31 Ocak 2013 Perşembe

özelden kamuya... peki kamudan özele?




Gün yok ki, yeni bir sanat kurumunun skandalına uyanmayalım. Rezaletlerden rezalet beğenmeyelim.. Başka bir çağdayız artık, sanatçılar ve sanat takipçilerinin (daha genelde kamu ve bireylerin) sanat kurumlarının tutarsızlıkları karşısında tavır almak zorunda kaldığı, adeta onlara çeki düzen verdiği bir çağda. Kısaca; artık bizler onlarla uğraşıyoruz. Onların bizlerle "uğraşması" gereken yerde. 

Henüz geçtiğimiz gün "denedik, tutmadı" diyen Borusan, ArtCenter'ın kapısına kilit vurmuş, içerideki sanatçıları stüdyo dönemleri bitmeden kapı dışarı etmeye hazırlanır iken, bir diğerinin koleksiyonunu haraç mezat müzayedeye çıkardığını öğreniyoruz bugün. 

Yanlış okumadınız; 

Santralistanbul, binbir emekle, büyük bölümü bağış karşılığı toplanmış olağanüstü bir koleksiyonu, 17 Şubat tarihinde "Maçka Mezat" üzerinden satışa çıkarıyor. Kimler yok ki bu koleksiyonda, kendi cümleleriyle; "150 adet eserden oluşan ve hemen her sanat disiplininden örnekler taşıyan özel koleksiyonların müzayedesi, Türk modern ve çağdaş güzel sanatlarının çok önemli yapıtlarını içeriyor. Ecole de Paris sanatçılarımızdan Fikret Mualla’nın bir triptik retrospektifi, Nejad Devrim’in ‘başyapıt’ olarak değerlendirilecek tuvalleri, Hakkı Anlı retrospektif tadındaki birçok eseri, Mübin Orhon’un lirik soyut 10 kadar eseri, Selim Turan’ın bir baş yapıtı ile 50’li yıllara ait soyut eserlerinin yanı sıra Yüksel Arslan’ın Arture serisinden 20’ye yakın önemli yapıtı, Nil Yalter ile Ayşe Erkmen’in dünya müzelerinde sergilenen video enstalasyonları, Seyhun Topuz, Osman Dinç ve Hüseyin Arda’nın heykelleri, Abdurrahman Öztoprak, Ömer Uluç, Alaettin Aksoy, Mehmet Güleryüz, Nur Koçak, Neş’e Erdok, Kemal Önsoy, Gülay Semercioğlu, Canan Tolon, Selma Gürbüz gibi sanatçıların sıradışı tabloları", satışa sunuluyor. Hafızalarımızda, müzedeki bütünlüklü sunumları çok taze olan o eserler, dağılıyor. 

Basit tabirle o gün, kamuya ait olan şahısa dönüyor… 

Müzayede günü, o güne kadar ancak müze ortamında izleyebildiğimiz (bir çoğu emsalsiz, edisyonu bulunmayan) yapıtlar, evlere dağılıyor.

Birileri geliyor, birileri daha, birileri 50 bin TL veriyor, birileri 55 bin, derken 56 bin’e pazarlığı bitiren, kimbilir belki Kuzey Avrupa, belki Ortadoğu’dan bir koleksiyoner, kapıyor bir Yüksel Arslan, alıyor bagajına, evine dönüyor…

Kısaca o güne kadar, müze üzerinden kamuya ait olduğu sözüne inanarak izlediğimiz eserlerin hepsi, bizlerden – bizlerin rızası alınmadan - geri alınıyor. Düşüncesi dahi kabul edilemez bir yağma, vuku buluyor.

Santralistanbul'un mevcut sanat kurumlarından temel farkı, akademiye bağlı olarak faaliyet göstermesiydi. Bu noktada şahıs müzesi değildi, kamusal sorumluluğu çok daha yüksekti. Bugün kamu koleksiyonu üzerinden uygulanan metodun, örneğin okulun kütüphanesini ya da laboratuvardaki araç gereçleri satılığa çıkartmaktan farkı yok diyelim… Peki, hukuki olarak bunun bile ihtimali mümkün değil iken, şayet özel üniversitelere tanınan çeşitli haklar ve hukuk oyunları yoksa işin içinde, aynı zamanda "demirbaş" olarak belgelenen eserlerin, değil satılmak, kampüsten dışarıya bile izinsiz çıkamayacakları hepimizin malumu.

Arka planda ne gibi hukuk ayarları yapıldığı şimdilik büyük bir muamma. Santralistanbul yönetiminden gelmiş herhangi bir açıklama yok. Toz bulutunun dağılması, kamunun kendisine ait olan bir koleksiyonun akibeti üzerinde soru sormasına bağlı görünüyor.


29 Ocak 2013 Salı

27 Ocak 2013 Pazar

Samatya'da bugün

Kumkapı'yı avucumun içi bilirim ama Samatya'yı bilmem. Ne yaşam tarihimde, ne aile anılarımda, ne de gelecek planlarımda bir yeri vardır Samatya'nın. 

Ancak bu pek bilmediğim semti, tuhaf bir şekilde severim.

İşte, o noktada hayatımdaki Samatyalılar devreye girer. Yolu bu semtten geçen tüm dostlar, söz birliği etmişçesine Samatya hakkında aynı övgüleri sıralar ve şaşılacak bir bağlılıkla muhiti sahiplenirler... Sanki özel bir tılsımı, İstanbul'un tüm mahallelerinden ayrılan başka bir dokusu vardır Samatya'nın. Sanki orada hala, iyi anılar vardır.


2008 yılında Stüdyo Osep'i hazırlarken, Samatya'nın en köklü ailelerinden Osep Minasoğlu ile başka bir yolculuğa çıkmıştım bu mahallede. Sanırım o sene, Samatya hakkında hiç düşünmediğim kadar düşünmüş ve araştırma yapmıştım. Ermeni yayıncılığının en uzun süreli mizah dergisi olan GAVROŞ'un senelerce bu mahalleden çıktığını, gerçek adı (Yunanca'da "kumsal" anlamına gelen) Psamathion olan bölgenin eski sakinleri tarafından hala bu isimle anıldığını, civardaki diğer balıkçı semtlerine oranla hayli canlı bir kültürel hayatı olan Samatya'nın "İstanbul'un Paris'i" ünvanını yüzyıl başındaki tiyatro salonları sayesinde kazandığını, kabadayılarıyla ünlü mahallenin muhiti en geniş adamının Papel Kevork olduğunu, her Pazar karnaval yerine dönen semt meydanında Samatya'ya özel kilise bandolarının konser verdiğini, Boğaz'da olduğu gibi sahil şeridi boyunca denize sıfır sıralanan tüm yalıların sahil yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmasından sonra semtin ciddi prestij kaybına uğrayarak git gide bir banliyöye dönüştüğünü, Samatya meydanını çevreleyen kutu gibi Rum kiliselerinin 6-7 Eylül'de üç gün üç gece boyunca alev alev yandığını ve 80 İhtilalinin ardından Samatya'da neredeyse kimselerin kalmadığını, o yıllarda öğrendim...

         
Hafızamda Samatya'ya karşı - kendiliğinden - oluşan pozitif önyargıda, hayatımdaki Samatyalıların ne denli büyük rol oynadığını bugün daha net hissettim. Ve son bir aydır, neden sanki kapı komşularım zarar görüyormuş gibi bir tedirginliğe büründüğümü.. 

Soluğu Samatya'da aldım bugün.

Birçokları gibi ben de semtin azizliğine uğradım önce. Kocamustafapaşa otobüs durağı denilen o meydanı bulamadım, sağolsun taksici başka bir durağın önünde "hemen şurası" diyerek bırakıverdi, "hemen orası" değildi, telaş içerisinde yürüken benim gibi erken inen, yolunu kaybeden, ve doğal olarak esnafa soramayacak kadar dikkat gerektiren bu eylem için sezgileriyle hareket eden - etmeye çalışan - başkalarıyla burun buruna geldim. Samatya Meydanı'nı hepimiz biliyorduk fakat eylemin başlayacağı Kocamustafapaşa meydanı neresiydi? Döndük, dolaştık, farkettirmeden birbirimizi takip ettik, biraz sezdik, biraz iz sürdük derken ciddi bir kalabalık Kocamustafapaşa Meyda'nına ulaştığında kortejin çoktan Samatya Meydan'ına geçmiş olduğunu farkettik. Demoralize olmadık, hızlı adımlarla yetiştik.


Nihayetinde Fatih gibi muhafazakar bir ilçeye bağlı bu küçük semtin meydanlarında gerçekleşecek eylemi(miz)n neye benzeyeceği, mahalleli tarafından nasıl karşılanacağı, çevredekilerle nasıl iletişim kurulacağı başından beri kafamı kurcalıyordu. Kaş yapayım derken göz çıkartmak vardı. En nihayetinde bizler 15 dakikalık taksi yolculukları ile Samatya'ya varacak, sesizimi yükseltecek ve mahalleden ayrılacaktık. İster istemez bir kesime; "ayağınızı denk alın" demiş olacaktık. 


Peki hayatını o mahallede geçiren - geçirmek zorunda olan - insanlar ertesi gün komşuları tarafından nasıl karşılanacaktı? Bu gibi eylemlere hiç alışık olmayan semte gerçekletirdiğimiz ani ziyaret, oranın asıl sakinleri arasında yeni bir huzursuzluğa ya da kutuplaşmaya neden olabilir miydi? Böylesi bir risk üzerine ne kadarımız, ne kadar süre düşünme fırsatı bulmuştuk? Bu tür konularda refleksif tavır almak, süreci başka bir boyuta taşıma riskine gebe miydi? Burada gerçekleşecek bir eylemin her açıdan, Taksim - Şişli hattındaki kozmopolit yürüyüşlerden bir farkı vardı. Ve arkamızda - o küçücük mahallede - bırakacağımız insanlar vardı. Son bir haftadır zihnimde bunlar gidip geliyordu.

Gördüm ki, gereksiz paranoya yapmışım.


Bugün Samatyalılar oradaydı, ve galiba sayıları bizden bile fazlaydı. Biz (aktivist kesim) birbirlerimizi göz aşinalığından iyi tanırız zaten ama bugün en güzeli, "bizden" çok, Samatyalılarla buluşmaktı.


Yabancı düşmemiştik birbirlerimize. Balkonlarından alkış tutan yaşlı kadınlar, hemen arkamda eşofmanlarıyla eyleme katılan gençler, bir adım önümde yüksek sesle mahallenin diğer sorunlarından bahseden kadın grubu, çaprazımda bir bey, elinde bir tesbih, iç çekiyor, tesbihi çekiyor, Samatyalı... Bugün fark(ındalık) yaratan onlar oldu. 


Tenceredeki yemeğini, uykudaki çocuğunu, yataktaki yaşlısını bırakıp bugün o meydana inen tüm Samatyalılara, varlıklarıyla yarattıkları özgüven ve cesaret için, bizleri "biz" ile başbaşa bırakmadıkları için, misafirperverlikleri için, bin teşekkür.


Bugünü gördükten sonra diyorum ki, hep hüzünde buluşmayalım. Neden olmasın, gelecek Surp Dzınunt'ta aynı meydanda buluşup kucaklaşalım.


Çok umutlandım bugün, ve Samatya'yı sevmek için bir neden daha edindim; bugünkü Samatyalılar.  

24 Ocak 2013 Perşembe

bu kez içeride

Son bir aydır Samatya'da yaşanan olayların, son yıllarda daha yoğun tanık olduğumuz - azınlıklara yönelik - nefret cinayetleri ve saldırılardan bir farkı var. Bu kez katil, içeride.

Ne demek "içeride" olmak?

Kısaca, "uzaklarda" aranmamalı demek. Ne Sevag Balıkçı örneğinde olduğu gibi asker ocağına gönderilmiş kilometrelerce uzakta savunmasız bir genç, ne de Trabzon'dan kalkıp uzun otobüs yolculukları ile kamusal alana pusu kuran tetikçiler var bu kez..

Bu hikayede katil, son bir aydır Samatya civarında sistemli olarak saldırıya uğrayan yaşlı kadınların çok yakınında, ve hatta, evlerinin içerisinde... Bu açıdan Samatya, tüm diğer örneklere oranla tedirgin edici bir nitelik - daha - kazanıyor. Çünkü bu kez, haneye tecavüz ediliyor. Kurban, bizzat kendi mekanında, savunma imkanlarının en yüksek olduğu koşullar altında, Arat Dink'in deyimiyle; "avlanıyor".

6-7 Eylül pogromunu üç beş günlük bir hadiseden ibaret sayan safritikler dışında herkes, bu sürecin yıllar boyunca çeşitli yöntemlerle devam eden bir sızmanın sonucu olduğunu bilir.

Sızmak; gençlerin büyük oranda iş ve eğitim imkanları için Batı ülkelerine göç ettiği ve çoğunlukla yaşlı nüfusun ülkede - bazen zorunlu olarak - kalmaya devam ettiği, bu nedenle yaş skalasının hayli yüksek olduğu azınlık toplumlarında derin anlamlar taşır. Özellikle 70'li yıllardan itibaren, bazen apartmanın kapıcısı, ama bazen yönetici, bazen köşedeki bakkal, ama bazen evin temilikçisi tarafından hayatına sızılan, kısaca; tüm birikimine el koyulan yaşlı gayrimüslimlerin hikayeleri emniyet birimleri de dahil bu şehirde yaşayan hepimizin malumu.

Buraların en acı efsanesi.

O nedenle 6-7 Eylül, bazıları için akabinde bıraktığı özgüven ve motivasyon, İstanbullu azınlıklar için ise senelerce sürecek olan bir travma ve dağılmanın başlangıcı olarak, 2000'li yıllara değin el değiştirmeye devam eden "bir takım" birikimlerin altında aranabilir. Kolaylıkla bulunabilir.

1955'te zirveye taşınan süreç, kuşkusuz meyvelerini o karanlık birkaç gece içerisinde toplayamadı, yıllarca sürecek olan hoyratlık ve talan kültürü, o olayla birlikte meşruiyet kazanmış oldu. Bu bağlamda asıl ganimetler 1964 (ikamet anlaşması iptali) ve 1980 Darbesi sonrası Elmadağ - Harbiye hattının da boşalmaya başlaması gibi süreçlerde toplandı... Büyük bölümü çaresiz ve savunmaz insanlar üzerinde toplumun yüksek hevesiyle adeta gelenekselleşen "yıldırma, korkutma, taciz etme", kısaca; kovma ve kovalama serüveni, gidenlerin geride bırakma potansiyellerinin yarattığı şehvetle, belli ki bir türlü dizginlenemedi. Geriye kovacak ve kortutacak kimse kalmadığında, bu şerefli toplumun aynaya bakarak kendisinden mi korkmaya başlayacağı(?) ayrı bir yazının konusu.

Ancak, son bir aydır Samatya'da süregiden, ve son olarak dün itibarı ile dördüncüsü gerçekleşen bu sistemli saldırıların failleri bulunmadığı ve kamu önüne çıkarılmadığı sürece, katil içeride. Bu ülke de, şu ya da bu nedenle savunmasız pozisyonda yaşayan tüm bireylerin evlerinde, yatak odalarında, mutfaklarında nefes alıp veriyor olacak.

Samatya'nın akibeti, katilin ne kadar daha "yaklaşabileceğini" kanıtlayacak.

HEPİMİZE

17 Ocak 2013 Perşembe

LOUIS VUITTON @FESTIVAL COLBERT

for opening pics: LINK


Kuruldugu günden bu yana ismi seyahat sanatıyla özdeşleşen Louis Vuitton, Colbert Festivali kapsamında Fransız Yaşam Sanatı’nın sembol markalarından Baccarat ve Ercuis’yi dün akşam Nişantaşı magazasında ağırladı.
Marka’nın köklü el sanatı geçmişini yansıtan Sultan Abdülhamit’in Paris’ten özel olarak getirilen sandığı ve gectigimiz yıl Espace Culturel Louis Vuitton’da gerçekleştirilen”Journeys: Günümüzün Türkiye’sinde Gezintiler” isimli sergide yer alan Tayfun Serttaş’ın fotoğraf seçkisi görülmeye değer.
16-24 Ocak tarihleri arasında Fransız lüks geleneğini ve el sanatını günümüze taşıyan, Baccarat,Ercuis ve Christian Liaigre gibi sembol markaların üürnleriyle gerçekleştirilen enstalasyonlar Nişantaşı ve IstinyePark Louis Vuitton’un vitrinlerinde ve mağazaların çeşitli noktalarında yer alacak.

6.kez

"Adını" anmayacağım.

Çünkü ben 6 senedir, seni "adınla" ANAN'lardan çok sıkıldım.

Seni bağıranlardan, seni çağıranlardan, seni ayıranlardan, seni ayrıştıranlardan, seni anlatanlardan, seni anlayanlardan çok sıkıldım inan, bunaldım. Sen de olsan, senin de için daralırdı.

Bu kadar zor olmasa gerek.

O yüzden altıncı kez, zorunlu bir taziyenin, ikiyüzlü vicdani vazifesini yerine getirir gibi, arkandan timsah gözyaşları dökerek - olmayan - haklarını helal edenlere inat, adını anmayarak, susacağım.

Ve senden, kimseye bahsetmeyeceğim.

Sanırım 6.kez, sana yapabileceğim bundan daha büyük bir vedam yok.

Giden azizdi, 

Kalanlar düşünsün.

15 Ocak 2013 Salı

COMITÉ COLBERT@istanbul

Comite Colbert'in bu sene İstanbul'da düzenlediği Festival Colbert, "Fransız Lüksünün Modern Yüzü” temasıyla 16 - 22 Ocak tarihleri arasında Comité Colbert üyesi tüm mağazalarda izlenebilir. 

Program detayları için: LINK



8 Ocak 2013 Salı

News: Varvara Basmadjian@butterfly collection

For website: LINK

"... In a strange coincidence, a guest at the opening of the exhibition in October, Gülnur Düzyol recognized herself in one of the photographs comprising this piece. First recalling the shoes and the dress she was wearing on this day as a young girl in Turkey, she looked more closely at the image and realized it was in fact her captured on her birthday over 50 years ago. 

Like with a butterfly effect, a month later, Varvara Basmadjian came to visit the exhibition and strangely recognised herself as a young girl in one of the photographs as well. These serendipitous discoveries could not be more pertinent for an exhibition which transports us not only through physical travel but also through time and history..."

5 Ocak 2013 Cumartesi

Sevim Burak

"Oradan konuşamazdım size, kalın boğuk bir sesle, artık benim böyle boğuk kalın korkunç bir sesim var diyemezdim. Siz de anlayamayacaktınız, anlayamadığımız gibi. Ben de sizin yerinizde olsam anlayamazdım. Niye mi böyle... Çünkü ben artık öyle insansı bir sesle kelimeler bularak düzgün mü düzgün harflerle incecik kıvrımlar ve bükülmelerle mantıklı cümleler kuramıyorum, kurmak istemiyorum." 

.........

"
Benimse neden ağlamadığım bir sırdır
Bu ne fevkalede felsefe
Hayatıma üzülmediğim için kim suçlu

"

Sevim Burak

4 Ocak 2013 Cuma

ZÜREFA Sokak


Şimdilerde paha biçilmez konumu ile kenset rantiyenin iştahını kabartan Zürefa Sokak, yani ahlak safsatası altında aslında toprağına göz dikilen Zürefa Sokak, Galata'nın en eski sakini Zürefa Sokak, Beyoğlu Belediyesi'nin 200 senedir değiştirmeye dahi tenezzül etmediği siyah kaldırım taşlarıyla (ki ben bunu büyük bir şans olarak değerlendiriyorum) ve sokağın girişini adeta saran sarmaşıklarıyla, mahremiyetin kamusal alandaki en müstesna geçidi olarak, İstanbul'un tarihsel silüetinin yaşayan önemli 1 parçasıdır. 

Hemen bitişiğinde bir hamam, onun karşı çaprazında bir çay ocağı, girişinde emanetçi ve köşenin başında kondom satan bir seyyar satıcı vardır. Bu sokaktaki bütün olanaklar neden sonuç ilişkileri üzerine, adeta 200 sene öncesini yaşarcasına yeniden ama yeniden inşaa edilir. Yaşayan bir höyüktür Zürefa Sokak. 

Bir kent için, ne denli büyük bir şans! 

İlim ve irfan sahibi sistemler, genelevleri rantiyeye kurban etmez. Genelevlerin kapılarına kilit vurarak bir yere varılamayacağını bilir. Onun yerine seks çalışanlarının koşullarını düzenler, yaşam standartlarını yükseltir, onlara güvence verir. 20.yüzyıl başında (o zamanlar bir liman kenti olarak işlev gören) İstanbul, Doğu Avrupa'nın en popüler fuhuş merkeziydi ve bunda utanılacak bir şey yoktu. Dürüstçe çıkıp söylenemiyor "araziye göz diktik" denilemiyor, yeni adı "utanç yuvası!" oluyor. Neyin utancı? 

"ZÜREFA"ya gelirsek; 

Cumhuriyet erbabının sokağa sonradan verdiği gibi Zürafa değil, ZÜREFA'dır doğrusu. İstanbulluların ilk defa Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın deniz yoluyla dönemin sultanına hediye etmek üzere Afrika'dan getirdiği zürafa ile, sokak olarak "zürefa" arasında derin bir uçurum var. İstanbul'a geldiğinde büyük ilgi gören ve Çinili Köşk'ün bahçesinde sultanın huzuruna çıkan o hayvanı, zürefa sokağın "zürafası" ile karıştıranlar, yani sokağa bir hayvan ismi veren şuursuzlar, tarihi tersten okudukları için zaten bu haldeler. 

Halbuki, "zürefanın düşkünü beyaz giyer kış günü" diye, çok anlamlı bir deyim de vardır. ZÜREFA; yani Osmanlıca lezbiyen anlamında kullanılan sözcük, partner arayan bazı lezbiyenlerin, o dönem beyaz gömlek ve fular takarak bekar olduklarını belli etmeye çalışmalarından dolayı doğar. Bu bağlamda Zürefa'nın düşkünü, sanılanın aksine bir kadındır, ve bir kadının bir kadını arayışını ifade etmek için kullanılır.    

O dönem diğer kadınlardan farklı giyinen, anlaşıldığı kadarıyla toplum tarafından da pek hoş karşılanmayan, saçlarını kısa kesen ve boyunlarına taktıkları beyaz fularlarıyla kendilerini belli eden "lezbiyen" sıfatı, bu sokağa birçok nedenle verilmiş olabilir. Ayrıca kelimenin bir diğer anlamı, "zarif kimseleri" betimlemek içindir. Zarife, buradan gelir.

Her anlamıyla Zürefa, bu sokağa verilebilecek güzel isimdir. 

Hazır yeri gelmişken eski isminin sokağa derhal taktim edilmesini, bu kabul edilemez hatadan dolayı zarifelerden özür dilenmesini ve insanlık tarihi kadar kadim bir tarihin, sonsuza dek aynı sokakta yaşamasını umuyorum.

...................... 

Bu vesileyle büyük duayen Osep Minasoğlu'nun 1960'ların sonunda Abanoz Sokak'ta çektiği seriden bir bölüm de paylaşmış olayım. 

SEKS İŞÇİLİĞİ İŞÇİLİKTİR!




arkam



Soldan üçüncü, pembe binanın, tam cumbanın bittiği içi mavi boyalı balkonlu katında, iki trans yaşardı. Bana, bir başkasının evini gözetlemeyi ilk onlar öğretti. En ideal gözetleme yöntemlerini, o ev sayesinde keşfettim. İlk onlarla, ışığımı kapatıp, iki parmağımla araladığım jaluzinin arkasından gizlice başka bir hayata girdim, girdim ve çıkamadım.

Bizler uykuya hazırlanırken, onlar sabah kahvaltılarını yapıyor olurlardı, bizler sabah kahvaltılarımızı yapıyor iken, onlar akşam yemeklerini yiyor... İlk bu asimetriyi farkedince, bakar oldum. Bir mum yakar ama peynir ekmek yerlerdi. Nadiren tencere yemeği olurdu. Nadiren masada çiçek olurdu. Balkon kapısını ortalayan masaya karşılıklı otururlardı. Tam karşılıklı. Harika bir açıydı ve ben tüm detayları görebilirdim. Bazı yemekleri neredeyse onlarla yerdim. Bazen konuşurlar, ama bazan hiç konuşmazlardı. Nadiren, yemek esnasında şakalaşırlardı. Bazan, ama en güzel olanı, balkona çıkardı. Bulvarı izler, bir sigara içer ve bazan ikimizde bornozlu olurduk... O eve bir müşterinin girdiğini hiç görmedim, yalnızca yaşamak için kullanılan, anladığım kadarıyla en mahrem yeriydi hayatın, orası. Ben ise oraya, kuş bakışıydım. Birkaç kez arkadaşları geldi, bir kez party verdiler, ve ev kedisi olmadığı anlaşılan küçük bir kedi, bir dönem yaşadı orada. Sonra gitti.


Sonra vakit geldi, tahta masanın üzerinde yanan mum söndü.


Bazan düşünüyorum da, beni bu lokasyona ikna eden en önemli etkendi, arkam. Arkamı gözetlemek. Bir şehre, dikiz aynasından bakmaktı.


Ve kim bilir, belki onlar da zaman zaman beni izliyorlardı. İzledikçe, hayatını daha izlenebilir hale getirmeyi öğrenen ben oldum çünkü.


Ama şimdi laboratuvarını kaybetmiş bir fizikçi gibi hissetmiyorum, yalnızca özlüyorum. En tuhaf olanı da bu belki... Gerçekten özlüyorum. Aramızdaki meselenin basit bir pozisyon müzakeresinden ibaret olmadığını, bu terkediş sonrası daha açık kavrıyorum.


Bilinçli ya da bilinçsiz, o yükü aldıysam madem sırtıma, taşıyacağım yere kadar götürmek gerek.


Zaman buldukça yazacağım, pembe binanın sol bitişiğinde en üst katı paylaşan "bekarların" esrarlı gecelerini, onun hemen yanındaki güzellik salonunu işleten Kanat Anne'yi, köşedeki perukçunun müdavimlerini, Şenol Birahanesi'nin bodrum katındaki flörtözleri ve diğerlerini.