18 Aralık 2012 Salı

mediterranean / akdenizli


"mediterranean / akdenizli"
ceramic effect on polyester 
(stable pedestal)
110x80x55cm

BAZAN@Pilevneli Project






16 Aralık 2012 Pazar

Söyleşi: Ali Akay - Tayfun Serttaş / Pilevneli Project

"BAZAN" - Müge Büyüktalaş / Blank-Mag

"BAZAN"

Röportaj: Müge Büyüktalaş

Fotoğraf: Eda Kızıl Çetintürk

Blank-Mag üzerinden okumak için: BURADAN



Pilevneli Project'teki serginin başlığı “Bazan”. Serginin oluşum sürecinden ve üretim aşamasındaki etkileşimlerden bahseder misin?

Bazan; bütün hikayesi çok fazla akademik, sürekli proposal üzerinden ilerleyen, kendi pratiğimin bir parçası olmakla beraber kendimle çok alakası olmayan, öznesi ben olmayan çalışma süreçlerinden sonra aslında kendime dönüş gibi. Bazan benim için bir ara ve sorgulama dönemi. Nasıl öznesi kendim olabileceğim bir sergi yapabilirim dedim? Bu aslında ilk defa bu kadar benimle ilgili olan bir sergi. Bundan önce “Orta Doğu Havayolları”nda bile bu kadar değildi. Burada bu sefer, Kasım gelince mavi giyen, evine çekilip edebiyat okumaya başlayan birisi var. Genç bir kahraman. Çok fazla kendi mahallesinden çıkmayan, İstanbul’u tarihi mahallelerinde yaşayan arasıra kayıkla Haliç’in karşı kıyısına gidip gelen romantik bir karakter. O karakterin edebiyatla kurduğu ilişki İstanbul’la kurduğu ilişkiye de çok yarayan bir şey. Çünkü aslında edebiyatta bir bakıma İstanbul’u öğrendiği mecralardan bir tanesi. Sonuçta ben bir sonradan İstanbul’luyum. 78’de Bodrum’a göç etmiş ailem ve ben orada doğup büyümüşüm. Buradan göç etmişler. 13 senedir buradayım. Benim için İstanbul burada doğup büyüyen insanlara göre çok keşifli bir yer. Beş altı yılım sürekli keşfederek ve üzerine okuyarak geçti. Belki arşivler de bununla ilişkiliydi ve bunun bir ayağıydı. Daha bendeki İstanbul’a döndüğüm sergi bu oldu.

“Bazan” unutulmaya yüz tutmuş bir kelime. Seni “Bazan”la buluşturan ve hatta sergiye isim olarak belirlemenin arkasındaki hikaye nedir?

Bazan Edip Cansever, Turgut Uyar, Orhan Pamuk’un edebiyatlarında bulduğum bir ipucu, bir kullanım, bir anomali. Ama İstanbul dili dediğimiz, İstanbul Türkçesi dediğimiz Türkçe’nin, “dolar”a incelterek “dollar, İstanbul’a “Istanbul” demek gibi. İstanbul’un çok melez bir dili var. Bu dil biraz Osmanlıca’dan biraz Rum, Ermeni cemaatinin aksanlarından etkilenmiş. Paradik bir dil, ama yazıda devam diyor. Birisi karşında böyle konuştuğunda gülebiliriyorsun ama birisi böyle yazdığında ağır ağır okuyorsun. Çünkü başka bir tarafı var. Bir yandan da Ankara Türkçesi’ne mahkum olmuş durumdayız. Dilde de geçmişten kalan bir “Ankaralaştırma” hareketi var. İstanbul Türkçesi biraz sanat dili gibi kalıyor. Yer yer edebiyatta, şiirde ve bazı makalelerde devam ediyor. Margosian çok önemli bunun için, şivesiyle yazan biri olarak. Lale Müldür ve Orhan Pamuk da çok önemli isimler.

Bazan aslında bir aralık, “bazı-an”dan türemiş aslında doğrusu da “Bazan” olan ama bir şekilde Ankaralılaşmış ve değişmiş kelimelerden bir tanesi. Rdan dönerek edebiyat üzerinden bir kurgu yaptım. Aslında sergiye ismini veren yerleştirme 40’a yakın farklı tipografilerde ve şekillerde yazılmış Bazan’lardan meydana geliyor. Orada çok büyük bir obsesyon var bu defa. Sürekli olarak aynı şeyi yapmak ve sergi metninde de sorduğum “sanatçı hep aynı şeyi yapmak isterse ne yaparız” sorusu. Orada farklı mediumları kullandım, kolaj, fotoğraf, pirinç harfler, neonlar, kanaviçe, baskı vs.. hiç normalde dokunmadığım mediumlar var. Onları yaparken bir yerde durdum. Kendimle olan hikayem, İstanbul’la olan ilişkim, kent tarihi ve kültürü ile olan ilişkim. Her şeyi çok mikro bir alanda toplamak istedim. O kadar küçük, o kadar dar bir alan olsun ki; benle kalsın. Son dört beş aydır düzenli olarak onları yapıyorum. Bir taraftan bunlar oluşurken diğer taraftan başka işler oluşmaya başladı. Onlardan bir tanesi “Eftelya’s Atlantis”.

Video'nun çıkış noktası neydi?

Video yine kendimle çok ilgili. Orda ideal bir deniz kızı görmüyoruz ya da reklam filminde izlediğiniz bir şey değil. Montajı yaparken en temiz görüntüleri alıp çok efektif bir şeye de dönüştürebilirdik. Ama kendi içinde orada bir mücadeleyi de izliyoruz. 40 metre derinliği olan bir suda ayakları latexle bağlı bir şekilde yüzmeye çalışıyorsun. Sanatçı kendiyle kaldığında ne yapar sorusunu da anlatıyor. Bütün o senden beklenen kreatif beklentiler, kariyer dayatmaları established artist rolleri ve bunların yanı sıra sürekli öngörülerin hep aynı şeyi yapmanın beklenmesi baskısına bir tepki olarak üretildi. “Ne yapabilirim?” dedim. “40 metre derinlikte deniz kızı olup yüzebilirim, şimdi oldu mu?”yu sormak istedim.Bu nedenle Eftelas Atlantis ironiktir.




Arka planda başka okumalara da yer bırakan bir tavırda üretilmiş gibi işler. Seni bu sorgulamalara götüren itici güç neydi peki?

Üretim meselesiyle, pratikle baş başa kalmamla ilgili. Ara ara şunlar da okunabilir aslında. Bir apartman tabelası var. Daha önceki bir fotoğrafın resim hali var. Orada küçük küçük kendi tarihimden de bahsediyorum. Tarihim içerisindeki benzerliklere de atıflar var.

Bir gözle de sanat tarihi içerisindeki benzerlikleri bulmak gibi bir yöntemsellik var. O yöntemselliğe karşı ironik bir gönderme gibi okunabilir. Hep aynı yazı bu kez birbine hiç benzemeyen ve uymayan mediumlarda görünüyor. Ama established sanatçıdan beklenen şey hep aynı stili yapması ve bunu birbirine çok benzeyerek devam ettirmesi. Benim işlerime baktığında ise hepsi farklı sanatçılar tarafından üretilmiş işler gibi durabilir.

Bu bağlamda “establihed” bir sanatçı değilim. Pratiğimi çok serbest bırakıyorum. Yarın ebru yada metal heykel de yapabilirim. Bu her sanatçıya tanınan bir özgürlük değil Türkiye'de. Çok hoş da karşılanan bir durum değil. Senden beklenen birbirine benzeyen üç yüz tane iş üretmen. Bakıldığında a evet bu bir Tayfun Serttaş işi denmesi bekleniyor. Benim içinse açıkçası “a bunu da mı o yapmış” demeleri daha önemli.




Serginin geneline hakim olan tavrın yanı sıra bir oda var ki, simsiyah ve de tüm gerçekliğiyle izleyiciyi başka bir yerden yakalıyor. Hem odada yer alan iki işten hem de yerleştirme fikrinin çıkış noktasından bahseder misin?

Beyaz fok heykeli, bir Aralık ayında Yalıkavak'ta domuz kurşunuyla vurulmuş bir Akdeniz foku görmemle yaşadığım bir sarsıntının sonucu ortaya çıkmış bir iş. Onlar son dört beş aile kaldılar Yalıkavak'ta. Zaten tüm Akdeniz'de toplam seksen civarı var. Akdeniz'in tapusu gibi bir şey bu hayvanlar, acaip önemli Akdeniz için de. Bir taraftan da Akdeniz'de yaşayan en büyük canlı ve hiçbir doğal düşmanı yok. Balıkçıların arasında tarihsel bir rekabet var. Çünkü balıklar ağa toplanmaya başladıkları andan itibaren aynı şeylerle beslendilkleri için foklar ağlara saldırıyorlar. Foklar bir balık olmadıkları için ağlara saldıran balıklar gibi ağa takılıp kalmıyorlar. Fokun dişleri çok güçlü ve bir anda ağı parçalayıp yiyebildiklerini yiyip yiyemediklerini kaçırıp ağı yırtıp kaçıyorlar. Bu durum balıkçılarda inanılmaz bir reflekse yol açıyor. Bu hayvanla karşılaştıklarında vurabilmek için tüfekle ava çıkıyorlar. Bodrum'a taşındığımızda benim küçüklüğümde “canavar” derlerdi. Oradaki 40 yaş üstü balıkçıların hepsi en az bir iki fok vurmuştur. Canavarın sonradan fok olduğunu öğrendim, dünyanın en sevimli hayvanı. Orda ciddi bir fok kurtarma ofisi var. Arada uğruyorum. On gördüğüm ölü fokun analizlerinde aslında daha önce beş kere vurulmuş ve ölmemiş olduğu, altıncı da ise bedeninin dayanamadığı ortaya çıkmıştı. Çok daha eski saçmalar da çıkıyor. Sonuncu çok ağır.

İş bir tepkiden doğru o nedenle çok nört ve açık bir iş. Hayatım boyunca yaptığım ilk hayvan heykeli. Projenin içerisinde gerçeklikten çıkan bir iş olarak bir ayna tutuyor.

Hayrünnisa Gül portresi de çok ilginç. Çok önemsediğim birisi. Varlığının Türkiye.’deki demokrasiye büyük bir iyilik yaptığına inanıyorum. Çok büyük bir refleks gördü. Onunla birlikte şunu anladık ki bu ülkede “first lady” bile olsan bazı kapılar sana sonuna kadar kapanabilir. Çünkü burası böyle yaşıyor modernizmini. Modernizmi tartışacaksak eğer bugün, modernizmin ne gibi handikaplara yol açtığını, bugüne dair konuşacaksak, Hayrünnisa Gül bu anlamda önemli bir ikon. Hem laik, hem modernizmi kendine bu kadar dikte bellemiş bir memlekette islam orjiniyle çıkmış bir first lady. Cumhuriyet tarihinin bildiğim kadarıyla en genç first lady'si ve kendi devletinin yaptırımlarına karşı AİHM’e giden tek first lady. Durumun toplamından çıkan bir sonuç var ve aynı fokta olduğu gibi onu görmek ve yüzleşmek gerekli. Sanatın figürle olan ilişkisi ve figüratif resimle ilişkisi açısından da önemli bir iş. Kendisi gördüğünde belki hiç beğenmez. Gerçekten kendisi de görsün diye yapılmış bir portre.

Sergilemede son ana kadar ikisini birlikte sergileme fikri yoktu. İki parça da birbirinden ayrı olarak oluştu. Bir anda o gerçeklik bölümünü istedim. Bir gerçekliğe dönelim dedim; arada o foku ve Hayrünnisa Gül'ü beraber görelim. İkisi de bu coğrafyanın çok ilginç figürleri ve burdan doğru bir aralık açalım ve buradan yolumuza devam edelim. Çünkü toplamda daha fantastik bir sergi. İşler daha gerçeküstü okunabilir. Nötr nedenlerle bir aradalar ama her türlü okumaya da açık.




Civar sakinlerinden biri olarak Tarlabaşı dönüşümünü çok yakından gözlemleme şansın oldu. Süreci ve tüm olup biteni nasıl yorumluyorsun?

Benim durumum daha ikircikli. Bütün süreç boyunca, Kadıköy'de oturup ya da Etiler'de oturup burayla hiç alakası olmayıp, kalkıp bu sürece müdehale etmek isteyen sırf karşı olmak için karşı olanlar ya da kendine bunları iş edinenlere karşı her zaman mücadele ettim. O semtte yaşayan birisi olarak zaten bahsettiğimiz bölge 3., 4. aşama centrifikasyondaydı. O da başka bir şeyin sonucuydu. Başka bir travmanın sonucu olarak 80 sonrası o hale geldi mahalle. 50'lerde başlayan büyük bir kriz var, 70'lerde yaşanan iç göç, 80 sonrası köy boşaltmalar başlıyor yani orayı biz yaptık biz ürettik. Sulukule'den bu anlamda bir farkı var. Sulukule denilen yerde o insanlar gerçekten 300 yıldır orada. Bütün mahalle arasında bir organik bağ var. Bunların arasında akrabalık ilişkileri var, kız alıp vermeler var. Bir yerleşiklik vardı Sulukule'de. Tarlabaşı öyle olmadı, her zaman bir geçiş yeriydi. Tarlabaşı'nda görebileceğin en eski adam 5-6 yıldır oradadır. Çünkü o süre içerisine hızla parasını kazanıp hızla ne yapacaksa çalışıp edip oradan çıkmanın derdindeydi. Kimse orada çocuk büyütmenin peşinde değil. Kimse orada gelinim gelsin bu eve, şunu alayım dediği bir durumu kalmamıştı, belki varsa da çok nadir. Bu yüzden kültürel olarak tabii ki de korunması gereken gruplar var ama bir sürekliliği yoktu.

İkinci durum mimari stok. Biz o mimari stoğu kendi haline bıraksaydık zaten kendi çökecekti 10 yıl içerisinde. Çok fazla tahribat vardı ve içeriden çürüyodu. Bu yüzden dönüşüme hep bir yere kadar destek verdim. Oraya bir şey yapılmalıydı. O gruplar kendi içlerinde de birbirleriyle çatışıyordu. Öyle güllük gülistanlık bir hava olmadı hiçbir zaman. Orada yaşayanlar kendi içlerinde bir sosyal ekoloji oluşturmuyordu. Aksine çatışanların bir aradalığından doğmuş bir durumdu sadece. Kimse çıkıp aptal gibi Tarlabaşı çok multikültürel bir yerdi demesin.

Bugün ne oldu? Ben her zaman bir ara metod önerdim orasıyla ilgili. İçeriden dönüşümü savundum bu anlamda. Cihangir ve Galata'da uygulanan içeriden dönüşüm Tarlabaşı için söz konusu değildi. Tarlabaşı'nın sahibi olmadığı için orayı dağıtmak daha kolay geldi. Ne oldu? Gördüğümüz sonuç oldu. Bu haliyle bu bir yöntem değil. Yıkmamaları gereken binaları yıkmaya başladıklarında ilk Akbank'ı yıktılar. O modern köşenin başındaydı. Ama sonradan tescilli olduğunu bildiğimiz binaları yıkmaya başladılar. Bize gösterdikleri projeyle uygulama arasında çok fark var.




Taksim'in sosyolojik ve belli anlamlarda politik geçmişi olan bir lokasyon olarak bu oranda yapıbozumuna uğratılmasını nasıl değerlendiriyorsun? Buranın dönüştürülmesi demek uzun vadede civarda yaşayan belli bir entelektüel grubun da dağıtılmasına yönelik bir tavır olarak da yorumlanabilir mi?

Kesinlikle hem öyle hem de bu insanların siyasi olarak da geçmişten kalan önemli bir hırsı var. Lütfi Kırdar döneminde yaşasaydım ve Henri Proust Topçu Kışlası'nı yıksaydı muhtemelen karşı çıkanlardan biri olurdum, çünkü yıkılmasını istemezdim. Ama şu gün yıkılmış bir şeyin replikasını yapma fikrini ne kadar savunabilirim bilemiyorum. Diğer yandan Gezi Parkı projesi aslında Askeri Müze üzerinden Nişantaşı ve Maçka'ya bağlanan büyük bir üçgen adanın kapısı olarak tasarlanmış zamanında. Gezi Parkı aslında bir tak, biz o taka çıkıyoruz, ormana giriyoruz. Mantık olarak böyle gerekiyor. Ancak zaten Henri Proust sonrası Cumhuriyet politikaları içerisinde araya Hilton, Ceylan, radyo binası, yer yer apartmanlar girmeye başlayınca ve bugünki halini alınca durum zaten Gezi Parkı'nın devamı ve sürekliliği kesiliyor. Gezi Parkı bir adacık olarak kriminal bir bölgeye dönüştü zamanla. Kimsenin parka gelip oturmak için gittiği bir yer değil yani öncelikle bunun hakkını verelim. Park fikrinden de çok memnun değilim açıkçası. Çok büyük bir problem görmüyorum bu anlamda parkımıza dokunamazlar diyenlere karşı. Orada bir doğa falan da yoktu.

Meydansal olarak düşündüğümüzde meydanın sürekliliğini kesiyor aslında. Merdiven de kötü yapılmış. Çok düzgün bir replika yapılırsa orada zaman geçirebiliriz. Merdivenlerin altının da mezarlık olduğu söylenir. Eğer doğruysa altından Ermeni mezarlığı çıkacak. Surp Agop'un karşı tarafı Ermeni mezarlığıydı. Ona el koydular istimlak edip zamanında. Oradan kurtarılan patrikler ve din adamları gibi kimselerin mezar taşları şuan Şişli'deki mezarlıktadır.

Politik referansları açısından Askeri Kışla'daki Rus ve Hindistan etkisi çok ilginçtir. O etkide bir eser daha yoktur İstanbul'da. Köşelerinde soğan kubbeleri bulunan ve Hint işi kapılardan girilen bir yer daha yok. Çok doğru kotarılırsa ben varım bir taraftan. Ama abuk subuk bir alışveriş merkezine dönüşürse olmaz tabii ki.

Özetle söylemek istediğim bütün bu projeler genelinde sadece karşı olmak için karşıt tavır takınmak yerine, anlamaya çalışmak ve önermeci olmak gerekli. “Bunu yaptırmayız” diyenlere önerin nedir diye sorduğunda “yok, böyle kalsın” cevabını alıyoruz. Bir tane çıkıp proje verdin mi? Hayır. Hem bu kadar poltikçi bir tavırdasın hem burnu büyük ondan sonra kenti korumaktan bahsediyorsun. Burada bir kolektif kültür var, koruyacaksak hep beraber yapacağız. Yanlış bir şey varsa da bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışacağız, kamuoyuna her yere ama ben açıkçası her şeye hayır diyen tavıra katılmıyorum.




Bitirmeden tekrar sana dönersek, bundan sonrası için nasıl bir yol bekliyor seni? Hem bir sergi tamamlamış olmanın hissiyatını hem de bunun sana yarına ilişkin içsel anlamda uyandırdığı duygulanımı merak ediyorum aslında.

Özne olarak beni bu kadar ortaya koyan bir sergiden sonra gruptan, toplumdan, azınlıklarlardan kendime doğru bir dönüş yaşamışken aslında kendime doğru devam edebilirim. Diğer taraftan buraya karşı hep sorumluluklarım var. Arşivleri yaparken şunu demiştim, nasıl oldu da bu arşivle bana kaldı? Dünyanın herhangi bir normal ülkesinde bu işler bana kalmaz. Ben 25 yaşında devletin ya da sistemin yapmadığı, el atmadığı şeylere kendi 3. dünyamın içerisinde kendimi sorumlu hissettim. Hissetmeye de devam ediyorum. Zaten kendimi ve pratiğimi bir şekilde böler oldum. O tarafım hep devam edecek. Ara ara nefes almak ve kendime dönerek dengeyi kurmak da gerekli. Beni çok profesyonelleştirir ve kurumsallaştırır. Küçük kaçışlara ve alternatiflere de ihtiyacı var. Sözümü başka yollardan da söyleyebilmeliyim. Kendimle biraz daha vakit geçirmeliyim. Ama bir süre daha Türkiye'de bir sergi yapma planım yok. Biraz dinlenmek, biraz karşılaştırmak gerekli. Belli taşlar bir kere daha yerine oturdu. Şimdi biraz nefeslenmek gerekli, sonra da hayat beni artık nereye götürürse...




"Bazan" - Müge Büyüktalaş / Blank-Mag 12 Aralık 2012

14 Aralık 2012 Cuma

11 Aralık 2012 Salı

"TAYFUN SERTTAŞ" / Telgraf Sanat - Gencay ÜNSALAN











"TAYFUN SERTTAŞ"

Tayfun Serttaş Cumhuriyet döneminden iki büyük stüdyo fotoğrafçısının arşivlerini, bunlarla birlikte gelen mesele ve tartışma imkânlarını güncel sanatın gündemine sokan çalışmalarıyla tanındı. Matild Manukyan gibi tarihsel figürler ya da Ortadoğu coğrafyasıyla ilişkilenmesi üzerine kurduğu farklı işlerinde de tarihsel, toplumsal meselelerle çok açık bir ilişki kurmaya devam etti. 15 Aralık’a kadar Pilevneli Project’te izlenebilecek “Bazan”da ise farklı olarak, sanat üretimiyle ilgili sorularını kendini merkeze alarak ve edebiyatla kurduğu ilişkiden beslenerek sergiliyor.

Gencay Ünsalan


G.Ü: Genelde tarihle, başka sanatçılarla ilişkiye giren, sosyal bilimlerden beslenen işlerinden farklı olarak “Bazan”da  tam anlamıyla kendine döndüğünü görüyoruz. Bunun nedenleri üstüne konuşarak başlayabiliriz istersen…

T.S: Doğrudur, benim çok tarihsel, kültürel, sosyal, siyasal gibi gibi, proposal üzerinden ilerleyen işlerimin yanında bu işin bir farkı var. Murat (Pilevneli) artık proje yapma fikrini sorgular olduğum bir dönemde benden bir proje istedi. “Bazan”, içinde bulunduğum bir kendimle hesaplaşma dönemiyle sanatçıya yüklenen, ondan beklenen yaratıcılık halinin, o baskının denk gelmesinden doğdu diyebilirim. Böylelikle projeyi bir soruya çevşirmiş oldum, ona çeşitli yanıtlar aradım.

Biraz daha açar mısın o hesaplaşma halini; önceki işlerinle olan bir hesaplaşmadan mı bahsediyorsun?

Daha fazlasını kapsayabilir. Ben kendiyle mesafeyi bilimsel alandan koymuş biriyim. Sanatıma da bu perspektifte yansıyor. Her sanatçı romantiktir aynı zamanda, romantizm asla bitmeyecek çünkü o bittiği an her şey bitebilir. Fakat her sanatçının bunu yansıtma biçimi farklı. Bir yandan bireysellik bu kadar ön plandayken, diğer yandan toplumsal gerçekçilik böylesine konuşulurken benim arada kalan bir durumum, melez bir halim var. Foto Galatasaray için üç sene boyunca film temizledim. Üç sene boyunca video, resim, heykel yapsaydım, her şeyi kendi perspektifimle ortaya koysaydım toplamında zannediyorum 20 ye yakın video 40-50 tuval resim bir çok proje çıkarmış olabilirdim. Basit bir pragmatik hesapla böyle. Ama ben orada bir kadınla ilişkilendim, empati kurdum ve üç sene boyunca onunla yaşamayı yeğledim.

Kendinle mesafeyi bilimsel alandan koymuş biri olduğunu söyledin. “Bazan” da bu mesafeyi yok mu ediyorsun?

Bir bakıma üzerimdeki ciddiyeti de kırıyorum. Beni başka işlerimden tanıyan izleyiciye, aynı zamanda yazar, araştırmacı “Tayfun Bey” olarak bilenlere farklı bir açıdan yaklaşma imkanı sağlıyorum. Kendinle kurduğun mesafeyi hangi noktada sorunsallaştırdığın önemli. Bugün yeni aldığı ayakkabının resmini çizen sanatçı da var, “beni anla” diyor. Anlıyorum, ama o kadar. Bu aralar doğuda batılı gibi davranmak çok moda, iyi gidiyor, iyi de bir pazarı var. Bireysellik can kurtarıyor adeta. Ama benim öznelliğimin bir tarihsel dayanağı var ve ben o tarihsel sürece salt kendi üzerimden bakma lüksü görmediğim için başka meselelerle ilişkilendiriyorum. Bazı sorularım var; kendimden yola çıkarak bir iş yaptığımda ben karar alma mekanizmalarının neresindeyim ya da ne yapacağız? Örneğin sanatçı hep aynı şeyi üretmek isterse ne yapacağız? Serginin içindeki “bazan” isimli enstalâsyonda 50’ye yakın farklı medyumda “bazan” yazıyorum.

Medyumların senin üretimin olduğunu bilmeyen izleyici, arşivciliğini göz önünde bulundurarak farklı dönem ve yapıtlardan toplandığı izlenimine kapılabilir. Bu aynı şeyi üretmedeki ısrarını biraz daha açabilir misin?

Bazan odası dediğim alanda neondan, kumaşa, kolajdan, fotoğrafa, seramikten, metale ve tuvale uzanan çok farklı mediumlarda, farklı tipografilerde yazılmış “bazan”ları biraraya getiriyorum. Bu kadar fazla bazan aynı odaya toplandığında izleyicinin aklına gelmesi muhtemel sorulardan birisi, senin de dediğin gibi sanat tarihi içerisindeki benzerlikler, ve bu benzerlikleri, bir biçimde ayıklamanın yöntemselliğine dair. Diğer yandan, aynı konuyu sayısız kez baştan üretme fikri, bunun akademik dünyadaki yansıması ya da “establish” tabir ettiğimiz türden, hep aynı tekniği kullanarak üreten konforlu sanatçı tipinin pratiğine ironik bir gönderme olarak okunabilir. Bir kelimenin farklı mediumlardaki tekrarlayan üretimleri, farklı olguların hep aynı teknikle sembolize edilmesine bir tepki çünkü. Altında çok büyük bir obsesyon da yatıyor, son 6 ay boyunca düzenli olarak haftada en az iki “bazan” ürettim. Örneğin kumaş ile daha önce hiç girmediğim bir ilişkiye girdim.

Serginin bir noktasında ise bir akdeniz foku heykeli ve Hayrinnusa Gül portresini aynı salonda görüyoruz, ikisini bağlayan nedir?

Adına “Akdenizli” dediğim o heykel hayatım boyunca yaptığım ilk hayvan heykeli, benim için Akdeniz’in tapusu. Doğu Akdeniz üzerine çok yoğunlaştığım, Akdenizliliği anlamaya çalıştığım, bir türlü dinmeyen bu sulardaki çatışmaların tarihine daldığım bir aralıkta, Yalıkavak’ta yaşayan son Akdeniz foklarından birisi daha vurulmuştu. Bu olay beni çok sarstı. Balıkçılarla bu hayvanlar arasında tarihsel bir rekabet var, foklar ağlara saldırıyorlar ve bu nedenle onları vuruyorlar, aslında bu canlının hiç doğal düşmanı yok. Yalıkavak civarında son dört birey kaldı, tüm Akdeniz’deki toplamları 80 civarında. Bu derece nadir bir canlıyı doğal ortamında görebilmiş biri olarak, kendimi şanslı hissederdim. O son olaydan sonra bir Akdeniz foku yapmak istedim, ve doğrusunu söylemek gerekirse altını daha fazla doldurmak istemedim, çok kırılgan.

Hayrinnüsa Gül benim için önemli bir figür. Salt varlığı ile dahi, Türkiye demokrasisine büyük bir iyilik yaptığına inanıyorum. Cumhurbaşkanı eşi olsanız bile, bu sistemde bazı kapıların nasıl yüzünüze kapanabileceğini hepimize gösterdi. O köşke girdiğinde - giremediğinde - yaşanan feci propaganda, ister istemez tüm duyarlı insanlarda bir reflekse yol açtı. AHİM’e kendi devletinin yaptırımlarını dava etmiş tek first lady olduğunu biliyorum, aynı zamanda Cumhuriyet tarihinin en genç Cumhurbaşkanı eşidir. O figüre belli bir mesafaden bakmayı çok istedim, kendisinin de beğenebileceği bir portresini yapmak istedim. Notr olarak, serginin o bölümünde Akdeniz foku ile başbaşa kalmaları fikrini çok sevdim. Yalnızca o bölüme özel bir kırılma var, orada bir nebze gerçeklikğe dönüyoruz, sonra hikayemize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Sergi metninde üç metin var İksir, Referans, İksir’i sen yazdın sanıyorum, kitap okuyan onun üzerinden kendini kurgulayan genç bir adam imgesi var. Kendinle mesafenin tespiti, hesaplaşma halinle edebiyatın ilişkisi nedir?

Daha önce kendimi parodik bir şekilde araçsallaştırdığım işler oldu. Ama bunlar benim iç dünyamla ilgili değildi, öznesi ben değildim. “Kendimle ilgili ne yaparım, kendime kapandığımda, kimseyle paylaşmadığım zamanımda ne yapıyorum?” diye düşündüğümde edebiyat okuyorum, çok seviyorum. Türk Edebiyatı’ndaki yazarlara bakıyorum, onlar arasında belli benzerlikler kuruyorum, ipuçları topluyorum. Edebiyata imreniyorum, edebiyat bana her zaman daha doğruyu bulurmuş gibi geliyor. Evet “İksir”i ben yazdım. Aslında yazan ama yazdığını çok az yayan biriyim.

“Ortadoğu Havayolları” sergisiyle döndüğün, Beyrut’ta yaşadığın bir dönem var. Oradan sonra mı bu içine kapandığın sürece döndün?

Benim için önemli bir yer Beyrut. Kendime ait bir okumam, tosladığım duvarlar var; Beyrut benim için çok kalın bir duvardı. Yorgun ve hasta döndüm. Umutsuzluğun yoğun olarak hissedildiği, “Peki şimdi ne yapacağız?” sorusuna yıllardır cevap üretememiş bir yer. Biraz da “yaşayabilir miyim?” diye düşündüm. Sanat piyasasında olanaklar, dinamikler çok büyük ancak her şey bunlardan oluşmuyor, yapamadım.

Neydi sana Beyrut’ta yapamayacağını hissettiren?

10 senenin üzerinde minorities çalışmış birisi olarak bütün o minorities kurgusunun içeriden nasıl çöktüğünü görmek kolay değil. Biliyorsun orada bir azınlık iktidarı vardı ve yapılar tamamen bunun üzerine kurulu. Beyrut’ta durum biraz, hikâyenin sonunu izlemek ve bu hikayeden, büyük mücadeleden ve kazanımlardan sonra bile elde hiçbir şey kalmadığını görmek demek. Kimlik politikaları içinde iş üreten biri olarak kendimle yüzleşmeye başladım. Gerçi bu duruma benden çok üzülmesi gerekenler vardır ama…

Türkiye’de tarihsel bellek, kimlik politikalarıyla ilgili güncel sanat alanında çalışmış biri olarak bu politikalara dair bir umutsuzluğa mı kapıldın?

Bu yüzleşmeyi hep yapamıyoruz. Ben şimdi sana artık zar zar zar bilmem kimlerin durumundan bahsetmeyeceğim. Uzun süre bir arada olmayı çözümlemiş insanlar olarak artık bir arada değiliz. Tanzimat sonrası oluşan kısa refah dönemini çok kurtarıcı bulan, oradaki çözümlemenin bu günde kullanılıyor olmasını savunanlardan biriyim. Neo-Osmanlıcı değilim ama orada bir şey vardı. Beyrut benim için çok objektif olarak kafamdaki büyük Osmanlı metaforunun da yıkıldığı yer oldu. Artık bugün belki de şunu konuşmak gerekiyor; uzun süre bir arada olmayı çözümlemiş insanlar olarak bir arada değiliz. Bu kadar kindar, öfkeli olmamak gerek. Kimlik politikaları hep sarpa sarar, insan düşer, paçaları kirlenir.

Ezilen, sömürülen grupların görünürlük mücadeleleri, kendi geleceklerini belirleme hakları mı sorunsallaştırılması gereken?

Ortadoğu’da bu kadar radikal talep edilecek bir şey yok. Hepimiz haksızlığa uğruyoruz, benim de süregiden mahkemelerim var. Tabi bir taraftan sistemin tepeden inen ve tabanı hiç görmeyen hali buna yol açıyor. Suriye iyi bir örnek. Suriye tam da Türkiye gibi kendi içerisinde hiçbir zaman modernizm talebi çıkmamış bir yerdir. Batı kolonyalizmi arkasında bu adamları bıraktı: Mübarek ve orijini, Esad ve orjini… Sonuçta Büyük Ortadoğu Projesi’ne çıkan bitmemiş bir hesap var. Orada hala bütün denizaşırı güçlerin kozlarını paylaşma arzuları var. Suriye halkın seçmediği bir diktatör tarafından “pause”a alınmıştır. Suriye’de zaman durmuştur, gitseniz onların küreselleşmeyle ilişkileri yoktur, boşlukta beklerler.

Ortadoğunun geneline dair söylenegelen şeyler; Arap Devrimleriyle  değişmedi mi?

Kendi içlerinde her zaman bir dinamik vardı, ilk kez tabandan güçlü bir muhalefet gelmiş oldu. Halktan bugün  bir muhalefet çıkması kesinlikle desteklenmesi gereken bir durum. Ama diğer yandan bu kadar gücün buna müdahale etmesi, kendi çıkarına manipüle etmesi, marketing gibi ilerletmesi ki Türkiye’de bu güçlere dahil, kabul edilebilir bir şey değil. Bu bir kırılma dönemi, bir daha hiçbir şey Ortadoğu’da eskisi gibi olmayacak. Entelektüeller, sanatçılar Ortadoğu’ya dönmeye başladıklarında hiçbir şey eskisi gibi yaşanmayacak. Haklı demokratik talepleri var ama dış güçlerin müdahalesine karşı uyanık olunması gerekiyor.

Arap dünyası çok büyük bir case, çok umut görüyorum. Solculukla, kimlik politikalarıyla, İslamla, entelektüel özgürlükleri eşlemeyi bilen, melez bir düşünce dünyaları var. Batı kadar keskin ve analitik düşünmedikleri için çok daha esnek, ortak paydada buluşma ihtimalleri daha yüksek insanlar. En çok ihtiyaçları olan kendi başlarına kalabilmeleri. Türklerle Kürtlerin de buna çok ihtiyacı var.

Öfkeni, muhalefetini egemen yerine kendine benzeyene, birlikte hareket edebileceğine yönelttiğinle ilgili eleştiriliyorsun…

Bana hep dediler ki, sen sürekli muhalifleri eleştiriyorsun bir gün de kalk iktidarı eleştir bakalım. Ben hayatım boyunca iktidar partisine oy vermedim. Şu güne kadar oyumu bağımsızlara verdim, kamuya karşı da gayet tabi içeriyi eleştirdim. Bu da sanki iktidarı çok destekliyorum gibi anlaşıldı. İlgisi yok. Birincisi sürekli iktidardan şikayetçi olmak faydasız, ikincisi ben iktidar değilim, üçüncüsü iktidarın ne olduğu her gün hayatımda zaten. Hayatımdan çok memnun olmadığım da ortada. Neden sürekli bu mastürbasyonu yapayım? Ben eleştirilerimi kendimi bir köşeye koyarak dile getiriyorum. Bazıları benden neyin iknasını bekliyor anlamıyorum. Sürekli olarak benim saçlarım kahverengi dememe gerek var mı? Sen saçlarını sarı yapmak istiyorsan orealin saç diplerine getireceği problemleri konuşursun değil mi? Sürekli saçım kahverengi diyerek olmaz. Ben hangi nedenle egemenin bir parçası, müttefiği olabilirim? 35 nedenle outsider olarak yaşıyorum bu ülkede. 

Benim muhalefet içerisinde sormam gereken sorular var. Muhalefet de kendini egemenden klonlar ve içinde öyle bir iktidar inşa ederse ben tabii ki onu sorgulayacağım. Katkı sunmak diye bir şey var ve katkı her zaman hediye paketinde gelmiyor. Bugün entelektüel bir irade varsa kriz çıkarmak için de var. Entelektüelin meşru görevlerinden biri kriz çıkarmak, boncuk dağıtmak değil. Sanatçı sadece sistemi değil, kendi değerlerini de sorunsallaştırdığı ölçüde sanatçı. Çünkü o sistemin içinde sen de varsın ve o kadar günahsız değilsin.

Evet sanatçı da her  insan gibi sonsuz potansiyele sahip değişebilen bir varlık; peki bir ilişki kurmaya, ortak bir dil üretmeye başladığı zaman belli ilkelere, ortak kavramlara, sınırlara ihtiyacı yok mu?

Aynı zamanda ortak dili üretme kaygısına bir tepki olarak ortaya çıktı postmodernizm. Ortak dil üretme ve ona uyma zorunluluğu başlı başına bir problemdir sosyal bilimlerden sanata, mimariden psikolojiye... Bugün bireyselliklere başka şekilde dönelim derken niyaz buydu. Ortaklaşma meselesi bence ayrıştıran şeye dönüştü. Benim için ortaklık farklılıkların yan yana durmasıdır, mevcudiyetlerin yan yanalığından doğar ortaklık. Eğer Cumhuriyet teorisyenleri başarıya ulaşsaydı, bugün Polonya ya da Estonya gibi son derece içine kapalı ve “harikülade modern” bir Doğu Avrupa toplumu olarak olarak depresyondan çöküyor olacaktık! Ben mevcut durumdan bir defa son derece memnunum. Hep söylüyorum, yaşamak, üretmek, düşünmek için muhteşem bir yer Türkiye, dinamikler çok iyi, yeter ki kan dökülmesin. Yoksa çok keyifli bir yerdeyiz.

Sence günümüzde sanat kime konuşuyor ve sen kime konuşuyorsun, kimle konuşmak istiyorsun?

Benim sergilerimin bir tarafı da, Kurtuluş’tan hayatı boyunca hiç sergiye gitmemiş yayanın kalkıp gelip kendini tag’lemesi. Solo sergilerimin, özellikle arşivlerin açılışlarına sanat izleyicisinden ziyade “sokaktaki adam” geliyor. Bir şekilde o projeler çok insan için sanatla kurdukları ilk ilişki oldu ve bana sonrasında gelip soruyorlar, “Nasıl oluyor bu sanat, bizle ilgili bir şey çıkar mı?” daha... Sanat izleyicisi zaten çok akıllı, bu konuda çok temkinli, neyi nasıl okuması gerektiğini bilen; onlar tüm dünyadalar. Ama benim belirttiğim ilişkinin kamusal bir tarafı var. Bu bağlamda hiç sanat için sanat yaptığımı düşünmüyorum. Diğer taraftan sanatın kendi içinde tartıştığı konularla çok ilişkiliyim. Bir taraftan kendi pozisyonumu da sorgulayan, serginin kuratörü müyüm, sanatçısı mıyım, araştırmacısı mıyım belirsiz bir alan yaratıyorum. Kendi başıma ürettiğim sanat haliyle daha bireysel oluyor. Kendime böyle bir hak tanıyorum. Biraz da “establish artist” dediğimiz tipi kırmak var bunun içinde. Bir fuara işim konulduğunda birçok koleksiyoner beni anlamaz.

Sermayenin sanatla kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsun?
 
Sermayenin sanatla kurduğu ilişki, sermayenin buzdolabıyla kurduğu ilişkiden farksız: güven. Güven de şuradan geliyor. Sen sürekli aynı bardağı üretirsen güvenilirsin ve sana yatırım yaparlar. Ama eğer benim gibi, onlara göre; gidip o depolardan filmleri çıkarıp gösteriyorsan, ondan sonra gidip bebek arabalarıyla iş yapıyorsan, ondan sonra gidip sandalyeleri kesip duvara diziyorsan “heralde” diyorlar “bunun özel bir durumu var”. Bu bağlamda ben çok konforsuz bir sanatçıyım. Bu işlerle uğraştığım zamanın yarısıyla birbirine benzeyen 300 tane resim çizseydim baya rahat konuşuyor olurduk şu anda senle.

Holding sponsorlukları, bankaların yatırımları, galerilerin rolü, sanatçının ve sanat piyasasında çalışan insanların emeklerinin nasıl karşılık bulduğu, gibi sanat ekonomisinin geneliyle ilgili fikirlerin neler?

İki yerden yaklaşabiliriz; ilk olarak çok kuşkucu “bizden ne istiyorlar, kendi vergi indirimleri var” tarzı. Öte taraftan şu da var, devletin sanata fon ayırdığı bir çok ülkenin sanatından çok daha özel, otonom, sözünü daha rahat ve sansürsüz söyleyebilen bir sanat ortamı doğdu. Eğer biz bugün bir güncel sanat yükselişinden bahsediyorsak, özel sektörle işbirliğimiz sayesinde. Çünkü özel sektör çok radikal bir şey yaptı: bu alanı himayeden kurtardı. Himayedeki alanlardan biri tiyatrodur, hali ortada. Plastik sanatlar değildi. Özel sektör sana “beni tehdit eder mi, acaba eleştirir mi?” diye paranoyak bir şekilde bakmıyor. Özel sektör senle iş yaparak kazanacağını kazanıyor. Bugün sanat alanında ayakta durabiliyorsan özel sektör sayesinde. Evet çok kötü özel sektör, e peki ne yapacaksın? Haliç’teki kayıkçılar mı para toplayıp sanatı destekleyecek? Bugün Kürt ekolü dediğin ekol, o şanstan doğmuştur mesela. Bugün eğer cinsellik güncel sanatta hiçbir sanat alanında olmadığı kadar rahat telaffuz edilebiliyorsa o şanstan doğmuştur.

Burada kriter özel sektör değil, kriter o kurumların direktörlerinin kim olduğu, oraları nasıl evrilttiği, nasıl yönetildiği, o imkanı alıp kime nasıl paylaştırdığıdır. Bunun içinde Borusan gibi kötü bir örnek de var, İKSV gibi Türkiye’deki duruma özel bir tekel de var, ayrı bir doktora tezi konusu oldukları için o konuya hiç girmeyeceğim ama yine de statükoyu kırdı özel sektör. Yoksa biz hala Cumhuriyet sergilerine gidiyor olacaktık.

Galerilerle ilgili büyük sorun ise şu: Galericiler büyük aktörler olmalarına rağmen işin ticari, popülist tarafına kafayı fazla takıp kendi güçlerinin farkında olmayan bir noktaya koşarak güçlerinden ödün veriyorlar. Süreci yavaşlatıyorlar. Hala arada bir non-profit proje koyan, galerisi dışında sanatçıyla proje yapan, arada bir öğrenci sergisi yapan bir galeri yok Türkiye’de. Çünkü hiç risk almak istemiyorlar. Sorun bu, yoksa parayı nasıl paylaşıyorlar, dağılımda “onlar ne kazanıyor, bana ne kalıyor”u hiç önemsemiyorum. Ama ben isterim bir galeri aynı anda hem Hafriyat’ın hem Galerist’in yapabileceği şeyi yapabilsin.

Bu sergiden sonra ne olacak, neyle ilgileneceksin?

Hiçbir şey yapmayacağım, gideceğim herhalde.

Nereye gideceksin?

Bilmiyorum. Üzerine çalıştığım birkaç proje var. Halep’te bir arşiv vardı, Halep’teki o arşivi merak ediyorum. Hala yerinde mi acaba, kaygılanıyorum. 


..............................................................

"TAYFUN SERTTAŞ" / Telgraf Sanat - Gencay ÜNSALAN Sayı: 3 Aralık - 2012

9 Aralık 2012 Pazar

TAKSİM 5 KASIM. BİR DARBENİN ŞİFRELERİ / Orhan Esen


TAKSİM 5 KASIM. 
BİR DARBENİN ŞİFRELERİ

Orhan Esen

5 KASIMDA NE OLMUŞTU

En az bir yıldır hazırlıkları sürdürülen Taksim Operasyonu, 5 Kasım 2012 itibari ile herkesin malumu oldu. Hem "göstere göstere" hem "yangından mal kaçırırcasına"; hem fütürsuzca hem gayrı meşruiyetinin bilincinde: mahcup ve gizli kapaklı. Rafine planlama sürecine rağmen, uygulamaya geçtiği andan itibaren züccaciyeci dükkanına girmiş fil misali, ... önüne kattığı hayatları alt üst etme konusunda aynı ölçüde gaddar. Tanımlayacak en iyi kavram, darbe. En çok benzeştiği 28 Şubat ile 5 Kasımı birbirine akraba kılan şey katmerli üslup benzerliğinden ibaret değil. ''konu farklı'' gibi görünse de, temel saik özdeş: Siyasetin alanını daraltma, depolitizasyon. Ilkinde siyasetin merkezi organları dıştalama yolu ile yeniden tasarlanmıştı, şimdi siyasetin fiziki ve sembolik kamusal mekanı muhafazakar restorasyona tabi tutuluyor, daraltılıyor. Post modern darbeler çağı, gerçekten de 1000 yıl mı sürecek bilemeyiz ama tarihin cilve yapyığı kesin: Eski Cumhuriyet 28 Şubatta tasfiye ettiklerini devşirirken kendisi de devşirmelerce devşiriliyor: Bu benzersiz tarihi momentum, bir mekansal darbe ile, Yeni Taksim Projesi ile kutsanıyor.   

Yeni Taksim Projesine karşı su ana dek yazılmış muhtemelen en ciddi siyasi muhalefet metni olan Genç Müminler Manifestosu'nda açıkça isimleri verilerek başbakan Erdoğan, atanmış belediye başkanı Topbaş ve atanmış kışla başmimarı Halil Onur "ittihatçı artığı bir zihniyet"in temsilcisi olarak niteleniyor. 

Cumhuriyet tarihinin sembolik açıdan en önemli kent operasyonu, ananakım medyada ise, buna muhalif basın dahil, yumurta kapıya dayanınca gündeme gelen "esnaf tepkisi" üzerinden -ki müşterisi vardır- okundu. O cihette biraz daha patırtı kopacağı ve konuyu kısmen gündemde tutacağı varsayılabilir. "Ani" kazma vuruşu ve çevirme harekatı "İstanbullu'nun çilesi" tadında, 'teknik bir uygulama'ya dair bir çizgide verildi. Projenin apansız, bilgilendirmeden yoksun ve görünürde plansız gidişatı, gündelik hayatı çileye dönen halkın ve tüm varoluşları sıfırlanan esnafın tepkisi üzerinden okundu. 

Taksimdeki müdahale, kentin herbirköşesinde süregiden 'dönüşüm'den elbette bağımsız değil. Ancak burası tartışmasızca kentin merkezi, buraya yüklenen anlamların bir paket olarak toplam ağırlığı hiçbir yerle kıyas kabul etmez. Şehrin Cumhuriyet dönemi modernleşme tarihinin yükünü taşıyan Taksim, diğer tüm müdahale alanlarının arasından eşitler arasından birinciolarak ile sıyrılır; mühendispolitikacı'nın başka yerde olsa belki de kanıksanacak otoriter uygulama stilinin darbeciliği burda, görünür.

Kimi itiraz argümanlarına yer verilse de, okurun "e katlanıcaz artık napalım, belli ki oto-tünelin sonunda ışık var" algısının güçlenmesi de olası. Editoryal bir duruşla desteklenmedikçe, her haber, hegemonik söylemin içinden yorumlanmaya açıktır: Hekim-politikacı görevi icabı acı ilacı içirmiştir, şu noktada bekleyip etkisini görmekten başka çare yoktur. Tünelde kaybetmiş, kışlada başarı şansı muallak bir sivil muhalefete angajmanda çekince, ister istemez kendini kayıt düşme ile sınırlayan, olay çıktıkça haberleştiren ihtiyatlı bir gazetecilik çizgisini dayattı. Bir yere kadar anlaşılabilir. 

Bu yazı, Taksim Darbesi'ni Türkiye'nin demokrasi gündemi üzerinden tartışmaya açmak amacı ile kaleme alındı. Arka gündemdeki anayasa tartışması ile, parallellik içeriyor. Nasıl bir toplum olmak istediğimizin bir aynası da, burası. Bir darbe ile başlatılan Taksim Operasyonu'nun şifrelerini analiz ederken, hal-i hazırdaki yöntem ve içeriği itibari ile demokrasi açısından geri dönüşsüz, kalıcı ve kesin hasar üretecek bir mekansal tasarruf olduğunu açıklamaya çalışacağım. Muktedirlerin, AKP ile sınırlı tuttuğum sanılmasın, Taksim darbesi'nin -başta açlık grevleri- yoğun ülke gündemine denk gelmesine müteşekkir olduğunu düşünmek olası. Öte yandan, demokrasi ve görünürlük talebi güçlenmiş bir yeni Türkiye'nin bu talebini dolaysızca karşılamaktansa araçsallaştırmaya yönelik bir vurgu seziliyor.

Itirazlar, konu en az bir yıldır gündemde olmasına rağmen yaygınlık kazanamadı; Darbe yine, göz göre göre, geldi. Proje sürecinin açık ve katılımcı planlama yöntemleri yerine (ki olası katılımcı adayları eksikliğinden sözedilemez) malum darbe teknikleri ile sürdürülmesi ve bunun deşifre edilmesinde -basın dahil- gösterilen zaaflar, kuşkusuz temel neden. Ancak iiktidar pratiklerinin sofistikeliği argümanı ardına sığınmak meseleyi halletmiyor. 

Kimi muhalif stratejilerin işe yaramazlığı, çok bileşenli bir muhalif platformun siyasal strateji üretmekteki zaafları da kuşkusuz konu edilebilir. Kimi muhalif argümanların tepkisel karakteri bir diğer sorun alanı. Mekan-politiğin, basın dahil, siyasal analiz geleneğinde gözardı edilmesi ise bu cenahtaki temel zaaf. Açacağım.

BİR SİYASET VİZYONU OLARAK YENİ TAKSİM PROJESİ: 
'HAKİKİ CUMHURİYET'İN MEKANSALLAŞMASI

Başbakan "Taksim konusunda 'ideolojik amaçlı' itirazları dinlemeyeceğiz" biçiminde ayar vererek siyasetin sınırını çizmiş oldu. Bu dili, MGKnın aylık bültenlerine kilitlendiğimiz yıllardan biliyoruz. Bizatihi siyasetin kendini "ideoloji" kavramı içine hapsedip marjinalleştirmekle, siyaset yapma tekelini kendi uhdesine alan malum duruş. 

Adını baştan koyalım: Yeni Taksim, eskisine oranla daha rafine, yenilenmiş bir devletin politik vizyonunu görünür kılma çabasıdır. Bu yeni devleti, Hakiki Cumhuriyet olarak adlandıracağım. Eskisine de arkaik sıfatı uygun düşerdi herhalde.  Her şirketin bir ilk kuruluşu olur, Türkiyede ise bunun bir de 'hakiki' olanı illa ki çıkar ya sonradan, öyle bir şey. Hakiki'si, ilkinin ergenlik yetersizlikleri nedeni ile yapamadıklarını, içinde ukde kalanları daha rafine, olgun ve çağdaş yöntemlerle gerçekleştirmeyi de hedef koyar. Özünde, ilkinin hedefleri ile özdeşleşmiştir. Onları ilk kadroların tersine kendinin gerçekleştireceği iddiasını taşır.

Yeni Taksim Projesi, Arkaik Cumhuriyetin içinde kuluçkalanmış olan bir ikincisinin, 'Hakiki Cumhuriyet'in ilkinin kabuklarını sırtından atarak cisme bürünüşüne işaret eder.  Hakiki Cumhuriyet ile kastettiğim şeyin,  bir Demokratik Cumhuriyet vizyonu ile alakası kalmadığı açıktır. Hakiki olma iddiasındaki açısından, kopuş kadar süreklilik de esastır. Hakiki Cumhuriyet, birinci Cumhuriyetin vesayetçi anlayışı ve onunla önce itişip sonra uzlaşanların vardıkları bir üst düzey konsensüse, devlet içindeki yeni konsolidasyona işaret eder. Kopuş ve hesaplaşma bitti, zaman hasarı restore etme, devlette esas olan sürekliliği sağlama zamanıdır. 

Projenin altında öncelikle rant, o olmadı "gizli rant" ararken gözden kaçabilecek temel konu bu. Bu bakışın temel nedeni, AKP'nin bu denli angaje olduğu bir projenin, partinin karşı-kamuoyundaki öncelikli algısı olan "rant çevreleri ile özdeşlik" üzerinden okunması. Tümden haksız değil ama temel ''siyasal'' noktayı gözden kaçırdığı için sorunlu bir bakış.

Taksim müdahalesi, soy bir devlet projesi sıfatı ile, öncelikle siyasi bir tartışmaya konu olmalıdır. Bu tartışmayı yürütecek siyasal özne'nin yokluğunda, tartışma Ideolojik olma suçlamasının altında kalmak istemeyen sivil muhalefetin de katkısı ile ister istemez yan yollara sapıyor. 

Yeni Taksim işte bu yeni konsensüsün kendini mekanda görünür kılma  önerisidir. Hakiki Cumhuriyet'in sembolik varlığı Taksimde tebarüz edecek, Arkaik Cumhuriyetin sembolik mekanının üstüne oturacaktır. Ilkinden seçmeci bir mantıkla devşirilen unsurlar adapte edilecek, yenileri ile harmanlanacaktır.

Fikir tümü ile yeni değil: kısmen eski devletin, birinci Cumhuriyetin içinde olgunlaşmış, ancak uygulanabilirlik kapısını açan anahtar, yeni kadroların rafine bakışı, eski kadroların beceremediği "projeciliği devlete monte etme becerisi" olmuştur. Arkaik Cumhuriyetin tıkanmış operasyonel kapasitesi içinde gerçekleşme şansı bulamayan bu konsept, Hakiki Cumhuriyetin yenilenmiş kadrolarının elinde dört dörtlük bir muhafazakar restorasyon projesi olarak cisimleşme yolundadır.  Askerbürokrat Cumhuriyetinden, Müminmühendis Cumhuriyetine geçerken özgün olan, yeni personel rejiminin mekana dayattığı bu Yeni Harman'dır.

MEKANPOLİTİK VE RANT

5 Kasım 2012 Taksim Darbesinin şifrelerine girmeden önce iki temel değinme zorunlu: ilki -medyada ve siyasal analiz geleneğimizde- yaygın bir bakış açısı sorunu: mekan-politiğin tali sayılması. İkincisi doğrudan bununla bağlantılı, malum 'rant' konusu. Bilindiği üzere bir kesim muhalefetin temel argümanı, Yeni Taksim'in bir rant, o olmadı, 'gizli rant' projesi olduğu fikri üzerinden şekilleniyor.

Mekan-politik (örneğin ekonomi-politiğe kıyasla) genelde ihmal edilen bir alan. Topluma ve siyasete bakar ve analiz eder iken sosyo-ekonomik-politik formasyon ön plana çıkıyor. Sonuçta bizler, okur çizer tayfası diyelim,  fikirlerimizi yapılı çevreyi ve bunun üretimini hesaba pek katmayan bir çerçevede üretiyoruz. Eğer formasyonumuz kazara mekanla ilgili (mimarlık / planlama / coğrafya gibi) değil ise, mekan-politiği es geçmeye iyice eğilimliyiz, bu alana pek dikkatli bak-a-mıyoruz. Yakınlarda kentsel dönüşümün gündeme oturması bir miktar farkındalık yarattı, denebilir.

Oysa muktedirin pratiği açısından durum tam tersi: Her türlü iktidar pratiğinin sağladığı birincil formasyon: mekan bilincidir, mekansallık-iktidar ilişkisinin farkında olmaktır. Siyasal ya da ekonomik iktidar, farketmez. Her bir muktedir, alaylı veya okullu, okullu ise de branşı farketmez, iktidar pratiği içerisinde şöyle ya da böyle bir  mekan-politik bilgisi edinir. İktidar konumunda olanlar, diğer alanlardaki politikalarını görünür kılmak, gündeme getirmek, dayatmak, meşrulaştırmak, kurumsallaştırmak ya da kalıcılaştırmak için yapılı çevrenin üretimin anahtar önemde olduğunu bilirler. Zihinsel ve somut mesailerinin belirli bir kısmını düzenli olarak bu alana hasrederler. 

Sonuç olarak, muktedirlerin geneline yaygın olan bir bilgi türü, toplumun geri kalanı açısından bir uzmanlık alanı, bir özel bilgi biçimidir. Ve bu asimetri, sorundur.  Mekanın üretimi artık iktidarın üretiminin en temel mecraıdır, asimetri bu koşullarda aşırı-silahlı bir rakip önünde silahsız durmak gibi, handikaptır. Iktidar pratiğinin uzaması, asimetrinin derinleşmesi sonucunu verecektir. Asimetriyi dengeleyebilecek yegane mekanizma fiili demokrasidir: fiziki planlamanın katılımcı bir etkinliğe dönüş-türül-mesi.

Mekan-politik farkındalığını kolayından, dolayısı ile yaygın şekilde ikame eden şey Rantbilgisidir. Gazetelerin mesela, buna ayrılmış özel bölümleri (emlak sayfaları) bulunur. Türkiyede Rantbilgisi herkese malumdur, bunun üzerinden konuşmak yaygın ve meşrudur. Kimi "muhalif" söylemlerde Rantbilmişliği'ne dönüşme riski taşır.

Başbakan "ideolojik itirazları kaale almıyoruz" buyurunca, bir kısım muhalefete en kolay ve meşru sapılabilir yan yol Taksim Operasyonunu "bir rant projesi olarak" ifşa etmek olarak göründü, üstelik "gizli rant". Böylece ideolojik değil "somut, maddi" itirazda bulunulmuş, "herkesin anlayacağı dilden" konuşulmuş, meşru zeminde kalınmış, üstüne, halka siyasal hizmet babından,"gizli plan deşifre edilmiş" olundu ! 

Bu söylemde, iktidarların "yaratılacak kaynakları yandaşlara peşkeş çekme saiki ile proje ürettiği" bilgisi değişmez veridir, her bir somut durum çerçevesinde de bunun üzerinden gidilir. Temel siyasal riski şudur: En geniş yandaş cepheyi "uyandırmış" olursunuz. O ranttan payalma iştahlarını kabartarak, bu ihtimali akıllarınaa sokarak, projeye siyasal nedenlerle (daha fazla açık alan, yeşillik, demokrasi ve özgürlük isteği gibi) muhalif olabileceklerin bile, "hmm burda rant varmış, bir adım geri durayım, bana da birşeyler düşer belki" beklentisine girmelerini, projeye destek çıkmalarını garanti edersiniz. Muhtemelen rant gerçekten de vardır. Ama onlara düşmeyecektir, kendilerini potansiyel muhalifler olarak pasifize etme işini de muhalefet becermiş olur.

Mevcut siyasi iktidarın herhangi bir rant projesinin adını aynen böyle koymakta, bu alanda malumu ilan etmekte herhangi bir çekincesi olacağını düşünmek abes. Rant dağıtmak ve yeniden dağıtmak iktidarın tabiatında; Kısacası "rant", zaten toplumla iletişimin konusu, toplumla kurulan konsensüsün nesnesi. Taksimde de herhangi bir "gizlenmiş rant" yok, belki yeniden dağıtımında beceriksizlik edilecek bir ranttan sözedilebilir. Taksimin dönüşümü de diğer her proje gibi kendi yeni rant coğrafyasını yaratacak. Bugün muhalefet eden esnaf muhtemelen yeniden-dağıtımdan dıştalanacağını sezdiği için bu konumda. Sonuçta bir fiyasko çıkacaksa da öncelikle burdan çıkacak. Rantın varlığı değil, ama bölüşümü ve bölüşümün üslubu ciddi bir  siyasal sorundur, iktidar know-how unun ana omurgasını teşkil eder. İyi beceremeyen gider.

Projedeki imar hareketleri ile doğrudan oluşması muhtemel rant, belli: Bir, ihya edilecek "topçu kışlası"nın tamamen ya da kısmen bir AVM olarak işlevlendirilmesi ihtimalidir. Her şey gibi bu da muğlak, bir esrar perdesinin ardında tutuluyor. Biraz yoklanır, bakılır ki, anti-rant cephesi çok yaygara çıkaracak, kontra-hamle ile biraz geri çekilinir, kültürel/sportif kullanım ağırlıklı planlar sızdırılır, kafalar karıştırılır. Bir AVM konusunda açık ısrar, muhalefet için hayatı kolaylaştıracaktır: Gezi parkı yandaş sermayeye peşkeş çekilmiş olacaktır. Açıkça böyle yapılmazsa da, rant da "gizli" kalmış olur. Daha sonra tavşan gibi şapkadan çıkar ve muhalefeti sevindirir, 'biliyorduk söylemiştik' diye.

Ticari kullanımın ihya edilmiş bir Kışla'nın asli ya da belirleyici bir bileşeni olacağını düşündürecek kesin bir emare yok. Tersine, bunun gereğinde feda edilebilir / mümkün olursa da elbette uygulanabilir olduğunu, ama projenin temel gerekçesini oluşturmadığını düşündürecek yeterli neden var. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme, AVM ile tehdit edip, çekici bir kültürel kullanıma fit etme stratejisi gündemde görünüyor. Örneğin entellektüeller için çekici bir hedef olan şehir müzesi gibi bir proje, katılımcı yöntemle kurgulanabilir, projeye mekan olarak kışla tahsis edilebilir, bu yolla olası muhalif bir kesim kazanılabilir.

Daha mekansal düşünenler, gizli rantı Tarlabaşında yakalıyacaktır: Bir süredir ('neden acaba') duran Yeni Tarlabaşı imar projesinin asli bileşeni olan yeraltı otoparklarına tünelden giriş sağlanacak, böylece bu projenin rant değeri artacaktır. 

Bunun ötesinde projenin bütününün dolaylı olarak çevre alanlara rant değeri katacağı söylenebilir, ancak bu zaten malumu: Bir kentsel müdahaleden öncelikle müdahale edilen yerin değerini arttırması beklenir Tersi, şaşırtıcı olurdu. Oysa belli ki, özellikle otomobil tünelinin rantı artırmak bir yana tam tersi sonucu vermesi ihtimali de var. Tünelleri bir çözüm değil tersine sorun olarak gören mahalli inisiyatifler, bölgelerinin yaşam kalitesinin düşmesi kaygısını taşıyorlar. Tam da bu noktada, mahalleli olmayan 'ideolojik' muhalefetten  ayrıldıkları söylenmeli: müdahalenin  rant yaratacağı değil, varolan rantı düşüreceği kaygısı ile hareket ediyorlar !

Rant, kısacası bu projede doğrudan veya dolaylı elbette var. Ancak 5 kasım 2012 Taksim Darbesinin buradan rant elde edilsin diye yapıldığını söylemek bambaşka bir şey. Projenin asli hedeflerine varma gayreti, gereğinde doğrudan rant alanlarının kısmen hatta çoğunlukla feda edileceği uygulamalara da pekala yolaçabilir. 

Toplum o zaman projeye fit mi olmalı, "haa iyi bak çok da fazla rant yaratmadılar, öyleyse iyiymiş" diye ? Bunun yanıtını herkes kendi hesabına verecektir. Sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için projenin kodlarını okumak gerekir diye düşünüyorum.

Birinci Şifre. 
MEYDAN'DAN ALAN'A. DEVLETİN RÖVANŞI   

İsmet İnönü, atanmış belediye başkanı-vali Lütfü Kırdar ve atanmış plancı Henri Prost yönetiminde Taksim, -meydanı, gezisi, ardında yeralan parkı ve çevreleyen örnek mahalleleri ile birlikte- bir modern külliye mantığı ile, cumhuriyetin örnek vatandaşına mekansal bir  çerçeve sunmak, son tahlilde rejimi kutsamak amacı ile kurgulanmıştı. Milli Şefin atlı heykelinin pembe köşkün önüne sürgüne gitmesi ile birlikte bu vizyonun sembolik / törensel boyutu eksik kalır. Taksim hiçbir zaman 40s lı yılların başında kuşkusuz hayal edilmiş olan o mekan olamayacaktır: Tek partinin çeşitli kollarında örgütlenmiş bir milletin kendini Milli Şefin aynasında yeniden bulacağı bir anıtsal tören alanı. Taksim meydan kalır. Savaş sonu kurulan düzen, dünya konjonktürü izin vermez. Kimilerinin içinde, kuşkusuz ukdedir. 

Milli bayramlarda burada örgütlenen resmi geçitler bir türlü o arzulanan tadı veremedi, meydan çoktan sivilleşmişti. 80 darbesi ile yenilenen Kemalizm kendine "o iş" için yeni bir mekan bulmak zorunda kaldı: Gündelik hayat akışının dışında kalan stadyumlar biçilmiş kaftandı, yeniden keşfedildi. Taksim, oportasında yeralan cumhuriyet anıtı sayesinde, resmi törenselliklerin mekanı olmayı sürdürse de, bu törenler mekanı sembolik ve süreli olarak ödünç almaktan öteye gidemedi.

40 lardan 80lere, kent giderek göçle büyürken, kentin hemen merkezinden itibaren bir  sanayi coğrafyası konumlandı. Ağırlıkla sanayide istihdam olunan yeni kentliler, yeni kentsel düzene ilişkin taleplerini ısrarlı bir şekilde dile getirir oldular. Yükselen demokratik dip dalgası kendini işçi sınıfı hareketi biçiminde ifade ederken, CHPyi de iktidara taşıdı. 70 lerde Karaoğlan seçim mitingleri ve 1 Mayıslar, olaylı ve olaysız versiyonları ile tartışmasız biçimde Meydan'a damgasını vurdu ve onu -Devlet'in yapamadığı şekilde- Alan'a dönüştürdü. Meydanı ilk tasarlayan ama onu asla elde edemeyen Cumhuriyet aklı'nın hayalini bile kurmaya cüret edemeyeceği bir kitlesellik, o akıl açısından irkiltici bir formatta Alan'ı sahiplenmiş ve o güne dek hiç hesapta olmayan bir aktör, sosyalist hareket, Alan üzerinde hegemonik bir meşruiyet kurmuş oldu. Tüm zaafları, sorunları ve derinden bölünmüşlüğü, ilerleyen yıllarla ana gövdesini oluşturan akımların toplumsal süreci okumaktaki yetersizliği bir yana, en marjinalleşmiş haliyle bile, Alanın gerçek sahibi olma iddiasını sürdürebildi. 30 yıllık bir zorlama kesintiden sonra bile, son derece değişmiş bir Türkiye ve dünya konjonktürüne, ve yepyeni toplumsal/kamusal varoluş biçimlerinin ortaya çıkmışlığına rağmen alanı yeniden almasını bildi.

Kökten-Berktaycı bir okuma ile o meşum gün için devlet parmağını tümden yoksaysak bile, 5 Kasım 2012de sıkılanın tarihi bir düellonun rövanş kurşunu olduğunu görmezden gelmek imkansız. 
Elmadağ-Tarlabaşı hattını otoyollaştıran tünel, artı kışlanın ihyası Şişli / Şişhane aksı üzerinde kesin ve (başka yıkımlar yapmadıkça) geri dönüşsüz bir fiziki baraj oluşturacak. Bu aks alana bu kitlesellikte bir erişimin mümkün yegane mecraı olduğuna göre ikisinin birden inşası, bildiğimiz formatı ile 1 Mayıs kutlamalarının sonundan başka hiçbir anlama gelebilemez. 'Kışla'nın içine ne konacağı besbelli ki tali mesele, uysa da uymasa da bir şey uydurulacak. Buz pateni sızdırmaları ile kamuoyu nabzı yoklamalarına aldanmamak gerek: Buranın işlevlendirilmesinde şeytana külahını ters giydirecek fikir ve koalisyonlarla piyasaya çıkmaları, an meselesi. Sonuçta inşa edilmiş bir kütlenin bir tünelle birlikte bir baraj oluşturacak şekilde orda durması asli fikir. Kentin imarını kitlesel muhalif gösterilere endeksli olarak düşünmek 3. Napolyon dönemi Parisin mimarı Baron Hausmann'dan alınmış ve zamanı gelince kullanmak üzere kulak arkasına sıkıştırılmış bir derstir: Devlet101. Devlet aklı ağır işler, sağlamcı gider. Hakiki Cumhuriyetinin mühendis aklı, Arkaik Cumhuriyet'in aklı güvenliğe rehin memur kadrolarına şunu demiş bulundu: Artık öyle ilkel yöntemlerle, yok polis barikatları idi, yok biber gazları coplar idi, bunlarla alana girişi engellemeye çalışırken sevimsiz olmamıza gerek kalmamalı. Bu işi  teknik, yapısal ve kalıcı yöntemlerle çözebiliriz. Hakiki Cumhuriyet'in mühendisaklı, Arkaik Devletin gecikmiş rövanşını ona hediye etmekle rüştünü ve devlete liyakatını ispatlamış, Hakikat'ini böyle tescilletmiş olacak.

5 kasım 2012, darbesinin birincil muhatabı böylelikle burayı kitlesel bir görünürlüğün Alanı olatak kullanmaya talip olan her türlü toplumsal ve siyasal muhalefet. Geçmiş kullanım, 'the Miras', referans olacak ise: Klasik Sol Hareket/ler, ve organizasyonun başı ve tarihsel mirasçısı sıfatı ile dosdoğru DİSK. Eğer gelecekte  kamusal bir aktör olarak hala varolmayı sürdürme niyetinde ise iktidarın alan daraltma manevralarına pabuç bırakmadan, mekan-politiğin aktörü sıfatı ile, işin adını koyarak ortaya çıkabilmeli idi. 

İkinci şifre. 
METROPOLLERDE YENİ ANA AKIM: ALAN'DAN SAHNE'YE

80lerin ortasından itibaren İstanbul yapısal bir dönüşüm içine girdi. İthal ikamesinden ihracata yönelen sınai üretim yeni çepere doğru kayarken, haliç eksenli coğrafi merkez sanayiden arındırıldı. Dalan operasyonları ile mümkün en ceberrut yöntemlerle başlatılan bu süreç, giderek piyasa çerçevesinde toprak rantı mekanizması ile "kendiliğinden" işler hale geldi. Kent merkezi global şehir söylemine uyarlı olarak kabuk değiştirdi, hizmet sektörünün, özellikle de boşzaman ve kültür endüstrilerinin belirlediği bir coğrafyaya dönüştü. Sanayi kentinin Beyoğlusunda daha 10-15 yıl önce atelyelerde taşralı oğlanlar fason ayakkabı dikerken, giderek aynı daireyi mekan tutan ucuz cafelerde ağır ablalar fal bakarak geçim temin eder oldu. Aynı gayrımenkulün kurumsal sermayenin eline geçmesi ile birlikte, otel, rezidans, veya kültür kurumu kullanımı benzeri bir kullanım yerleşmekle, dönüşüm şimdilik tamamlanmış olacak.

Kamusal mekan olarak Taksim gündelik kullanımda, Beyoğlunun yaylaştırıldığı 90lardan bu yana, iki yeni işlev edindi: ilki, yayalaşan ve yeniden kendi hesabına bir yer haline gelen İstiklal caddesinin transit giriş kapısına, dolayısı ile onun bir tür uzantısına dönüştü. İkincisi, yine Beyoğlu ile birlikte, globalleşen kentlerin merkezi kamusal alanının bir event city (gösteri kenti) ye dönüşmesi bağlamında, kentin ana performans mekanı oldu. Performans, sanatsal, sosyal veya siyasal olabilir: tek kişilk bir mim gösterisi veya iki haftaya yayılmış bir sokak festivali; bir şampiyonluk kutlaması veya toplu yılbaşı "eğlence"si; veya bir reality show kıvamında, bireysel. Ceza yediği için tepesi atan taksici aracı Meydan'a çekip yakar, burada ilgi göreceği, medyaya düşeceği kesindir. Ambulanslar ve güvenlik kuvvetlerinin yanısıra mekanı 7/24 mesken tutan ulusal haber kanalları sahayı sürekli göz altında tutar, açık antenler ve kameralarla pusuda bekler. 

Performans siyasal ise, "mesajı vermek" için artık nicelikten çok nitelik önemlidir: Kadraja girecek görüntünün tasarımını en iyi yapan, en kısa sürede en vurucu mesajı veren, haber merkezlerine en renkli, en çarpıcı kareleri sunabilen hareket, prime time da yerkapma şansını yakalar. Taksim 90lardan itibaren, artık Alan değil, Sahne'dir. Sahne üstündeki koreografi ve mizansen öğeleri, örneğin anıttan Galatasaraya mı yoksa tam tersi mi, ... gibi, siyasal duruşun belirleyici öğelerine dönüşür. Tümünün ötesinde, artık bu sahnedeki herbir bireysel varoluş, burda her yeralma, Taksim/Beyoğluna her çıkış tasarlanmış bir performanstan izler taşır. 

Şehir merkezindeki kamusal alanın performans sahnesi niteliği kazanması tüm global şehirlerin ortak niteliği. Zaten hayatın gerçekleştirdiği bir dönüşümden sözediyoruz. Bunun altını fiziki/mekansal bir müdahale ile çizmek, buna uygun mekansal düzenlemeler yapmak  ise global Metropollere damgasını vuran Yeni Anaakımın (NMM, New Metropolitan Mainstream)  temel uygulama alanlarından biri. 

Dünyada krizle birlikte bu tür düzenlemelere ayrılan bütçeler daralırken, AKP küresel anaakımı kendi sosyal muhafazakarlığına uyarlama tercihini yapıyor. Çok daha akılcı ve yumuşak (=maliyetsiz) müdahaleler ile mekanı değişen çağa uyarlamak mümkün iken, hemen hemen olası en sert ve pahalı, en göze sokulabilir proje tercih ediliyor. Yeni Taksim öncelikle, kentsel performansın ehlileştirileceği, 'turistik girdi' olarak kurgulanabileceği, son tahlilde de düzenli gelire tahvil edileceği bir mekan olarak tasavvur ediliyor.

Bunun için gösterinin (1.) sürekliliğinin garanti edilmesi (= beklenmedik ve "ciddi" durumlarla kesintiye uğratılmaması buna karşın arzın sürekli canlı tutulması, ne zaman gelseniz bir şeyler bulacağınızın garanti olması) 2. nitelik ve nicelikçe rahatsızlık vermeyecek karar ve dozda (= kolay tüketilebilir, lightfaçadefteri imajlarına kolay tahvil edilebilir nitelikte) olması olması gereklidir. Bu sürekli ve kontrollü, orta karar performans akışının kurulması, kent ekonomisinin sabit ve düzenli bir turizm gelirine erişimi açısından elzem. Fiziksel bariyerler artık sahneye kontrollü girişi garanti ediyor: Sınıfsal bir ayrışmayı da yansıtır şekilde artık buraya ancak otomobil veya metro ile ancak her koşulda aşırılıklardan arınmış bireysel bir tüketici, izleyici ve performans sağlayıcı olarak gelmek mümkün.

Çok sorun edilen alkol tüketimi konusu da bu bağlamda düşünülmeli: diğer her şey gibi burda da taşkınlığa, sıradışılıklara yol açmayacağı "edepli" bir biçimde tüketiminin garanti altına alınacağı düzenlemeler yolda görünüyor. Gençlere ucuz bira veren mekanlar, muhtemelen ilk yolcu, masa kaldırma operasyonları sinyali vermişti. Taksim artık, kontrollü, imajlaştırılmaya müsait, tüketilebilir, sıradan özgürlüklerin, tam da yaygınlaşan manada, 'düzeyli ilişkiler'in sahnesidir. Sahnenin mimari dili bir sonraki şifre.

İkinci şifre kabaca böyle. konunun muhatabı, hayat ile bir derdi olan, gerçekliğin kamusal alanda doğrudan görünürlüğünü önemseyen her bir birey, oluşum ve hareket: Sanatçılar, her türden sosyal ve siyasal taban hareketleri, sivil inisiyatifler ve kampanyacılar, sivil toplum kuruluşları, ve elbette: siyasal partiler. Giderek diğer gerçek etkinlik sahipleri: kafasınca eğlenmek, asker uğurlamak isteyenler, şampiyonluk kutlayacak kulüp taraftarları. tümü, böylesi bir ehlileştirme operasyonuna gelmek isteyip istemediklerine göre tavır almak durumundalar. Ebediyen tribünlere oynamak mı ? Hayatın içinde yer almak mı ? Taksim / Beyoğlunda gerçek hayat hangi boyutu ile kalabilecek ? Burası, gelecekte gerçeği dönüştürmenin ana ya da bir mecraı olabilir mi? Yoksa kaçınılmaz olanı kabullenip burayı Venedik misali turistlere terkedip, kendi gerçekliğimizi başka yerlerde yeniden mi inşa edeceğiz ? Yoksa burasının farkli varoluş biçimlerine aynı anda evsahipliği etme potansiyeli hala mevcut mu ? 

Üçüncü şifre: 
OSMANLI AYDIN DESPOTİZMİNDEN HAKİKİ CUMHURİYET MODERNİZMİNE: ORYANTALİZM

Neden illa ki topçu kışlası ? Yukarda belirttim, evet o kütleyi oraya yerleştirmenin siyaseten mümkün tek meşru yolu eskiyi ihya dan geçiyor. Peki tersten soralım şimdi: bu alan zihinlere 1 Mayıs alanı olarak nakşolmuş ve ihya da "siyaseten zorunlu" olmasa idi, o binayı,  "ecdadın mührü"nü orda görmek istemezler mi idi ? Tereddütsüz yanıt "evet, isterlerdi" olmalı. Kışlanın oryantalist mimarisi, kodları okumamıza yardımcı olacak.

18. yy sonundan itibaren şehre gelen batılı seyyahı hayal kırıklığına uğratır payitaht. Hayal ettiği Doğu'yu bulamaz burada. Bir, şehirde varolan şeyin kendisi, iki, seyyahın bu gerçeklikten beklentileri ve üç, buna bağlı algılama biçimlerinden oluşan kompleks bir nedenler silsilesi, ... girmeyelim. Bizim için sonucu ilginç: Batı, 'yerinde bulamadığı' Doğu'yu fantazilerine uygun bir şekilde kendi elleri ile hemen buracıkta kurmaya başlar. Mağripten ve Maşrıktan, Hintten ve Farstan, Kaf dağından ve Rustan, hatta Çinden Maçinden bulur buluşturur takar takıştırır kafasınca buraya uygun bir Doğu kurgular: Oryantalist mimari şehre bir batılı fantazması olarak gelir. Batılı'ya sunulan Istanbul, Sirkeci Garından Pera Palas'a, mimar marifeti ilekurgulanmış bir doğu sahnesidir. Bir hikaye daha var: giderek Osmanlı elitince de benimsenir, içselleşir bu tarz. Mimaride Oryantalizm, ikinci aşamada doğunun kendini batılının onu görmek istediği şekilde yansıttığı ifade biçimi olur. Kolonyal olmayan bir periferi modernleşmesi özgün dilini burda bulur. Oryantalist mimari Hintten taklit değil, dosdoğru Batıdan ithal olmakla, modern olmayı  garantiler ve tesciller.

Peki, Topçu kışlası hangi saikle Hint / Rus kırması bir oryantalist yapı olarak kurgulanmış olabilir ? 18. yy sonu 19. yy başında kentin kuzeyine, Taksim/Maçka çemberine oturtulan, Topçu kışlasını da içeren kışlalar ağının işlevi şu idi: Eski Osmanlı rejimini (ancient regime) topa tutarak yıkacak, artık köhnemiş addedilen düzeni cebren ortadan kaldıracak yeni askeriye burada eğitildi. Gavur usulünce talim gören yeni asakirin, hazırlık döneminde daha fazla göze batmaması için Doğu imajı içinde sunulması, kamufle edilerek yerlileştirilmesiönemsenmiş olsa gerek. Oryantalist mimari bu üçüncü okumada, Doğulu muktedirin, 'aydınlanmış despot' kimliği ile örtüşür: Onun bizzat kendi mevcut düzeni üzerinde şiddet uygulamayı haklı ve kaçınılmaz bulduğu, dolayısı ile varolan osmanlı toplum ve devlet düzeni ile yabancılaşma hatta kopuş riskinin ortaya çıktığı noktada, "bakın burdayım ve sizdenim en hakiki en otantik benim, aramızda ayrı gayrı yok" söylemini haklı çıkarmak için başvurduğu mimari ifade biçimi olur. 

Olası kışla ihyası ile üstte sunulan üç tarz-ı oryantalizm arasındaki dinamiklerin farkındalığını kuracak bir tartışma toplumsal farkındalık süreçleri açısından verimli ve eğlenceli olabilirdi. Oysa bunun önünde yapısal ideolojik blokajlar var:
İlki, Mevcut iktidar söyleminin Arkaik Cumhuriyetin kurucu elitininki ile 100% örtüştüğü noktadır: 1923 öncesini, kendi içinde ayrımsız yeknesak bir bütün olarak algılamak ve sunmak. Arkaik Cumhuriyet bunu 'Ortaçağ karanlığı' ile özdeşleştirip toptan reddederken, Hakiki Cumhuriyet ayrımsızca yüceltir ve benimser. 600 yıllık bir tarihin iç gerilim ve kırılma noktalarını, değişim dinamiklerini, çatışan aktörlerini ve temelden farklı toplum muhayyilelerini yoksaymakta ise tam uzlaşırlar. Bu çerçevede, kışlanın kendi bağlamında neyi temsil etmiş olduğu farkına bile varılmayacak bir detay kalır.

Ikincisi kullanıcı odaklı: Beyoğlu ayakkabı diken, figüran kahvelerini dolduran taşralı delikanlılar, ve allı güllü konsomatrislerin yurdu olarak kalaydı, pek sorun yoktu, "bu Taksim"le de idare ederdik. Gel gör ki, turistler Sultanahmete sığmadı taştı, açıkçası artık burasını daha eğlenceli bulmaya başladılar. Peki bula bula AKM ve Marmara oteli gibi kutuları mı göstereceğiz İstanbulun merkezindeki mimari budur diye ? Gönül isterdi ki yıkalım gitsin ikisini de, ama artık bu da mümkün değil. Elde kalıyor yıkılmış oryantalist kışlayı tescilleyip, ihya etmek: Gelen turiste 'hakiki Istanbul'u yaşatmak. 

Ve elbette, malumu ilan etmeden geçmeyelim: Neo-oryantalist kışla ihyasının rövanşist boyutu gizli değil: "Hakiki" Cumhuriyet, eskisi ile biten hesaplaşmasını görünür kılacak, somutlaştıracak bir sembole ihtiyaç duyuyor. Taksim meydanında bir Osmanlı kamu binasının tarihselci ihyası, bu bina geçmişte her neyi temsil etmiş olur ise olsun, tam da bu ihtiyacı çok iyi karşılıyor. Osmanlıdan Cumhuriyete geçişin bir kopuş değil, geçiş olarak yeniden-okunmasını sağlayacak bir kamusal simge. Nasıl ki kaldırılmasındaki bir ana saik, taze Cumhuriyetin bu geçişi bir kopuş olarak okutma, dolayısı ile izleri silme, bir "rövanş" çabası idiyse. 

Arkaik Cumhuriyet'in kopuş iddiasının tersine, bugün ile Osmanlı'nın özellikle modernleşmeci uzun 19. yüzyılı ile kurulacak bir zihinsel köprü, Türkiye toplumunun normalleşmesi açısından kuşkusuz elzem. Bu tartışmanın Taksim başta, kamusal mekanda  görünür kılınacağı sembolik jestlerle de desteklenmesi kuşkusuz hem mümkün hem anlamlı. Ancak mevcut iktidara hakim mühendis formasyonunun bu derinliği yakalaması ufukta görünmüyor. Kışlayı ihya projesi, yaratacağı yeni gerilimlerle bu gerekli tartışmanın da önünü tıkamaya aday: AKP'nin muhtemelen en ilginç fikri açılımının olası en berbat ve verimsiz hayata geçiriliş biçimi bu ihya işi olacak gibi. Orda zaten durup duran 'Cumhuriyet' anıtı bile herşeyi ile Osmanlı ile bağları, onun içinden çıkmışlığı, -dışardan bir bakışla üretildiği için olsa gerek- hala en iyi şekilde, hiçbir çakma tarihselciliğin asla beceremeyeceği bir netlikte temsil ediyor, zamansız çekiciliği tam da bundan kaynaklanıyor.

Kenti imar etmenin oryantalist takıntılara endekslendiği bu mıntıkada, temizlik görevi biraz da mimarlarda gibi. Sıfırdan başlamıyorlar: Yakın dönemde bu siyaset ile, savaş sonrası modernist mimariye ilişkin en az 3 kez yoğun teşriki mesai edildi. Başta belediye binası, bilahare IMÇ ve AKM gündeme gelmişti. 

Dördüncü şifre:
MUHALEFETİN YUMUŞAK KARNI: OTOMOBİLE İMAN

Burası işin abartısız en zor kısmı. Hayır, mesele müminlerin otomobile binmesi değil, bununla başedilirdi. Mütedeyyin veya la-dini, farketmiyor: topluca tapındığımız şey bizatihi otomobildir artık. Reel politik anlamı şu: Projeye karşı çıkarken Elmadağ/Tarlabaşı Tünelini dilinize fazlaca dolarsanız hemen tüm toplumu karşınıza almanız kaçınılmazdır. İstediğiniz kadar bununla trafiğin ortadan kalkmayacağını, insanların otomobil içinde veya yeraltı duraklarında egzostdan zehirleneceğni tüm bilimsel çalışmalara ve geçmiş istanbul uygulamalarına dayanarak söyleyin: demirden bir ideolojik duvara çarpmanız kaçınılmazdır, ve bu çok sinir bozucu olabilir.

50lerde Menderes yıkımları, Prost planına kağıt üstünde benzese de temelde farklı bir mekan kurgusu geliştirir. Prost un öncelikle -yayalara, ve yerine göre devlete hizmet edecek- kamusal alanlar olarak düşündüğü bulvarlar, Menderes uygulamalarında şehir içi 'expres ve transit' otomobil yolları olarak yorumlanır. Yollar genişlerken tramvay rayları yeraltına alınacağına tümden ilga, şehirse 4 lastik tekere kayıtsız şartsız teslim edilir.  

Dalanın 80lerdeki ikinci büyük yol hamlesinin ardından repertuvara yeni bir gelenek ilave olundu: O gün bugündür başkanlar kaldırdıkları trafik lambası ve hemzemin geçit sayısı ile övünür dururlar. Ulaşımda kaynaklar öncelikle otoyollara, yeni otoyol kavşaklarına, mevcut kavşakların genişletilmesine, otoyol standardında düzenlenmiş expres yollara, otoyollara yeni bağlantı yollarına, tepeleri delip geçen uzun otoyol tünellerine, çok katlı kavşaklara, ne bulursa altına dalan orta mesafe tünellere, vadileri hızla geçen viyadüklere, kavşakların üstünden uçan köprülere, ve bunların irili ufaklı akrabalarına aktarıldı; karayolculuk Başkan'ların asli işine dönüştü.  

A dan B ye ulaşmanın giderek otomobilsiz imkanı kalmıyor. Yeni binalar, yerleşimler, özel ya da kamu farketmez, bu kurguya göre tasarlanıyor, otomobilsiz erişemiyorsunuz bile.  Alanı giderek daralan, hareket kabiliyeti sıfırlanan şehirli tek çıkış yolunu kendisi de bir tane edinmekte buluyor. Lambasız kesintisiz bir trafik akışının varolabileceği yanılsaması, giderek büyüyen krizleri ötelemekten, tıkanıklığı iki km öteye atmaktan ve daha yoğunlaştırmaktan başka sonuç vermiyor. Bu politikanın kısa tanımı "belirli sayıdaki eroinmanı tedavi için herkese birden morfin vermek" dir. Sonuçta bir gün herkes eroine düşüyor, "ayağım yerden kesilsin de" noktasına geliyor. 

Otoyollaştırmanın yayalaştırma gerekçesi ile sunulması ironinin dik alası. Örnekler kısıtlı değil. Dileyen Topkapı, Çağlayan gibi yeni kuşak altı-otoyol-üstü-meydan'larda yaya olmanın keyfini sınırsızca sürebilir. Kendini Malkoçoğlunun tecavüzden kurtardığı bir Bizansli prenses kadar özgür ve yaya hissedebilir. Yayalaştırma iddiası bile taşımaksızın damardan hardcoreotoyollaştırılan "Eminönü meydanı" benzeri örneklere yeltenmiyorum bile.

Kentin çeperinde 40 yıldır kurulan ve geliştirilen otoyol mantığının kentin sembolik merkezinde Taksimde "derinden hissedilir" kılınması, İstanbula altın vuruştur. 

Taksim'e havaalanından doğrudan erişim saglayan, yakın zamanda Belediyeye geçirilen imtiyazlı otobüs hattının rotası Darbe'den hemen sonra 'teknik gerekçe ile' değiştirildi: Havaalanından çıktıktan sonra ilk trafik ışığını Dolmabahçede görüyorsunuz. Toplamda, hepsi hepsi iki adet var. Buna karşılık, rotada ne deniz var ne tarihi siluet. Sadece ilk kez gelenler için değil, kenti algılayış biçimini temelden tersyüz eden bir otoyol deneyimi: Merkezin derinine kadar nüfuz ederken, Dubaiye varmakla Istanbula varmanın farkını sıfırlıyor.  

Elmadağ/Tarlabaşı tünelinin asli gerekçesi, yukarda açıklandı, devlet aklında yatıyor: Yeniden inşa edilmiş gezi parkı ile birlikte oluşturacağı aşılmaz fiziksel barikat. Bunu şu paradoks kanıtladı bile: Darbe sonrası yeni düzenlemeler ile Taksim çevresinde toplam yol sathı azalmasına rağmen kimi bölümlerde trafik rahatladı: Tünelsiz de oluyormuş ! 

Otomobile imanımız, otomobillinin konforu için yapıldığı iddia edilen her yatırımı mübah kılıyor. Otomobilsizler de, dünyaya direksiyonun ardından bakıyor. Küresel otomobil ideolojisi ile hesaplaşmaya girişmeden önce bu başarısına şapka çıkarmak gerekiyor. Darbenin tünel uygulaması ile başlatılması tesadüf değil. Zincirin zayıf halkası burda. Gezideki ağaçlar için imza verenlerin çoğu, tünele de karşı çıkılmadığını teyid ettirme çabası gösterdiler. 

Konunun muhatabı, otomobili gerekmediği halde satın aldığımız ve kullandığımız her durumda, hepimiziz. Otomobil yumuşak karnımız, ona iman ettiğimiz ölçüde, darbeseverlikle sınır hattını da ihlal ediyoruz. Dönüş, tedavi çok zor. Imkansız değil. Otomobile iman etmiş bir toplum olarak körükörüne inancımızın bağımlılık ve hastalık olduğunu kabullenip toplu terapiye başlamamız gerekiyor. Çağlayan ve Topkapı yaya alanlarına benzetecekleri Taksim, toplu uyanışın miladı olabilir. Mi ?

Beşinci Şifre: 
DEMOKRASİ İLE POPÜLİZM KISKACINDA: ÇEPERDEN MERKEZE HAMLE

Şimdi, yukarda ucu gösterilen kimi ipleri biraz daha çekeceğiz. Oryantalizm ve sahne bahislerinde değinilen turizm, ya da boş zaman veya kültür endüstrisi alanlarına bir kez de kullanıcıları ve potansiyel kullanıcıları açısından bakacağız. Burası kimin mekanı / olmalı ?

Vadi  ve gezi dahil Taksim külliyesi'nin kapsamlı Prost planları içerisinde uygulama önceliği kazanmış olması tesadüf olmasa gerek. Örneğin Tarihi yarımadaya damgasını vuracak '1no lu' park, öncelikli sıra no'suna rağmen atlanmış, Menderes döneminde de Vatan ekspresyoluna dönüşerek imara açılmıştı. Taksim/Maçka külliyesi ise öncelikle hayata geçirildi: Beyoğlunda belirginleşen kozmopolit ve liberal Osmanlı modernleşmesinin Cumhuriyetçi/Milli anti tezi sıfatı ile onun hemen dibibaşında kurgulandı, iyiden görünür kılındı: Sonuçta 'müşteri' de, tercihli coğrafyası da benzer idi: toplumum modernleşmeye istekli kesimleri 19yydan beri Halici geçmiş, kuzeydeki vaadedilmiş topraklara hamle etmişti. Yeniden geriye, köhne yarımadaya dönmenin alemi yoktu. Cumhuriyet, Prostplanı eliyle kentin kuzeydeki yeni kolonizasyon alanına yeni bir merkez, ve bir strüktür kazandıracaktı.

Taksim/Maçka külliyesi 20 yy boyunca milli modernleşmenin nişanesi olacak yatırımlarla, konut alanları, kamu binaları, spor ve kültür tesisleri, kamusal açık alanlar, otellerle donandı, ve bunları talep eden Cumhuriyet elitinin coğrafyası oldu. Beyoğlu ise varlık vergisi ve 6/7 Eylül marifeti ile zorunlu tahliyeye tabi tutulurken, bu değerli kent toprağı milli elitlere hemen sunulmadı, önce taşralı göçmenlere, ucuz manufaktüre, pavyonlara terkedilerek bir 20 yıl değer yitirmesi çöküntü alanı haline gelmesi beklendi. 'İstanbulun İzmir yangını', ne-tesadüf-ergenekoncu bay Dalan tarafından 80lerde planlandı ise de devir değişmişti, şehrin 'Bizanslı genleri' depreşerek uygulamaya geçit vermedi. Istanbul, Osmanlı kozmopolitizminin somut izlerini barındırmaya hala devam eden neredeyse yegane şehir sıfatı ile Cumhuriyetin ekseriyet kent coğrafyasından kopuşunu 90larda perçinledi.

Beklenen, küresel örneklerden ezberlenmiş mutenalaşma / gentrification süreci idi, ancak somut gelişme teoriye nanik yaptı. Beyoğlunda ve onun kapısı Taksim'de  olan şey klasik formatı ile mutenalaşma değil, bunun ertelenmesi oldu, nedenleri ayrı konu. ''Burası nasılsa bizim artık, na'psak ne'tsek de bu işi ağırdan alsak, ama yerimize de sahayı tutacak birilerini yerleştirsek'' durumu, mutenalaşmayı ertelerken giderek engelleyen bir geçici kullanımlar coğrafyası hasıl oldu. Elitler mekanı doğal egemenlik alanı addetti, ancak  gereğini yerine getirmekte ayak sürüdü, orda yeniden-ikamete gönül indirmedi, sınır bellediği Zincirlikuyudan aşağıya içmek-eğlenmek dışında pek inmedi. Beyoğlu bir yana, örnek Cumhuriyet semti Talimhane bile, yedekparça ticaretinden arınırken yeniden bir prestjli konut bölgesine değil, kendini ucuzlatmayı bile engelleyememiş bir 'oteller bölgesi'ne dönüştü. Paylaşıldığı varsayılan bir kültür ikliminde müttefik addedilen öğrencilerin, sanatçıların ve ucuzcu batılı turistlerin sınırlı bütçeleri ile burdaki boş zaman endüstrisini ayakta tutması ile yetinildi. 

Beyoğlunun 19. yy.daki aktörlerine tekabül edecek kesimlerin prestij kullanımı hem kurumsal ve süreli formatlarla sınırlı kaldı (SALT,  Arter, Pera Müzesi, Deniz Palas, Borusan, …)  hem de ancak son birkaç yılda, ciddi bir gecikmenin ardından geldi. Buranın yeniden prestijli konut bölgesine dönüşmesi ise, marjinal istisnalar hariç, henüz ciddi manada bir ihtimal bile değil. Yatırım kapasitesine sahip cumhuriyet eliti, mekan üstünde sürekli kullanım (ikamet) talebi ve bundan türeyen ikincil talepler oluşturmadı. Sözen'le başlayan arafta kalma durumu kemikleşti, kurumsallaştı: Bölgenin öncelikle günübirlik ya da geçici, turizm, boşzaman ve kültür endüstrileri çerçevesinde kullanılması konusunda bir konsensüs oluştu. 80lerin yoksul konutları, atelyeleri, bekar odaları, apartlara, en fazlasından 'kreatif ajans'lara dönüştü.

Yeni Taksim vizyonu, Hakiki Cumhuriyet'in bu konsensüsü okuma biçimidir. Üç temel unsuru var. Mekanın kullanımını çeperdeki sosyolojiye açma; açarken bu işi çeperi medenileştirici bir misyon olarak kurgulama; ve üç, sembolik 'yapısal' bir milatla başlatma.

Çeperdeki sosyoloji'yi iki anlamda almak doğru olur: Yerel ve küresel. Yerel çeper, göç sonrası metropole işaret eder. Çeperin 'varoş'  İstanbulu, sahneleşen Taksime ancak istisnai anlarda ve özgün bir formatta inebilmekte idi: Bayramdan bayrama ve yılbaşlarında, erkek ağırlıklı pleb kitleleri biçiminde. Zımni bir konsensüs ile bu günlerde merkez nüfus geri çekilir, kimi kepenkler iner, alan 'varoş'a terkolunur. 

2010lara gelindiğinde bu durum, Hakiki Cumhuriyet kadroları açısından, açısından taşınamaz, kabul edilemez olmuştu: Eski elitlerin kuşkusuz hissettiği geçici rahatsızlıktan çok daha varoluşsal bir rahatsızlık sözkonusu. Çeper siyasi erki AKP eli ile çoktan elde etmiş olmasına, siyasal merkeze çoktan yerleşmiş ve orada konsolide olmuş olmasına rağmen, memleketin en merkezi mekanında her göründüğünde, hala fena halde çuvallamaktadır. Çeperin egemen sosyal formatı, 'aile'  bu sahne ile uyumlu değildir. buraya çekingen ve uzak durur. Çeper bu mekanda ancak istisnai 'karnevalesk' hallerde maç / asker uğurlama / bayram / yılbaşı vesileleri ile, orda da erkek yoğun, maço, 'edepsiz' hali ile 'temsil' olunmaktadır. Çeper sosyal düzeyde pleblerle özdeşleştirilme kısır döngüsünü kıramaz. Bu herkesten önce onlar adına siyasal erki elinde tutanlar için varoluşsal bir sorundur, mekan-politiklerinin psikolojik temelini oluşturur. Yeni Taksim, çeperin merkezdeki görünürlüğünü 'aile formatında' yeniden tesis ve dolayısı ile çeperin sosyal itibarını kurgulama projesidir. Artık burda görünürlüğünü tesis etmesi istenen çeper, bayramda Taksimden Karaköy'e kitleler halinde 'milli olma'ya giden güruh olmayacaktır. Sahnede boygöstermeye davet edilen, göç sonrası 3. kuşaktan itibaren konsolide olan, orta sınıflaşmış, tercihan otomobillenmiş ve artık kültür tüketiminden pay almaya da aday olan çeperdir. Çeperin merkezi mekanı kullanımı artık 'bekar' değil 'aile' formatında olmalıdır: Damsız olmadıkça, mekana sürekli ve düzenli girişleri garanti edilecektir.  Bu karşılaşmanın iki taraftan da fedakarlık ve uyum çabası isteyeceği sugötürmez: Biri için alıştığından daha mazbut ve ölçülü diğeri için alıştığı sınırları zorlamanın eşiğinde. 

Hakiki Cumhuriyet'in toplum mühendisliği konsepti netleşiyor: Beyoğluna, eski (merkez) ve yeni (çeper) orta sınıfları mutedil çizgide buluşturacak bir sosyal konsensüsün laboratuvarırolü yüklenmektedir. Şehirde bu şekilde kurgulanmış bir 'medeniyet' misyonunu layıkı ile üstlenebilecek ikinci bir coğrafya bulunmadığı aşikar. Yeni Taksim'i bir toplum mühendisliği projesi olarak, Yeni Beyoğlu Sahnesine giriş kapısı olarak gördüğümüzde, burdaki neo-oryantalist kışla ihyası da yerine oturuyor. Yeni orta sınıf aileler buluşmasının düzeyli ortamına giriş için uygun karşılıklı güven psikolojisini ancak tarihselci bir mekan kurgusu sağlayabilecektir. Muhalefet, bu mekanı yaşam tarzının kalesi kimliği ile tepkisel düzeyde savunduğu ölçüde anti-demokratik bir pozisyona savrulacak, iktidar yeni orta sınıf konsensüsün oluşumunu burada da hayatın genel akışına bırakmayıp iradi populist ve iradi mühendisçe müdahalelerle zorladığı ölçüde, aynı anti demokratiklkten payını alacaktır.

Benzer bir misyon küresel çeperin medeniyet dairesine çekilmesinde aracılık hevesi biçiminde beliriyor: Küresel alemin başlıca ötekisi müslüman Araplar, Arap baharı sayesinde ilk sınavı başarı ile geçmiş sayıldılar, ancak küresel sosyal vizeyi almaktan henüz uzaklar. Arayı kapatmak, küresel medeniyete akklimatize olmak  için AKP kendilerine Türkiye / İstanbul / Taksim dersini öneriyor: Bu yapılı çevre modernleşmesinin her iki, Osmanlı ve Cumhuriyet, Beyoğlu ve Taksim veçhesi ile de, arap coğrafyasında rol modelliğine uygun: Evdeki kolonyal mirasın göstergeleri ya da çok benzerleri burda karşılarına kolonyal olmayan, otantik bir modernleşme ve batılılaşma sürecinin göstergeleri olarak çıkıyor. Bu kez vurgu Arap dinkardeşleri nezdinde tam da Türkiye usulü modernleşme geleneğine sahip çıkma çizgisine kayıyor: Medeniyet dairesine girişte hamilik / abilik rolü ancak bu şekilde garanti edilebilir. 

İç mekan-politik açısından ise müslüman turistten, aynen batılı turistin eski elitler açısından oynadığı rolü oynaması bekleniyor: Yer tutması. O alana henüz bebek arabası ile çıkmakta çekinceleri olan Fatihlinin yerine bu işi yapması, bu rol ile sahne alması beklenmektedir. Yabancı sıfatı ve naifliği ile yerlilerin sahip -ve muzdarip- olduğu ideolojik bagajdan asude, burada doğal ve hakiki bir merakla varolabilir.  

Olası kışlanın neo-oryantalizmi bu grup için de geçişi yumuşatıcı, güven sağlayıcı akklimatize edici fonksiyonu ile tebarüz ediyor. Mümin mühendislerin formasyon ve ufku bu bölümde ifadesini bulan kültürel köprü, güven sağlayıcı giriş/kulis estetiği gibi  ihtiyaçlar konusunda ithal oryantalizmin kötü kopyalarından ötesini tahayyül etmekte zorlanıyor. Top mimarlarda, sanatçılarda olduğu kadar, eski cumhuriyetin ve eski merkezin elitlerinde de. Ayrıcalıklı bir gettoyu sürdürmeye çalışmakla yeni sosyal açılıma uyum sağlama arasındaki ince çizgide ciddi bir demokratlık sınavı verecekler.

Son şifre.
DARBENİN YUMUŞAK KARNI: YEŞİL 

Bunu henüz çok şükür ele geçiremedi iktidar. Burası da Darbenin yumuşak karnı. (Bu yazının omurgası oluştuktan sonra ortaya çıkan arkeoloji meselesi, bir an ikincisi olmaya aday görünmüştü) İktidarın başetmekte zorlandığı son meşru müdafaa sathı. Istanbulun merkezinde, telafisiz yeşil alan kaybının vebalini taşıyabilecek bir siyaset bugün itibari ile yok. "Bu projeyi yapıyoruz böylelikle daha çok yeşil alan sunmuş oluyoruz" diyecek halleri, hiç yok.

Vakt-i zamanında kışlanın yıkılmasında -tek değil ama- temel bir etken de, etrafındaki son boş veya yeşil alanların 20li yıllardan itibaren yapılaşmaya açılmış olması idi. Gümüşsuyu-Mete caddesi aksı mezarlık, dolayısı ile yeşil alan, Talimhane ise, ismi ne diyorsa o idi: askeriyenin açık talim alanı. Orası parka dönüşebilirdi, olmadı imara açıldı. Her yer yapılaşınca, kısmen harap durumdaki kışla tümden kaldırıldı, gezi oldu. Başta arkasındaki Maçka parkı ile bağlantılı idi: Ne Hilton, ne Hyatt, ne Interconti ne Gökkafes vardı, buralar birbiri ile bağlantılı yeşil alanlar ve bunun içindeki kamuya açık düşük yoğunluklu spor tesisi, şehir gazinosu gibi yerlerdi. Buraların 1950lerden 1990lara yapılaşması ile, Taksim gezisi, Maçka parkından izole bir son parçaya dönüştü. 

Kendini Genç Müminler olarak adlandıran bir grup, internette yaygınlaşan bildirilerinde, lafı dolandırmadan bu noktaya getirmiş. Kökten ontolojik bir perspektifle yazılmış bu metinde başbakan, belediye başkanı ve kışla mimarının Taksimde kesmeyi yeltendiği ağaçlar nedeni ile "sonlarının geleceği" ilan ediliyor:

" Milletimizin sayarak ve severek iktidara getirdiği bu iki yöneticimiz, milletimize ve tüm siyasi ikballerini borçlu oldukları Istanbul’a ve Istanbul’lulara bir ihanet içindeler.
...  yüzlerce yaşlı ağacı kesecekler. Bu ağaçlar, bu yöneticiler Dünyamıza gelmeden dikildi, büyüdü. Bu yüzlerce ağacın Allahü Teala ile muhabbetleri, bu ağaçların kökleri, bu iki yöneticimizden çok daha eskiye dayanıyor.
... tepkileri kaale almadan, kesecekleri yüzlerce ağacın hükmü ve cezası, Allahü Teala’nın tokadı olarak bu iki yöneticimize geri dönecek."

"İtihatçı artığı" bir Hakiki Cumhuriyet projesi olarak Yeni Taksim, kent hakkının en meşru damarlarına bastığı ölçüde, islami siyasal konsensüsün (Kurtulmuş transferi ile muhtemelen son kez ertelenen) sonuna işaret ediyor olabilir. Sıradan mümin için ağaç ağaçtır ve kimin diktiğine bakarak bazılarını ikinci sısnıf addetmesi ve kesilmesini mübah bulması beklenemez. Olası bir seçmen tokadı kapıda, seziliyor.  Derin devlet erkanı bu Tarlabaşı/Taksim aksına nedense pek düşkündür, ancak dünyevi tokat da burdan çarpar durur. Eski başkan bay Dalan'a da seçmen tokadı Parkotel ve Tarlabaşı tasarruflarında somutlaşan Taksim  politikası nedeni ile çarptıydı. Kayda geçmekte yarar var.

Dünyevi adalet konusu kalıyor: Kent hakkı ve kente karşı suç kavramı böyle bir kavramsal bütünsellik içinde henüz hukuk mevzuatımız içinde yeralmıyor. 5 kasım Darbesi, bu çaptaki kent operasyonlarının meşru   zemini nasıl oluşturulmalı, idarenin meşru hareket alanı ile orman hukuksuzluğunu ayıran ince çizgi nasıl tanımlanabilir gibi konularda düşünmenin ertelenemeyeceğini ve bu kavramların artık bu ülkede de standard hukuğun parçası haline gelmesinin zorunluluğuna işaret ediyor. Mekanpolitik de meşru ve hukuki yollardan sürdürülen bir mücadelenin parçası haline gelmeli. Elbette  mevcut hukuk da, bu yapılan karşısında çaresiz değil.

Bitirirken

5 Kasım 2012 Taksim Darbesi iki rövanşist gündemin çakışarak sinerji yaratması sonucu gündeme geldi. Eski Cumhuriyetten yenisine devredilen Devletin rövanşist gündemi kamusal alanı fiziksel olarak daraltmak ve buraya erişimi engellemek üzerinden şekilleniyor.
Yeni 'Hakiki' Cumhuriyet Projesinin özgün rövanşist gündeminde ise değişimin sembolik göstergeleri var. Mimari dil meselesi bu nedenle ön planda.İki antidemokratik rövanşist gündemin sinerjisinden toplum nezdinde meşru bir mekanpolitik çıkmıyor. Darbecilik, çıkıyor.

Bu yazı, 5 kasım darbesinin doğrudan teması olan Tünel İnşaatı ve Kışla İhyası konuları ile sınırlandı. Bu nedenle AKM, Tarlabaşı, olası Taksim Camii, Kongre Vadisi gibi konulara girilmedi. Oysa Taksim ve çevresi bir bütün (AKM  gibi) ve bütünlüklü bir master plan çerçevesinde ele alınması gerekiyor. Kağıt üstünde, kamusal olarak tartışılmış, üzerinde uzlaşılmış, açık kentsel tasarım ve mimarlık veya kentsel tasarım yarışmaları ile somutlaştırılmış şeffaf bir plan yok. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve belediye başkanı Kadir Topbaş'ın kafasında ise bir tür ilan edilmemiş master plan'ın olduğu, anlaşılıyor. Zamanı geldikçe parça parça "sızdırılıyor". 

Belli ki Taksim bir yer olarak sembolik önemini koruyacak. Ve Taksim, elbette dönüşecek. Mevcut hali ile kalması sözkonusu bile değil. Onu Arkaik Cumhuriyetin ikonası olarak dondurarak korumak isteyenlerin muhalefeti yenilgiye mahkum. Öte yandan zaten gündemde olan sosyal dönüşümleri doğal akışına bırakmak ve bunlara basitçe mecra açmaktansa yeni gerilimler ve fay hatları yaratacak sert müdahalelerle bunların altını çizmenin de alemi yok.  Yeni Taksimin demokratik bir toplum ve cumhuriyetin aynası olarak yapılanması hala gündemde. Taksim'de herkese yer var. Alanı daraltmaya değil açmaya basit müdahalelerle herkes için daha kullanışlı hale getirmeye ve elbette araç işgalinden kurtarmaya ihtiyaç var. Yapılması gerekenler ne karmaşık ne zor ne pahalı. Yaratıcı bir yeni siyaseti bekliyor.

Ne Osmanlı modernleşmesinden Cumhuriyete uzanan bir süreklilik fikri özünde yanlış ne de bunun Taksim meydanında bir sembolik anlatıya kavuşması fikri saçma. Türkiye Demokratik bir Cumhuriyete dönüşecek ise, siyaset de kuşkusuz Sened-i İttifaktan, Hatt-ı Hümayuna, ordan birinci ve ikinci Meşrutiyetlere uzanan bir geleneği yeniden gözden geçirmek durumunda. Eğer Taksim İstanbulun Demokrasi Meydanı olacak ise, bu yüzleşmenin sembolik işaretlerini de elbette taşıyabilir, ya da bunu taşımaya aday ilk kent mekanı da burasıdır. Ama böyle değil. Osmanlı ile yeniden karşılaşmanın olası en manasız ve yaratıcılıktan en uzak biçimlenişi ise o kışlanın intikamcı ve tarihselci bir ruh hali ile ihyası olacak. Kan davasına dönüşmüş bir "rövanşın rövanşı", ancak trajedi üretir.

Taksimde illa ki bir de 'Osmanlı eseri' ihya edilmesi  arzu ediliyor ise  orda -tüm badireleri atlataraktan- zaten durmakta ve yakın zamanda restorasyondan geçmiş olan Hg. Triada  var. Askeri değil, dini yapı ve bu özelliği sürüyor; En halisinden eklektik mimari örneği- klasik osmanlı, neoklasik ve neogotik üslupları sentezliyor-  yani tam arzu edilen mimari tadda; atlattığı tüm badirelere rağmen iyi kötü orijinal haliyle korunarak bu güne ulaşmış, 'çakma'sı değil, aslı. Kilise olmakla, teni politika ile İstanbula yüklenmesi arzu edilen medeniyetler köprüsü anlamının ideal taşıyıcısı olmaya aday. Proje ayrıca hem maliyetsiz, -Önündeki dönerci / hamburgerci cephelerinden arındırılarak görünürlüğü sağlansa, bu manada arzu edilen fayda ordan fazlası ile hasıl edilebilir.- hem de bu yolla rantın önünü keseceği için muhalefetin hayır duası bile alınabilir !

Siyasetin fiziksel mekanı olarak geniş kentsel alanlara ihtiyaç, hala var. Bu alanların şehrin ve hayatın içinde olması önemli. Taksim'de bu geleneğinin sürmesi önemli, ve bu, kesinlikle arkaik değil. Bu alan herkese lazım. Yeni demokratik bir siyasetin çizeceği çerçeve, bu konuda da çok daha yaratıcı, ve özellikle siyasetin üretim pratiği ile fiziksel kamusal alan arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayacak, siyasetin alanını genişletecek öneriler geliştirebilir.

Şu aşamada -ilk badire atlatılırsa tabi-  biçim ve biçeme takılmadan en temel sorular ve önermeleri tartışarak alıştırma yapmak belki de daha akıllıca: "Taksim bu binalarla da güzel". "Otobüsler kaldırılsa yetecek". "AKM 24 saat yaşatılsa, olacak". "Biraz yollar düzenlense, metro çıkışı o adadan kurtarılsa, insanlar ferahlayacak". "Gezi parkı otopark istilasından kurtarılıp biraz bakım görse, mükemmel bir mekan kazanacağız", "Meydan düzenlemesi düşük maliyetli, ama estetik, ve kullanışlı olabilir" ... vs.

 ***
Taksimin orta yerine, mesela metro çıkışına bir pergel koyun, 500 m lik bir daire çizin. Bu satırların yazarı, toplam ahir ömrünün 2/3 ünü bu dairenin içinde yaşadı. Bu nedenle, iyi kötü bildiği bir şeyden sözetti: Mahalle geyiği.