31 Temmuz 2013 Çarşamba

25 Temmuz 2013 Perşembe

Atilla Çapraz nerede?

"Gözünüz neden önünüze bakıyor?
Kimin oyuncağıyım?
Her devletin altı Ankara!
Empoze değil hak.
TELE GÖZ
Ton balığı kaç ton?
HER YOL ARABA
Korkma bir şey olmaz İstanbul'dan.

Latincenin adını kim koydu?
Yüksekliğin sonu yok
Her kişiye bir allah düşer"

Dizelerinin sahibi, İstanbul'un yaşayan en avangart ve gizemli duvar şairi AX imzalı Atilla Çapraz, dün yine her zaman olduğu gibi, şehrin yüzeylerine anlam döşerken, Yapı Kredi Bankası Kadiköy şube müdürü tarafından ATM'ye şiir yazmak suçuyla polise şikayet edildi.. Bu son görüntülerden beri, kendisinden haber alınamıyor. Şimdi soruyoruz ‪#‎atillaçapraznerde‬

Bir de kamusal sanatı konuşmaya, acaba buradan mı başlasak?

Nereden yaksak, buyursak?



20 Temmuz 2013 Cumartesi

...

"kendini bu denli suçlu ve hiç bulma çabanı, bu öğretinin; kendini aşağılayarak eşitlik kurma öğretisinin, nasıl da en yüce insani değer olduğuna inandırıldığını düşünüyorsun!"  

Leyla Erbil

Studio Osep@Schaden (for International Contemporary Photography)

Schaden.com BookShow#2 Opening!

20 July 7-10 pm! Friday


for International Contemporary Photography


Köln-Ehrenfeld TOSUN Feinkost by Atilla Körnestr.21







18 Temmuz 2013 Perşembe

Rodos üzerine


Biz Temmuz öğleden sonrası, çok özlediğimi hatırlayınca eski rotaları, ertesi sabah kendimi Rodos'ta buluyorum... Ülke sınırında büyümenin hayatıma kattığı belki de tek özgürlük(!) Çocukluğumu ve aslında bütün yaşam kültürümü belirleyen, üzerine pek az kelam ettiğim o eski rotalarda, aynı tarihlerin iplik gibi kesilen uçlarını birbirine bağlamaya çalışıyorum. Kendi tarihimden, biz'in tarihine doğru, katmanların bence en kıymetli olanından, Rodos'tan başlıyorum.

Oniki adaların coğrafi olarak en büyüğü, Yunanistan'ın Akdeniz'e açılan nadide şehri ve en Doğudaki kapısı olmanın yanı sıra, tarih boyunca uğruna en çok bedel ödeneni, en hazini, en katmerlisi, en kalabalığı, en melezidir; Rodos.

Günümüzde adanın başkenti ve Oniki Adaların yönetim merkezi olan Rodos şehri, Katolik dünyasının fenomen asker - keşiş örgütü Rodos Şövalyelerinin (Saint Jean Şövalyeleri) Ortaçağ boyunca tüm Doğu Akdeniz ve Güney Ege'yi hakimiyetleri altında tuttukları yönetim merkezidir. Rodos Şövalyeleri 300 yıl boyunca devam eden hakimiyetleri süresince üs olarak kullandıkları Kıbrıs'tan, Kudüs'e, Bodrum'dan, Girit'e kadar olan bölgedeki kentlerin tamamına görkemli kaleler inşaa ederek Ortaçağ savunma mimarisine yön verirler. Osmanlı ordusuna büyük kayıplar verdiren, Haçlıların savaş sanatı ve korsanlıkta uzman bu yenilmez örgütü, uzunca yıllar İslam hakimiyetine girmek istemeyen tüm birlikleri Rodos'a davet ederek şehri Doğu Akdeniz'in en dokunulmaz kalesi haline getirirler.

Yüzlerce yıla dağılan mücadele ve yenilgilerin ardından Osmanlılar, 1522'de beş ay süren kuşatma sonucu Rodos'a girmeyi başarınca (Rodos'un düşmesiyle Oniki Adalar ve Bodrum Kalesi de teslim olur) önce Malta'ya, 1834'te ise şövalyelere tanınan diplomatik dokunulmazlık ve ayrıcalıklar karşılığında, kendilerine ait toprakları tümüyle terkedip Roma'ya çekilen örgüt, günümüzde Birleşmiş Milletlere gözlemci statüsünde katılmaktadır. Bugün kendilerini daha çok hayır işlerine adayan hümanist bir tarikat görünümündeki Rodos Şövalyelerinin, 104 ülke ile süregiden diplomatik ilişkileri ayrıca incelenmeye değer.

Kısaca özetlediğim bu ayrıksı tarih Rodos'u, Yunan - Ortodoks dünyasının uzantısı olmaktan ziyade Latin - Katolik dünyasının Doğu Akdeniz'deki en görkemli manevi mirası haline getirir. Neredeyse tümü İyon tipi köy mimarisinden meydana gelen diğer Yunan adalarının aksine şehirdir, orta çağdır, neo-klasiktir, gotiktir, moderndir, bulvarlıdır, meydanlıdır, kalabalıktır, eleganstır, deyim yerindeyse Rodos; jantisidir adaların. Mykonos gibi sonradan görmesi ve züppesi ile değil, Orta Çağ'dan itibaren Rodos'u mesken tutan kent kültürü ve kentli nüfusu ile şaşırtıcıdır. Bu büyük farkını, uzun yıllar süren İtalyan hakimiyetine borçludur. Bu nedenle bir Ortodoks (köy) adasından ziyade, Latin-Katolik şehirlerine benzer bir heybetle karşılar ziyaretçilerini, yedi farklı şehir kapısından... Adeta İtalya'nın, Ege ve Akdeniz'in kesiştiği sulara açılan son şehri, son büyük sancağıdır. 19.yüzyıl boyunca inşaa edilen kamu binalarının da tümü İtalyan mimarların eserleri olduğu için, kentin mimari silüetini kolonyal kimliği belirler. Üstelik hala adım başı İtalyanca duymak, adanın tüm diğer dilleri ile karşılaşmak kadar olasıdır.

1923'te Türkiye - Yunanistan arasında gerçekleşen nüfus mübadelesi sırasında Rodos hala İtalyan toprağı sayıldığı için (Lozan'da Oniki Adaların İtalyan yönetiminde kalması kabul edilir), adada yaşayan Türk azınlığı mübadeleye tabi tutulamaz. Bu nedenle günümüzde hala süreçten etkilenmeden yaşamlarına devam eden ortalama 3.500 nüfuslu bir Türk tebaası mevcuttur. Anadolu'da yaşayan Rodos kökenlilerin sürgünü, adanın Almanlar tarafından işgal edildiği sırada gerçekleşir ancak tam anlamıyla bir etnik temizlik gerçekleşmez. Almanların 1945'te Rodos'tan çekilmek zorunda kalmalarının akabinde, 1947'de gerçekleşen Paris Antlaşması ile birlikte Oniki Adaların resmen Yunanistan yönetimine geçmesine karar verilir. Yunan ulus devleti için son derece ayrıksı duran bu multikültürel kale, yönetimi altına gireceği her ulus devlette olacağı şekilde zorunlu bir çoraklaşma yaşa da, bugün hala kültürlerüstü özellikleriyle ziyaretçilerini ulus devlet öncesi gündelik yaşam deneyimleri üzerine "düşünmeye" davet eder.

Tüm UNESCO koruması altındaki şehirler gibi Rodos'ta "old town" ve "new town" tabir edilen iki farklı merkezden meydana gelir. Orta Çağ Mahallesi, Latin mahallesi, Yahudi mahallesi, Osmanlı mahallesi gibi tarih boyunca Rodos'u mesken tutan farklı kolonilerin yerleşimlerinden meydana gelen surlar ile çevrili koruma altındaki eski şehir, Bostancı - Bağdat Caddesi hattını aratmayan yeni şehre bağlanır. Bu iki büyük merkez arasında 1930'ların sivil "köşk - konak" mimarisini izleyebileceğiniz olağanüstü güzellikle mahalleler mevcuttur. Philadelphia Caddesi, Miami Plaji gibi Amerikan ikonlarının, casinolar ile çevrelendiği yeni şehir, kentin turizm dışındaki dinamiklerine akmanızı sağlar. Böylelikle tek bir tatil içerisinde hem şehir, hem doğa, hem kültür, hem gelenek, hem modernite tatmak isteyenlere özel ayrıcalıklar sunar Rodos.    

Bazı yorumlardan okuduğum kadarıyla Türkiye'den giden Mykanos - Santorini hattına sevdalı pek çok arkadaş beton yığını olmakla suçlamış Rodos'u. Yüzyirmi bin nüfuslu (Bodrum, Fethiye, Datça ve Marmaris nüfusunun toplamından daha kalabalık) bir merkezde olduklarını farkedemeyerek sanırım.. Doğrudur, Rodos betondur haliyle, fakat o betonların arasında nice modern detay gizlidir, okumasını bilene.. Yoksa aynı mantıkla yaklaşacak olursak Büyük Ada'da tahta yığınıdır, ahşabın tarihçesini bilmeyene.

İster İtalyan olsun, ister Alman işgalinde, adı ister Yunanca okunsun, istenirse yazılsın Türkçe, Kaş ile Meis'i dahi birbirinden ayırmayı becermiş bir insanlığın tarihinde, bunlar değildir mesele...

Rodos'ta Doğu Akdeniz sakinlerinin tümüne hala yer var ve aramızdaki mesele, biraz da bu.



Rodos Hakkında kısa kısa;

* Pasaportunda Kuzey Kıbrıs girişi olanların Yunanistan'ın Güney Ege yönetim bölgesi olan Oniki Adalar sınırlarına girmeleri yasak, konu İsrail - Filistin meselesinden farksız, öncelikle bu detaya dikkat edin. TC vatandaşları Kuzey Kıbrıs'a girişte zaten pasaport kullanmak zorunda değiller ancak yanınızda bir yabancı misafiriniz olabilir, Kuzey Kıbrıs'a giriş yapmış olabilir, aniden moraliniz çok bozulabilir, diye ekliyorum.. Oniki Adalar yönetimi bu konuda net.

* Rodos'a gitmek için Bodrum en doğru liman değil. Bodrum Kos'un sınır kardeşidir. Rodos ise Akdeniz'de, bir nebze uzak.. Rodos'un ana karaya en yakın olduğu yer Marmaris limani. Marmaris, Datça ve Kaş civarındaysanız adaya çok daha yakın olduğunuzu unutmayın; yani biletin çok daha ucuz, yolculuğun çok daha kısa süreceğini.. Fakat bunun için de kalkıp Marmaris'e gitmeye değmez, Bodrum'dan iki buçuk, denizin durumuna göre en fazla üç saat.

* Bodrum - Rodos ve tüm diğer adalar ile ana kara arasında iki tip toplu taşıma seçeneği mevcut, bunlardan birisi hydrofoil diğeri ise catamaran. Hydrofoil su yüzeyinde adeta uçarak ilerleyen, tüpe benzeyen, yolculuk esnasında kanatları açılan bir tür jet feribot, en büyük dezavantaji ise uçak gibi yolculuk boyunca yerinizden kalkamamanız. Yolculuk haliyle daha kısa sürüyor ama benim gibi güverteye çıkayım, içkimi yudumlayayım, sigaramı tüttüreyim, güneşleneleyim diyorsanız hydrofoil'i unutun. Biletinizi alırken feribotun modelini mutlaka sorun, tavsiyem hydrofoil'den kesinlikle bilet almamanız. Catamaran yavaş ama içerisinde barı var, çok geniş tuvaletleri var, avlusu var, güvertesi var, terası var, hikayesi var anlayacağız; yaşamak isteyene..

* Oniki Adalar yönetimi içerisinde en iyi Türkçe konuşan toplumun Rodos'ta yaşadığını unutmayın, zira her Rodoslu üç - beş dil ile ifade eder kendisini, görgülerinden gelir, yaşam kültürlerinin parçasıdır çok dillilik. Öyle "merhaba nasılsın" değil, derin muhabbetlere dalarlar sizinle.. O nedenle mal gibi nasıl olsa yurtdışındayım diye Türkçe olarak saçmalamaktan kaçının, zira İtalyanca ve Türkçe'nin İngilizceye çok daha baskın olduğu bir adadasınız, bozarlar... Etrafta çok fazla Türkçe olarak saçmalayan turist görüğümden ve hallerine üzüldüğümden, bu maddeyi ekliyorum.

* Rodos için valizinizi hazırlarken, aynı zamanda bir başkente gideceğinizi aklınızdan çıkarmayın. Mutlaka valizinizde iki üç parça şık kıyafet ve hatta rugan ayakkabılar bulundurun. Hava sıcaklığı sizi yanıltmasın, zira Rodos şehri etrafını saran ormanlardan ve coğrafi konumdan dolayı her daim serindir. Rodoslular sokakta terlikle dolaşmayı (dolaşanları) sevmez. Akşam olduğunda şehrin asıl sakinleri kuaförlerden çıkar ve size Rodos'un gerçek yaşam kültürünü gösterir. Ortalıkta don paça gezen Rus turistlerin konumuna düşmek istemiyorsanız, "rahatlığınızdan" bir nebze ödün verip aynı Ortaçağ sokaklarını bir de gömlekli, ruganlı gezmeyi deneyin.. Ben buna bayılıyorum mesela!

* Rodos'a daha önce hiç gitmediyseniz, minumum üç, ideal olarak altı güne ihtiyacınız olduğunu unutmayın; büyük bir adadasınız. Günübirlik turlar Rodos için kesinlikle uygun değil, yalnızca eski şehri gezmeniz iki gününüzü alacaktır. Üstelik Rodos gündüz değil, gece keşfedilmesi muhteşem bir şehir... Tur şirketlerine kanmayın. Rodos'ta her keseye göre alternatif mevcut, diğer adalar gibi üç - beş otelin tekelinde değilsiniz. Casino bölgesinin arka mahallelerinde geceliği 20 euro olan pansiyonlardan, geceliği 500 euro olan rezidanslara kadar sayısız seçenek var. Ben sezonun en yoğun günlerinde geceliği 40 euro'dan (kahvaltı dahil) yalnızca 6 özel odası olan köşkten dönüştürülmüş bir butik otelde kaldım, emsallerinin İstanbul'daki geceliği en az 250 TL. Üstelik rezervasyon bile yapmadım, Rodos'ta her ihtiyaca uygun seçeneğin kolaylıkla bulunabileceğini bilerek..

* Rodos'un gece yaşantısı Bodrum'u aratmayacak kadar hareketli, farkı ise Bodrum ve Çeşme fiyatlarının yarısını ödemeniz. Alkol son derece ucuz. Yunan menülerinin büyüklüğünden sanıyorum ayrıca bahsetmeme gerek yok, kekik ile kızarmış dört dev parça domuz pirzolasına ödemeniz gereken fiyat en fazla 5 Euro, patates kızartması ve salata yanında...

* Adada Rodos dışında Lindos, Faliraki, Afandu, Paradisi, Tiranta gibi çok güzel başka şehirler var. Toplu taşıma son derece gelişmiş. Günümüzde şehrin meyve hali olarak kullanılan Gotik bedesten'in bulunduğu meydandan 15 dakikada bir tüm diğer şehirlere otobüs kalkıyor, günübirlik turlar için Lindos ve Faliraki'yi mutlaka öneririm.

Sonuç olarak komşuya iade-i ziyaret vakti, RODOS'tan başlayın.

Not: fotoğrafları orijinal boyutta görmek için üzerine tıklamanız yeterli.

Şehir kapıları;






New Town;






Orta Çağ Mahallesi;















Old Town;











PS: Zaman bulursam Oniki Adalar içerisindeki diğer gözdelerim; Symi ve Kos'u yazacağım.

9 Temmuz 2013 Salı

K. (201 erkeğin kürtaj manifestosu)


Tarih 5 Nisan 1971… Fransa’da Le Nouvel Observateur dergisinin 334. sayısı, okurlarını şoke eden bir manifestoyla çıkar. Fransa’da yüzlerce kadın bir araya gelmiş ve ülkedeki kürtaj yasağına karşı ‘343 Kaltağın Manifestosu’ adlı bir bildiri kaleme almıştır. Aralarında ünlü felsefeci ve yazar Simone de Beauvoir, efsane oyuncular Catherine Deneuve, Jeanne Moreau, şarkıcı Brigitte Fontaine, yazarlar Marguerite Duras, Françoise Sagan gibi isimlerin de bulunduğu 343 kadın tarafından imzalanan manifesto Fransa’da büyük yankı uyandırır. Bildiride, kürtaj yasağının sorumluları olarak görülen dönemin cumhurbaşkanı Georges Pompidou ve hatta Papa bile ‘faşist’ olarak nitelendirilir.

Tarih 1 Mart 2013… Türkiye’de kürtaj yasağı tartışmaları sürerken 201 erkek bir araya gelir ve kadınların kürtaj hakkını savunmak amacıyla sessiz sedasız bir kitap çıkarırlar. Yazar Ozan Önen ve Ceyda Pırıl Köstem’in girişimiyle başlatılan, Bencekitap Yayınları tarafından yayımlanan ‘K.’ adlı kitapta, bu kez erkekler bireysel kürtaj manifestolarını kaleme alırlar.

‘K.’ kitap [projesi], ülkemiz gündemine aylar önce oturan, kürtaj yasası tartışmaları ekseninde, yasanın çıkmasına karşı duran erkeklerin fikirlerini kamuoyuyla paylaşmak, toplumun her kesiminden erkek sesleri alarak, kadınların sesine ses katmak amacıyla yürütüldü. Kitap henüz taze, ancak ülkenin bellek uzamı kısa, bu tür zahmetli çalışmaların çok kanaldan beslenmesi, uzun süre soluk alabilecekleri farklı mecralarda yer bulması gerek. Bu maksatla, kendi yazdığım kısmı buraya alıyorum. Kitabın tamamının okunmasına ve kalıcı olmasına tuz olsun dileğiyle.

.....................................

Neo Con(CON)izmler

Tayfun Serttaş (Sanatçı, Yazar - 1982)

90’lı yılların başıydı. Dünyaya SONY marka renkli bir televizyon ile bağlanıyorduk, limon bahçeli evimizden... Reagen Döneminin travmasını Baba Bush’un tedbirleriyle yumuşatmaya çalışan ABD’den türlü tuhaf haberler gelmekteydi. Bu haberlerin belki de en tuhafıydı (ya da bizim çok tuhafımıza gidiyordu o zamanlar) KÜRTAJ.

Bir özgürlükler imparatorluğu olarak “koca” ABD’nin, kürtaj gibi  tartışması dahi yapıl(a)mayacak bir HAK konusunda çalkalanmasını, son derece yadırgıyorduk. Açıkça söyleyeyim; cahil olduklarını düşünüyorduk.

Kürtajin “tartışması yapılabilecek” bir konu olduğunu, çocuk gözlerimle tamı tamına o yıllarda, SONY marka renkli televizyonumuzdan, ABD’li muhafazakar siyasilerden öğrendim. Öğrendik.

İlerleyen yıllarda başta Vatikan olmak üzere yer yer Avrupa’nın küçük muhafazakar şehirlerinden, sürekli olarak ise ABD’nin bazı eyaletlerinden bu tip haberler pompalanmaya devam etti, sanıyorum...

99 senesinde televizyon izlemeyi tamamen bıraktım, bu “manasız” tartışma ile de çoğu Türkiyeli gibi bir daha alakadar olmadım. Batılı muhafazakarların akşam sohbetlerimize kattıları gülünç bir polemik nostaljisi olarak kaldı.

Biraz da bundan dolayı sanırım, Türkiye’nin şu an tartıştığı konuları izledikçe garip bir “nostalji” duygusuna kapılıyorum, bir tür geriye dönüş sanki.

Ne kadar eleştirirsek eleştirelim, Türkiye Cumhuriyeti medeni kanunu, bireysel haklar konusunda döneminin öncü medeni kanunlarından birisiydi. Üstelik bu haklar Avrupa’da olduğu gibi kitlesel direnişler sonucu kazanılmadı. Bu nedenle bireysel özgürlüklerin büyük bölümü zaten tepeden indi, bizler için hep vardı. Biraz da ondan olacak, bedel ödenmeyen şeyin kıymeti bilinmezmiş misali, şimdi Türkiye kamuoyu bir yandan bu gündemi yadırgıyor, diğer yandan kendi geçmişinde hiç tartışılmayan bu konuların dahi gerçekte mücadele verilmesi gereken hayli ciddi meseleler olduğunu kavrıyor. Bu ilk kez yaşanmıyor.

Cumhuriyet Devrimi sonrasında kazanılmış hakların bir kısmını kaybetmiş durumdayız artık. Demokrasi tarafların elinde birer oyun hamuru gibi araçsallaşırken, bireylerin temel hak ve özgürlükleri sayılması gereken birçok konuda taviz verilebiliyor.

Bu işin içinde bir paradoks, bir tezatlık olduğu kesin. Bazen konuşmaya nereden başlamalı kestiremiyorum, ama çoğu kere dönüp dolaşıp dünyanın genel haline de yoruyorum bu durumu. Dünya bir tür tersine evrim geçiriyor, Neo Con’ların insan uygarlığına en büyük armağanı bu oldu sanırım, sürekli ama sürekli olarak Amerika’yı yeniden keşfetmek durumunda kalıyoruz, bu da ister istemez bir tür kalıtsal zeka geriliği hissi yaratıyor. Yani başa dönersek, bence hala 80 sonrasının atlatılamamış travmalarındayız. Üstelik artık travma yayıldı.

Biz bunları tartışıyoruz da, yan komşularımız uzaya çıkıyor durumda değil. Soğuk savaş yıllarının teknoloji ve endüstriye dayalı rekabet psikolojisi, dünya genelinde yerini bir bezginliğe bıraktı. Materyalizm çok fazla kan kaybetti. Uluslar potasiyel yaratıcılık hacimlerinin çok küçük bir yüzdesini kullanarak yaşıyor, bunu göz ardı edemeyiz. Bana kalırsa artık “ilkele dönmekte” hiçbir mahsur görmüyorlar. Kendisinden bezmiş ülkelerle çevrili etrafımız, özellikle Doğu Akdeniz bir açık hava tımarhanesi gibi... Topluca lanetlenmiş gibiyiz.

Özele dönersek; üreme konusunda çok tasarruflu davranmış bir aileden geliyorum, haliyle tek çocuğum, babam iki kardeş, dedemler dahi öyle... Gücünü soydan soptan değil, nitelikli bireyden almak biraz da kendi tarihimden olsa gerek, özüme işlemiş bir anlayış.

Çok çocuklu aileler benim için daima bir üzüntü kaynağı olmuştur. Çünkü aile denilen kurumun hacmi belli bir sayıda insana gereken ilgiyi gösterecek kadar, daha fazlası değil. Manevi hacimden bahsediyorum, asla ekonomik anlaşılmasın, cebindeki para ne olursa olsun anne ve baba şefkati denilen şeyin bir dozajı ve belli limitleri var. İnsan bedeni dahi bir kişilik esasında, bu ruhtan daha fazlasını beklemek onu otomatikleştirmektir.

18. yüzyıldan itibaren yer kürede türevlerini gördüğümüz ve sonuçlarını izlediğimiz politikalar bunlar. Şu anda Türk üretmek istiyorlar ve bunu adeta bir tavuk çiftliğinde verimli civciv üretme metoduymuş gibi stratejilendiriyorlar. Eğer insan nüfusu tek başına yeterli bir anlam ifade etseydi “bugün Çin, Hindistan, Endonezya gibi ülkeler...” falan filan demeyeceğim. Bunun tartışmasını yap(a)mayacak bir yüzyıldayız. Ben böyle bir şeyi tartışamam. Çünkü tartışılacak şeyler vardır hayatta, bir de tartışılmayacak şeyler. Kürtaj gibi evrensel bir hak, benim açımdan tartışılmayacak şeyler kategorisine girer. Nokta.

Mevcut stratejiyle bugün üretirler, fazla gelirse yarın keserler, ben böyle anlıyorum artık, böylesi bir ilkesel faşizme doğru eviriliyor çünkü süreç. Bireyin özgünlüğü ve emsalsizliği git gide sıfırlanırken, sınırlanırken, silikleşirken, kolonilerin değeri kelle sayısı üzerinden biçilmeye kalkılıyor.

Bu finansal bir anlayışı, demografiye dikte etmektir.

Evet, faşizmdir.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Gezi neden, değil, olamaz.


(notlardan)

Gezi Direnişi'nin Cumhuriyet tarihinin bugüne değin gördüğü "türlü tuhaf" direnişten belki de en temel farkı; refleksif yaratıcılığında yatıyordu. Alışık olduğumuz eylem tiplerinden farklı olarak, bu direnişin nasıl görünmesi, kamuoyuna hangi imajlarla sunulması, medyaya ne şekilde paketlenmesi gerektiğine dair alınmış bir kolektif karar olmamasına rağmen, (ki belki de böyle bir kararın alınamamasıydı süreci görsel serüvene çeviren) kısa sürede Gezi Direnişi dünyanın en iyi "fotoğraf" veren eylemlerinden birisine dönüştü.

Bir tür refleksivite, kendiliğinden doğdu.

Kendilerini analizin öznesi olarak ele alma kabiliyetleri son derece yüksek (genç) direnişçiler, süreç boyunca siyasiler, medya ve kamuoyundan atılan tüm taşları bumerang etkisiyle çıktığı kaynağa geri fırlatmayı başardılar. Bir de atılan biber gazı fişeklerinin neredeyse tümünü, polise geri fırlattılar.

Bu geri fırlatışlar, kendilerine münasip görülen söylem ve muamelenin karşı tarafa aynen iade edilmek süretiyle ironikleştiği yeni bir anlam dünyası doğurdu. Bu sivil dil sayesinde direnişi kırmak için kullanılan tüm araçlar, bizzat direnişçiler tarafından anlam zenginliğine uğratılarak, direnişi güçlendiren fonksiyonel sembollere dönüştü. Kısaca yola "silahsız" çıkan bu hareket, kendisine doğrultulan tüm silahları hedef şaşırtarak doğrultana yöneltti.    

Sanat tarihinden izlemeye hayli alışık olduğumuz, bir formül.   

Şimdi popülist sanatlar bunu kullanabilir, ama teorik iddialar taşıyan bir sanatçının kalkıp böylesine göz önünde olan bir formülü klonlaması, aynı zamanda "sisteme entegre etme" anlamı taşıyacağından dolayı..

Halbuki sanatçının görevi "entegrasyon" değildir.

Gezi Direnişini deyim yerindeyse kendi haline bırakmak, ve kendi enerjisini taşımaya böylesine gücü yeten bir harekete, bir nebze olsun zaman tanımak gerektiğinden dolayı, zaten yaratılmış bir organik imge olarak Gezi; yaşayan, nefes alabilen, doğurgan özelliklerini aktarabilme kabiliyetine sahiptir. Yalnızca bu özelliği bile onu, sanata eşdeğer bir merbetede tartışmaya değer. Bu bağlamda üretilecek "gözlemci" (yan) sanatlar, her yan sanayi ürünü gibi, reprodüksiyon değeri dışında anlam taşımayacaktır.

O nedenle Gezi Direnişinin kendi inisiyatifi dışında "sanatsallaşmasına", en az "meta sanatlara" gösterdiğimiz kadar tepki gösterebilmemiz, üstelik bu tepkiyi bir an önce göstermemiz, üzerine; o ticari galerilerin kapılarından hiç geçemeyecek olan diğer direnişçilerin sinerjilerini eklemleyerek, vicdani bir hassasiyetle bunun karşısında olmamız gerekir diye düşünüyorum.

Benimle tam aksi yönde düşünenleri de seviyorum. Buna hakkım olmadığını sık sık dile getirdiler, fakat ben de direnişin ilk saatlerinden itibaren orada olan birisi olarak, gördüğüm, bildiğim, izlediğim ve emek verdiğim bir sürecin bizim ellerimizle manipüle edilmesini, altı ay sonra o direnişten çıkacak sanatın kaça sattığının, direnişin kendisinden çok daha fazla konuşulur hale gelme tedirginliğini duyumsadığım için, en azından "şu an çok erken" demeye hakkım olduğunu öngörüyorum. Ben bu yazıyı editlediğim dakikalarda Mısır'da bir askeri darbe olmuşken ve henüz hiçbirimiz "hangi yeni otoriyete" hizmet ettiğimizi tam anlamıyla kestirmezken, sanat bu sürece "katkı sağladığı" sürece hedefine yaklaşır.

Bunun da en kolay yöntemi, gerektiğinde galeriden alıp sokağa fırlatmaktır, sokaktakini içeriye taşımak değil.   

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Istanbul: 9 Responses / by Sam Thorne@friezeblog


For LINK

Tayfun Serttaş

My house is only 300 metres away from Gezi Park. As a member of the neighbourhood, I was part of the resistance from the very first day. During the first three days, the police burned down our tents in morning raids and tried to block the resistance, which started with a very small group of people. As a result of our calls through social media, the protest quickly spread to the whole country and more than 2.5 million people took place in the resistance in Turkey.

When I look back at this month, the most dynamic month I have ever experienced, I realize that I saw changes take place that I had always believed were impossible. In truth, I had grown bored with Turkey. In a place where everything was linked to the economy and development, it looked like civilian initiatives were going to be much harder. We couldn’t see the economic success of the AK Party in the social and cultural spheres. But now Istanbul is once again the best place for me to live. I’m so proud of the city that I’m living in. In a way, this resistance helped me make peace with Istanbul and refreshed my trust in this city. Above all else, this resistance showed millions of Istanbulites who they were sharing their city with. This was the real thing that gives a city its honor back, a secret negotiation among its residents.
I believe we reached this ground, we can sit at the same table from now on for any common problems we encounter. This is the most important gain because the communication among the urban population was almost non-existent previously. Right now, on the other hand, in order to listen to each other’s problems we are organizing neighbourhood forums and hosting people from other neighborhoods to solve our problems together. We will gain many things from this process, but I believe the most important one will be social negotiation.

Tayfun Serttaş is an artist based in Istanbul.