangir örneği var önümüzde. Diğer tarafta Tarlabaşı için bambaşka bir gelecek vaad ediliyor. Sanat üzerinden git gide mütenalaşan Tophane’de daha ilginç bir dinamik var. Galata ise daha farklı bir rota da içeriden elitize olarak dönüşüyor?

TS: Yanyana mahallelerde dahi farklı stratejiler izlenebiliyor. Çünkü her sokağın kendine özgü fiziki koşulları ve değişik bir toplumsal konumlanması var. En elistçe görünen de bahsettiğin gibi Galata. Burası P1 için bir plot bölge zaten. Yeni gelenlerin burayla tek bağı iyi yatırımlar yapmak. Bu insanların mahalle ile gerçek bir duygusal bağları olduğuna ya da mimari fetişleri olduğuna pek te inanamıyorum. Sahiplendikleri şey daha çok rant. Tabi bu aşırı sahiplenme pratiklerinin Ülker Sokak gibi deneyimlerden nelere yol açabildiğini çok iyi biliyoruz. Açılışı yaptığımız gün, sokağın bir tarafında Romanlar düğün yapıyor, diğer yandan garaja Mercedes jipler girip çıkıyor, garajın yan tarafında ise korkunç bir inşaat devam ediyordu. Yeni sakinler burunlarını tutarak geçiyorlar sokaktan. Belli ki henüz hoşnut değiller hallerinden. İşte bu hoşnutsuzluk dönüşümün yönünü belirliyor. Açıkça izliyoruz ki, bu multi kültürel bir ütopya değil.

Kent, bir yandan kendi tarihselliğine referans verirken diğer yandan kendi güncel koşullarıyla nerelerde çelişiyor? Burada aslolan bu süreci doğru tahlil edebilmek ve bunları kayda geçirmek. Yoksa bir grup gentrification karşıtı sanatçı asla değiliz. Kentler varoluşları gereği dönüşmek zorundadır zaten. Bu sürece yalnızca karşı durmak solculuk olur, hiçbir şeye yaramaz. Karşısında ya da köşesinde durmaktan ziyade, anlamaya çalışmak, müdahale alanlarını zorlamak yaptığımız şey. Bunu mümkün olduğu kadar yalın, bir o kadar bölgenin kendi kaynaklarını kullanarak içeriden yapmak. O nedenle, çok eski bir Galatalı olan o şamdanla, hayli genç bir Galatalı olan Noa’nin otoparkını biraraya getirdim. Geçmişten ve bugünden gelen ‘zenginliklerin’ birbirlerine soruları sormalarını sağlamak şu an için önem taşıyor.

MÜ: Daha önce Stüdyo Osep’ten bahsederken NON’in bu projeyi geliştirmekteki rolünden konuşmuştuk. P1 projeni geliştirmene nasıl yardımcı oldu?

TS: Ticari bir galeriden farklı olarak bir sanatçı topluluğu içerisinde yapacağın işi masaya yatırıp üzerine konuşmak çok değerli. Kaygılar çok daha farklı çünkü. Canının istediği kadar risk alabiliyorsun herşeyden önce. Çok sesliliği kendi adıma her zaman tercih ediyorum. En sert eleştirinin bile aslında yapıcı olduğuna inanıyorum ve öyle algılamaya gayret ediyorum. Kilitli kapıların arkasında saklı gizli üretmeye itildiğimiz bir ortam da, yapacağım şey üzerine 15 kişinin birden sesli olarak yorum yapması büyük haz benim için. Bunu özel yaşamımda da yapıyorum, kim olduğuna hiç bakmam, bir şey üretiyorsam en az beş arkadaşıma sorar oturur üzerine konuşurum. P1 salt benim projemden ibaret değil, ben de oradaki diğer sanatçıların işleri üzerine çok kafa yoruyorum. Yapıtın ne söylediğinden ziyade, üretim sürecinin kendisinin ne söylediği başlı başına bir disiplin zaten. P1 bir bakıma bunu kurumsallaştırmış oldu.

MÜ: Projeyi birkaç açıdan ele almak istiyorum. Birincisi hazır yapıt kavramı. Günlük hayatta varolan bir objeyi sanatlaştırıyorsun, bir anlamda dönüştürüyorsun. Ama bir anlamda da bu sanatlaştırma kamusal bir mekanda olduğu için, hatta çekici olmayan bir kamusal mekanda oldugu icin tekrar gündelikleşiyor. Bu dönüşümlerden bahsedebilir misin?

TS: ‘Yer Kavgası’ bağlamında düşünecek olursak orada duran nesne öncelikle bir gösterge. Aslında, bahsettiğin tüm pozisyonlarla oynamayı hedefleyen bir işaret dilini kullanıyorum. Bunun yapıt olup olmadığı ya da ready made kavramına ne getirdiği sürece ilişkin başka bir analiz olarak ortaya çıkacaktır. Ben birçok işimde hazır yapıt kullanıyorum ancak ‘Yer Kavgası’ için özel bir pozisyon söz konusu. Bir ‘yapıt’ olarak onun analizini benim yapmam çok sorunlu olur. Ancak herşeyden önce bir ‘veri’ olarak bu enstalasyonun analizi kolaylıkla yapabilirim. Bunu anlamak için de ayrı ayrı o şamdanın, yerleştirildiği otoparkın ve içinde bulunduğu mahallenin koşullarına bakmak gerekiyor aslında.

Şamdan hayli eski bir Galatalı. Bölgenin son şamdan üreticisi Agop Usta’ya ait. Soyisim de bir sorun yok. Agop bey kendisini o kadar duayen hissetmiş ki mahkeme kararıyla soyadını ‘usta’ olarak değiştirmiş. İlginçtir ki pek yakında kendi atölyesi de modern bir tasarım ofisi olacak. Yani bu son usta da, aynı zaman da bir gentrification ve tasarım mağduru. Şamdan ise egemen kültür de pek de tanıklık etmediğimiz bir ünite. Şamdan üreticiliği gibi ayrı bir iş kolu daha çok bölgenin Hıristiyan kültürüne gönderme yapıyor. Üzerindeki fanuslar, gövdesindeki özgürlük anıtını andıran dişi melek figürü ve pirinç materyal, özel olarak benim tercih ettiğim bir ikonografik dile karşılık geliyor. Bu, Galata’nın yeni zenginlerinin de öykündüğü bir ikonografi. Yanı başlarında üretiliyor, bir çoğu haberdar değil. Antika sanıyorlar.

Otopark alanı ise tarihi bir apartmanın yıkılması sonucu açılmış. Etrafı inşaatlarla çevrili. Galata bir süredir şantiye halinde, en az beş yıl daha devam etmesi bekleniyor bu şantiyenin. Ancak pek yakında o mekan da lüks bir apartmana şantiyelik edecek. Yani orası da son günlerini yaşıyor. Şu an NOA adlı gayrimenkul yatırım firmasına ait konutlarda yaşayanların araçları için kullanılıyor. Burası normalde herkese açık bir otopark değil. Kamusal ve özel alan arasına sıkışmış bir ara mekan diyebiliriz. Pahalı araçlar ve özenli müşteriler için kullanıyor. Galata’nın yeni müdavimleri. Tüm bu olup bitenlere mekanlık eden mahalleyse apayrı bir posizyonda. Kendi başına bir heterotopya önermesi gibi şu dönem. Geçmiş ve geleceğe dair çarpık öngörüleri birbirleri içerisinde müzeleyerek, bir bakıma sürecin kendisini de kayda geçirmeye çalıştım. Bu haliyle mevcut paradokslarla dair bir veri tabanı desek çok daha doğru.

MÜ: Tarihsel açıdan bakılacak olursa 6-7 Eylul 1955′i tanımlayan bir bolluk, kaos gibi gözüküyor. Öte yandan bu tek şamdan hem çok kırılgan hem de tekil, dikkat çekici. Bu da bir dönüşüm, bir yorum. Bunun arkasındaki nedenlerden bahsedebilir misin?

TS: Yer Kavgası için yazdığım metin, metaforik olarak, “7 Eylül 1955 sabahı semt sokaklarını tıkayan değerli mallar koleksiyonu” gibi bir tarif de geçiyor. Şamdan, savaşa dair bir berekete göndermede bulunuyor. İçinde bulunduğumuz siyasal koşulların yarattığı bir ticari gelenek bu. Vur kaç zenginliği diyorum ben buna. O yıllarda Varlık Vergisi zenginleri, 6-7 Eylül zenginleri diye bilinen aileler varmış İstanbul’da. Bazılarını hala biliyoruz bu ailelerin. Bu bölge hiçbir zaman orta sınıfın yaşadığı bir mahalle olmamış, adı üstün de bankerler mahallesi Galata. Ancak bankerlerin renkleri ve siluetleri sürekli değişiyor. Mesela artık Özal zenginleri diye aşina olduğumuz bir grup var, yeşil sermaye diye tanımlanan, anadolu kaplanları denilen gruplar var. Bunların da çoğunun gözü Galata’da şimdi. Yaşadığımız coğrafya da iş ekonominin Türkleştirilmesi ile sınırlı kalmadı. Emek sömürüsü her geçen gün katmerleniyor. Böyle bir perspektifte aslında ‘talan’ devam ediyor. Mahalle, hepimizin gözü önünde talan ediliyor işte. Her gün birileri girip çıkıyor, binaları izliyor, ellerinde telsizler, yanlarında korumalar. Gayrimüslimleri soyup soğana çevirmekle bitmedi. Şimdi talan edecek gayrimüslim de kalmadı, birbirlerini talan ediyorlar. ‘Ettiğini bulmak’ diye bir laf vardır, ona benziyor. Buradaki rant avı hala çok vahşi. Dengeler hala çok kırılgan ve keskin.

MÜ: Kamusal alanı kullanan sanat eserlerine bakacak olursak genelde mekanın işin oluşturulmasında önemli bir rolü var. Burdaysa mekanla bir tezat var. Platformun üzerine yerleştirilmiş bir şamdan sanki olmaması gereken bir yerde. Başka bir yerde de bu iş varolabilir miydi? Neden bu kadar büyük bir tezat?

TS: Bu, itina ile tercih ettiğim bir tezatlık. İşin kendisinden daha etkili olan şey de bu tezatlıkta anlam buluyor aslında. Sanatın sergilendiği mekanlar ve ‘değerine’ paralel giden basit bir liste çıkarttığında, sanatın değer balansına ilişkin hiyerarşik bir listeye de ulaşmış oluyorsun. Bu hiyerarşinin başına kuşkusuz müzeler var. En altında ise kamusal alan diyebileceğimiz, sanatın kendisini yalnızca belirli formlarda var edebildiği mekanlar. Stencil, poster, sticker, performans dışında farklı dillere alışık olmadığımız yerler kamusal alanlar. Müzelenmiş bir sanat yapıtını asla güvenlik çemberi olmaksızın bir kamusal alana koyamazsın artık.

Yine metne dönecek olursak, ‘sanatın metası ve değer balansı arasındaki paganik çelişki’ derken bunu kasdediyorum. Bu çelişki kendisini en çokta mekanlarla gösteriyor. İzleyicinin genel bakış açısıyla sanat, en kamusal olandan en özel olan mekanlara doğru aynı zaman da bir tür değer ivmesi kazanıyor. Bu bizler için böyle değil elbette. Bunu sorgulamak her açıdan önemli. Hayli değerli bir objeyi, kendi bağlamından kopartarak, müze aydınlatması ile çevresinde hiçbir güvenlik kordonu olmadan bir otoparkın orta yerinde sergilediğinde zaten ilk soru şu yönde oluyor; “bunun burada ne işi var?” sonra diğer soru geliyor, “ya bu çalınırsa?”. Zaten bunlar tam da lokasyona ilişkin olarak sormak istediğim toplumsal sorular, “sizlerin burada ne işi var?”, “kendinizi burada güven de hissediyor musunuz?” mesela. Bu olguların birbirlerine karşılıklı olarak soru sormalarını sağlamak çok belirleyiciydi. Bu açıdan baştan sona tercih edilmiş tezatlıklar silsilesi diyebilirim yerleştirme için.

MÜ: Proje senin yazdığın metinle ne kadar ilişkili? Bu işi görenlerin coğu bu metni okuyor mu?

TS: İzleyenlerin tümünün iş kadar metinle de ilgilendiklerine eminim. Çünkü böyle birşey tahrik ediyor, bir açıklaması olmalı değil mi? Derhal o açıklamaya yöneliyorlar. Metni okuyup yerleştirme ile çok sınırlı bağı olduğunu düşünenler de oldu. Bizler daha çok şamdanın ve mekanın hikayesini merak ediyorduk diyenlerin yanında, metni daha çok sevenler de oldu. Ancak tüm hikayeleri tek tek sunmadım metinde. Orada çok daha tekil bir dille kendimden yola çıkıyorum. Daha çok kenimle hesaplaşıyorum. Bu açıdan bence metin ve yerleştirme çok ilintili. Çünkü bu da benden çıkıyor ve çok paralel hassasiyetler üzerinden birbirini tamamlıyor. Sokağı ile savaşan travestinin tedirgin şıklığına duyduğum empati ile o şamdanın, o mekandaki tedirgin şıklığı arasında gayet tabi doğrudan bir ilinti var.

MÜ: Tek bir şamdanın aynı zamanda umut veren bir yönü olduğunu düşünüyorum. Zarif bir objenin ışıklandırma fonksiyonunu düşünüyorum. Yaptığın calışma bir anlamda bu kamusal mekanı dönüştürüyor, izleyicileri durduruyor. Eğer tarihi referanslar cıkartılırsa, bu iş günlük hayatı sadece bir anlığına da olsa durduruyor diye düşünebilir miyiz? Bu seni tatmin eder mi?

TS: Kesinlikle eder.

Link: http://www.boltart.net/tayfun-serttas-ile-soylesi-bir-samdan-sayesinde-tarih-sehir-ve-sanat-uretimi-uzerine/