"TAYFUN SERTTAŞ"
Tayfun Serttaş Cumhuriyet döneminden iki büyük
stüdyo fotoğrafçısının arşivlerini, bunlarla birlikte gelen mesele ve tartışma
imkânlarını güncel sanatın gündemine sokan çalışmalarıyla tanındı. Matild
Manukyan gibi tarihsel figürler ya da Ortadoğu coğrafyasıyla ilişkilenmesi
üzerine kurduğu farklı işlerinde de tarihsel, toplumsal meselelerle çok açık
bir ilişki kurmaya devam etti. 15 Aralık’a kadar Pilevneli Project’te
izlenebilecek “Bazan”da ise farklı olarak, sanat üretimiyle ilgili sorularını
kendini merkeze alarak ve edebiyatla kurduğu ilişkiden beslenerek sergiliyor.
Gencay Ünsalan
Gencay Ünsalan
G.Ü: Genelde tarihle, başka sanatçılarla ilişkiye giren,
sosyal bilimlerden beslenen işlerinden farklı olarak “Bazan”da tam anlamıyla kendine döndüğünü
görüyoruz. Bunun nedenleri üstüne konuşarak başlayabiliriz istersen…
T.S: Doğrudur, benim çok tarihsel, kültürel,
sosyal, siyasal gibi gibi, proposal
üzerinden ilerleyen işlerimin yanında bu işin bir farkı var. Murat (Pilevneli)
artık proje yapma fikrini sorgular olduğum bir dönemde benden bir proje istedi.
“Bazan”, içinde bulunduğum bir kendimle hesaplaşma dönemiyle sanatçıya yüklenen,
ondan beklenen yaratıcılık halinin, o baskının denk gelmesinden doğdu
diyebilirim. Böylelikle projeyi bir soruya çevşirmiş oldum, ona çeşitli
yanıtlar aradım.
Biraz daha açar mısın o hesaplaşma halini; önceki
işlerinle olan bir hesaplaşmadan mı bahsediyorsun?
Daha fazlasını kapsayabilir. Ben kendiyle
mesafeyi bilimsel alandan koymuş biriyim. Sanatıma da bu perspektifte yansıyor.
Her sanatçı romantiktir aynı zamanda, romantizm asla bitmeyecek çünkü o bittiği
an her şey bitebilir. Fakat her sanatçının bunu yansıtma biçimi farklı. Bir
yandan bireysellik bu kadar ön plandayken, diğer yandan toplumsal gerçekçilik
böylesine konuşulurken benim arada kalan bir durumum, melez bir halim var. Foto
Galatasaray için üç sene boyunca film temizledim. Üç sene boyunca video, resim,
heykel yapsaydım, her şeyi kendi perspektifimle ortaya koysaydım toplamında
zannediyorum 20 ye yakın video 40-50 tuval resim bir çok proje çıkarmış
olabilirdim. Basit bir pragmatik hesapla böyle. Ama ben orada bir kadınla
ilişkilendim, empati kurdum ve üç sene boyunca onunla yaşamayı yeğledim.
Kendinle mesafeyi bilimsel alandan koymuş biri olduğunu
söyledin. “Bazan” da bu mesafeyi yok mu ediyorsun?
Bir bakıma üzerimdeki ciddiyeti de kırıyorum.
Beni başka işlerimden tanıyan izleyiciye, aynı zamanda yazar, araştırmacı
“Tayfun Bey” olarak bilenlere farklı bir açıdan yaklaşma imkanı sağlıyorum.
Kendinle kurduğun mesafeyi hangi noktada sorunsallaştırdığın önemli. Bugün yeni
aldığı ayakkabının resmini çizen sanatçı da var, “beni anla” diyor. Anlıyorum,
ama o kadar. Bu aralar doğuda batılı gibi davranmak çok moda, iyi gidiyor, iyi
de bir pazarı var. Bireysellik can kurtarıyor adeta. Ama benim öznelliğimin bir
tarihsel dayanağı var ve ben o tarihsel sürece salt kendi üzerimden bakma lüksü
görmediğim için başka meselelerle ilişkilendiriyorum. Bazı sorularım var;
kendimden yola çıkarak bir iş yaptığımda ben karar alma mekanizmalarının
neresindeyim ya da ne yapacağız? Örneğin sanatçı hep aynı şeyi üretmek isterse
ne yapacağız? Serginin içindeki “bazan” isimli enstalâsyonda 50’ye yakın farklı
medyumda “bazan” yazıyorum.
Medyumların senin üretimin olduğunu bilmeyen izleyici, arşivciliğini göz önünde bulundurarak farklı dönem ve yapıtlardan toplandığı izlenimine kapılabilir. Bu aynı şeyi üretmedeki ısrarını biraz daha açabilir misin?
Bazan odası dediğim alanda neondan, kumaşa,
kolajdan, fotoğrafa, seramikten, metale ve tuvale uzanan çok farklı
mediumlarda, farklı tipografilerde yazılmış “bazan”ları biraraya getiriyorum.
Bu kadar fazla bazan aynı odaya toplandığında izleyicinin aklına gelmesi muhtemel
sorulardan birisi, senin de dediğin gibi sanat tarihi içerisindeki
benzerlikler, ve bu benzerlikleri, bir biçimde ayıklamanın yöntemselliğine
dair. Diğer yandan, aynı konuyu sayısız kez baştan üretme fikri, bunun akademik
dünyadaki yansıması ya da “establish” tabir ettiğimiz türden, hep aynı tekniği
kullanarak üreten konforlu sanatçı tipinin pratiğine ironik bir gönderme olarak
okunabilir. Bir kelimenin farklı mediumlardaki tekrarlayan üretimleri, farklı
olguların hep aynı teknikle sembolize edilmesine bir tepki çünkü. Altında çok
büyük bir obsesyon da yatıyor, son 6 ay boyunca düzenli olarak haftada en az
iki “bazan” ürettim. Örneğin kumaş ile daha önce hiç girmediğim bir ilişkiye
girdim.
Serginin bir noktasında ise bir akdeniz foku heykeli ve Hayrinnusa Gül portresini aynı salonda görüyoruz, ikisini bağlayan nedir?
Serginin bir noktasında ise bir akdeniz foku heykeli ve Hayrinnusa Gül portresini aynı salonda görüyoruz, ikisini bağlayan nedir?
Adına “Akdenizli” dediğim o heykel hayatım boyunca yaptığım ilk hayvan heykeli, benim için Akdeniz’in tapusu. Doğu Akdeniz üzerine çok yoğunlaştığım, Akdenizliliği anlamaya çalıştığım, bir türlü dinmeyen bu sulardaki çatışmaların tarihine daldığım bir aralıkta, Yalıkavak’ta yaşayan son Akdeniz foklarından birisi daha vurulmuştu. Bu olay beni çok sarstı. Balıkçılarla bu hayvanlar arasında tarihsel bir rekabet var, foklar ağlara saldırıyorlar ve bu nedenle onları vuruyorlar, aslında bu canlının hiç doğal düşmanı yok. Yalıkavak civarında son dört birey kaldı, tüm Akdeniz’deki toplamları 80 civarında. Bu derece nadir bir canlıyı doğal ortamında görebilmiş biri olarak, kendimi şanslı hissederdim. O son olaydan sonra bir Akdeniz foku yapmak istedim, ve doğrusunu söylemek gerekirse altını daha fazla doldurmak istemedim, çok kırılgan.
Hayrinnüsa Gül benim için önemli bir figür. Salt varlığı ile dahi, Türkiye demokrasisine büyük bir iyilik yaptığına inanıyorum. Cumhurbaşkanı eşi olsanız bile, bu sistemde bazı kapıların nasıl yüzünüze kapanabileceğini hepimize gösterdi. O köşke girdiğinde - giremediğinde - yaşanan feci propaganda, ister istemez tüm duyarlı insanlarda bir reflekse yol açtı. AHİM’e kendi devletinin yaptırımlarını dava etmiş tek first lady olduğunu biliyorum, aynı zamanda Cumhuriyet tarihinin en genç Cumhurbaşkanı eşidir. O figüre belli bir mesafaden bakmayı çok istedim, kendisinin de beğenebileceği bir portresini yapmak istedim. Notr olarak, serginin o bölümünde Akdeniz foku ile başbaşa kalmaları fikrini çok sevdim. Yalnızca o bölüme özel bir kırılma var, orada bir nebze gerçeklikğe dönüyoruz, sonra hikayemize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Sergi metninde üç metin var İksir, Referans, İksir’i sen yazdın sanıyorum, kitap okuyan onun üzerinden kendini kurgulayan genç bir adam imgesi var. Kendinle mesafenin tespiti, hesaplaşma halinle edebiyatın ilişkisi nedir?
Daha önce kendimi parodik bir şekilde
araçsallaştırdığım işler oldu. Ama bunlar benim iç dünyamla ilgili değildi,
öznesi ben değildim. “Kendimle ilgili ne yaparım, kendime kapandığımda,
kimseyle paylaşmadığım zamanımda ne yapıyorum?” diye düşündüğümde edebiyat
okuyorum, çok seviyorum. Türk Edebiyatı’ndaki yazarlara bakıyorum, onlar
arasında belli benzerlikler kuruyorum, ipuçları topluyorum. Edebiyata
imreniyorum, edebiyat bana her zaman daha doğruyu bulurmuş gibi geliyor. Evet
“İksir”i ben yazdım. Aslında yazan ama yazdığını çok az yayan biriyim.
“Ortadoğu Havayolları” sergisiyle döndüğün, Beyrut’ta
yaşadığın bir dönem var. Oradan sonra mı bu içine kapandığın sürece döndün?
Benim için önemli bir yer Beyrut. Kendime ait
bir okumam, tosladığım duvarlar var; Beyrut benim için çok kalın bir duvardı.
Yorgun ve hasta döndüm. Umutsuzluğun yoğun olarak hissedildiği, “Peki şimdi ne
yapacağız?” sorusuna yıllardır cevap üretememiş bir yer. Biraz da “yaşayabilir
miyim?” diye düşündüm. Sanat piyasasında olanaklar, dinamikler çok büyük ancak
her şey bunlardan oluşmuyor, yapamadım.
Neydi sana Beyrut’ta yapamayacağını hissettiren?
10 senenin üzerinde minorities çalışmış birisi olarak bütün o minorities kurgusunun içeriden nasıl çöktüğünü görmek kolay değil.
Biliyorsun orada bir azınlık iktidarı vardı ve yapılar tamamen bunun üzerine kurulu.
Beyrut’ta durum biraz, hikâyenin sonunu izlemek ve bu hikayeden, büyük
mücadeleden ve kazanımlardan sonra bile elde hiçbir şey kalmadığını görmek
demek. Kimlik politikaları içinde iş üreten biri olarak kendimle yüzleşmeye
başladım. Gerçi bu duruma benden çok üzülmesi gerekenler vardır ama…
Türkiye’de tarihsel bellek, kimlik politikalarıyla ilgili
güncel sanat alanında çalışmış biri olarak bu politikalara dair bir umutsuzluğa
mı kapıldın?
Bu yüzleşmeyi hep yapamıyoruz. Ben şimdi sana
artık zar zar zar bilmem kimlerin durumundan bahsetmeyeceğim. Uzun süre bir
arada olmayı çözümlemiş insanlar olarak artık bir arada değiliz. Tanzimat
sonrası oluşan kısa refah dönemini çok kurtarıcı bulan, oradaki çözümlemenin bu
günde kullanılıyor olmasını savunanlardan biriyim. Neo-Osmanlıcı değilim ama
orada bir şey vardı. Beyrut benim için çok objektif olarak kafamdaki büyük
Osmanlı metaforunun da yıkıldığı yer oldu. Artık bugün belki de şunu konuşmak
gerekiyor; uzun süre bir arada olmayı çözümlemiş insanlar olarak bir arada
değiliz. Bu kadar kindar, öfkeli olmamak gerek. Kimlik politikaları hep sarpa
sarar, insan düşer, paçaları kirlenir.
Ezilen, sömürülen grupların görünürlük mücadeleleri,
kendi geleceklerini belirleme hakları mı sorunsallaştırılması gereken?
Ortadoğu’da bu kadar radikal talep edilecek
bir şey yok. Hepimiz haksızlığa uğruyoruz, benim de süregiden mahkemelerim var.
Tabi bir taraftan sistemin tepeden inen ve tabanı hiç görmeyen hali buna yol
açıyor. Suriye iyi bir örnek. Suriye tam da Türkiye gibi kendi içerisinde
hiçbir zaman modernizm talebi çıkmamış bir yerdir. Batı kolonyalizmi arkasında
bu adamları bıraktı: Mübarek ve orijini, Esad ve orjini… Sonuçta Büyük Ortadoğu
Projesi’ne çıkan bitmemiş bir hesap var. Orada hala bütün denizaşırı güçlerin kozlarını
paylaşma arzuları var. Suriye halkın seçmediği bir diktatör tarafından “pause”a
alınmıştır. Suriye’de zaman durmuştur, gitseniz onların küreselleşmeyle
ilişkileri yoktur, boşlukta beklerler.
Ortadoğunun geneline dair söylenegelen şeyler; Arap Devrimleriyle
değişmedi mi?
Kendi içlerinde her zaman bir dinamik vardı,
ilk kez tabandan güçlü bir muhalefet gelmiş oldu. Halktan bugün bir muhalefet çıkması kesinlikle
desteklenmesi gereken bir durum. Ama diğer yandan bu kadar gücün buna müdahale
etmesi, kendi çıkarına manipüle etmesi, marketing gibi ilerletmesi ki
Türkiye’de bu güçlere dahil, kabul edilebilir bir şey değil. Bu bir kırılma
dönemi, bir daha hiçbir şey Ortadoğu’da eskisi gibi olmayacak. Entelektüeller,
sanatçılar Ortadoğu’ya dönmeye başladıklarında hiçbir şey eskisi gibi
yaşanmayacak. Haklı demokratik talepleri var ama dış güçlerin müdahalesine
karşı uyanık olunması gerekiyor.
Arap dünyası çok büyük bir case, çok umut görüyorum. Solculukla, kimlik politikalarıyla, İslamla, entelektüel özgürlükleri eşlemeyi bilen, melez bir düşünce dünyaları var. Batı kadar keskin ve analitik düşünmedikleri için çok daha esnek, ortak paydada buluşma ihtimalleri daha yüksek insanlar. En çok ihtiyaçları olan kendi başlarına kalabilmeleri. Türklerle Kürtlerin de buna çok ihtiyacı var.
Öfkeni, muhalefetini egemen yerine kendine benzeyene,
birlikte hareket edebileceğine yönelttiğinle ilgili eleştiriliyorsun…
Bana hep dediler ki, sen sürekli muhalifleri
eleştiriyorsun bir gün de kalk iktidarı eleştir bakalım. Ben hayatım boyunca
iktidar partisine oy vermedim. Şu güne kadar oyumu bağımsızlara verdim, kamuya
karşı da gayet tabi içeriyi eleştirdim. Bu da sanki iktidarı çok destekliyorum
gibi anlaşıldı. İlgisi yok. Birincisi sürekli iktidardan şikayetçi olmak
faydasız, ikincisi ben iktidar değilim, üçüncüsü iktidarın ne olduğu her gün
hayatımda zaten. Hayatımdan çok memnun olmadığım da ortada. Neden sürekli bu
mastürbasyonu yapayım? Ben eleştirilerimi kendimi bir köşeye koyarak dile
getiriyorum. Bazıları benden neyin iknasını bekliyor anlamıyorum. Sürekli
olarak benim saçlarım kahverengi dememe gerek var mı? Sen saçlarını sarı yapmak
istiyorsan orealin saç diplerine getireceği problemleri konuşursun değil mi?
Sürekli saçım kahverengi diyerek olmaz. Ben hangi nedenle egemenin bir parçası,
müttefiği olabilirim? 35 nedenle outsider olarak yaşıyorum bu ülkede.
Benim muhalefet içerisinde sormam gereken
sorular var. Muhalefet de kendini egemenden klonlar ve içinde öyle bir iktidar
inşa ederse ben tabii ki onu sorgulayacağım. Katkı sunmak diye bir şey var ve
katkı her zaman hediye paketinde gelmiyor. Bugün entelektüel bir irade varsa
kriz çıkarmak için de var. Entelektüelin meşru görevlerinden biri kriz
çıkarmak, boncuk dağıtmak değil. Sanatçı sadece sistemi değil, kendi
değerlerini de sorunsallaştırdığı ölçüde sanatçı. Çünkü o sistemin içinde sen
de varsın ve o kadar günahsız değilsin.
Evet sanatçı da her insan gibi sonsuz potansiyele sahip değişebilen bir varlık;
peki bir ilişki kurmaya, ortak bir dil üretmeye başladığı zaman belli ilkelere,
ortak kavramlara, sınırlara ihtiyacı yok mu?
Aynı zamanda ortak dili üretme kaygısına bir
tepki olarak ortaya çıktı postmodernizm. Ortak dil üretme ve ona uyma
zorunluluğu başlı başına bir problemdir sosyal bilimlerden sanata, mimariden
psikolojiye... Bugün bireyselliklere başka şekilde dönelim derken niyaz buydu.
Ortaklaşma meselesi bence ayrıştıran şeye dönüştü. Benim için ortaklık
farklılıkların yan yana durmasıdır, mevcudiyetlerin yan yanalığından doğar
ortaklık. Eğer Cumhuriyet teorisyenleri başarıya ulaşsaydı, bugün Polonya ya da
Estonya gibi son derece içine kapalı ve “harikülade modern” bir Doğu Avrupa
toplumu olarak olarak depresyondan çöküyor olacaktık! Ben mevcut durumdan bir
defa son derece memnunum. Hep söylüyorum, yaşamak, üretmek, düşünmek için
muhteşem bir yer Türkiye, dinamikler çok iyi, yeter ki kan dökülmesin. Yoksa
çok keyifli bir yerdeyiz.
Sence günümüzde sanat kime konuşuyor ve sen kime konuşuyorsun,
kimle konuşmak istiyorsun?
Benim sergilerimin bir tarafı da, Kurtuluş’tan
hayatı boyunca hiç sergiye gitmemiş yayanın kalkıp gelip kendini tag’lemesi.
Solo sergilerimin, özellikle arşivlerin açılışlarına sanat izleyicisinden
ziyade “sokaktaki adam” geliyor. Bir şekilde o projeler çok insan için sanatla
kurdukları ilk ilişki oldu ve bana sonrasında gelip soruyorlar, “Nasıl oluyor
bu sanat, bizle ilgili bir şey çıkar mı?” daha... Sanat izleyicisi zaten çok
akıllı, bu konuda çok temkinli, neyi nasıl okuması gerektiğini bilen; onlar tüm
dünyadalar. Ama benim belirttiğim ilişkinin kamusal bir tarafı var. Bu bağlamda
hiç sanat için sanat yaptığımı düşünmüyorum. Diğer taraftan sanatın kendi
içinde tartıştığı konularla çok ilişkiliyim. Bir taraftan kendi pozisyonumu da
sorgulayan, serginin kuratörü müyüm, sanatçısı mıyım, araştırmacısı mıyım
belirsiz bir alan yaratıyorum. Kendi başıma ürettiğim sanat haliyle daha
bireysel oluyor. Kendime böyle bir hak tanıyorum. Biraz da “establish artist”
dediğimiz tipi kırmak var bunun içinde. Bir fuara işim konulduğunda birçok
koleksiyoner beni anlamaz.
Sermayenin sanatla kurduğu ilişkiyi nasıl
değerlendiriyorsun?
Sermayenin sanatla kurduğu ilişki, sermayenin
buzdolabıyla kurduğu ilişkiden farksız: güven. Güven de şuradan geliyor. Sen
sürekli aynı bardağı üretirsen güvenilirsin ve sana yatırım yaparlar. Ama eğer
benim gibi, onlara göre; gidip o depolardan filmleri çıkarıp gösteriyorsan,
ondan sonra gidip bebek arabalarıyla iş yapıyorsan, ondan sonra gidip sandalyeleri
kesip duvara diziyorsan “heralde” diyorlar “bunun özel bir durumu var”. Bu
bağlamda ben çok konforsuz bir sanatçıyım. Bu işlerle uğraştığım zamanın
yarısıyla birbirine benzeyen 300 tane resim çizseydim baya rahat konuşuyor
olurduk şu anda senle.
Holding sponsorlukları, bankaların yatırımları,
galerilerin rolü, sanatçının ve sanat piyasasında çalışan insanların
emeklerinin nasıl karşılık bulduğu, gibi sanat ekonomisinin geneliyle ilgili
fikirlerin neler?
İki yerden yaklaşabiliriz; ilk olarak çok
kuşkucu “bizden ne istiyorlar, kendi vergi indirimleri var” tarzı. Öte taraftan
şu da var, devletin sanata fon ayırdığı bir çok ülkenin sanatından çok daha
özel, otonom, sözünü daha rahat ve sansürsüz söyleyebilen bir sanat ortamı
doğdu. Eğer biz bugün bir güncel sanat yükselişinden bahsediyorsak, özel
sektörle işbirliğimiz sayesinde. Çünkü özel sektör çok radikal bir şey yaptı:
bu alanı himayeden kurtardı. Himayedeki alanlardan biri tiyatrodur, hali
ortada. Plastik sanatlar değildi. Özel sektör sana “beni tehdit eder mi, acaba
eleştirir mi?” diye paranoyak bir şekilde bakmıyor. Özel sektör senle iş
yaparak kazanacağını kazanıyor. Bugün sanat alanında ayakta durabiliyorsan özel
sektör sayesinde. Evet çok kötü özel sektör, e peki ne yapacaksın? Haliç’teki
kayıkçılar mı para toplayıp sanatı destekleyecek? Bugün Kürt ekolü dediğin
ekol, o şanstan doğmuştur mesela. Bugün eğer cinsellik güncel sanatta hiçbir
sanat alanında olmadığı kadar rahat telaffuz edilebiliyorsa o şanstan
doğmuştur.
Burada kriter özel sektör değil, kriter o
kurumların direktörlerinin kim olduğu, oraları nasıl evrilttiği, nasıl
yönetildiği, o imkanı alıp kime nasıl paylaştırdığıdır. Bunun içinde Borusan
gibi kötü bir örnek de var, İKSV gibi Türkiye’deki duruma özel bir tekel de
var, ayrı bir doktora tezi konusu oldukları için o konuya hiç girmeyeceğim ama
yine de statükoyu kırdı özel sektör. Yoksa biz hala Cumhuriyet sergilerine
gidiyor olacaktık.
Galerilerle ilgili büyük sorun ise şu:
Galericiler büyük aktörler olmalarına rağmen işin ticari, popülist tarafına
kafayı fazla takıp kendi güçlerinin farkında olmayan bir noktaya koşarak
güçlerinden ödün veriyorlar. Süreci yavaşlatıyorlar. Hala arada bir non-profit
proje koyan, galerisi dışında sanatçıyla proje yapan, arada bir öğrenci sergisi
yapan bir galeri yok Türkiye’de. Çünkü hiç risk almak istemiyorlar. Sorun bu,
yoksa parayı nasıl paylaşıyorlar, dağılımda “onlar ne kazanıyor, bana ne
kalıyor”u hiç önemsemiyorum. Ama ben isterim bir galeri aynı anda hem
Hafriyat’ın hem Galerist’in yapabileceği şeyi yapabilsin.
Bu sergiden sonra ne olacak, neyle ilgileneceksin?
Hiçbir şey yapmayacağım, gideceğim herhalde.
Nereye gideceksin?
Bilmiyorum. Üzerine çalıştığım birkaç proje
var. Halep’te bir arşiv vardı, Halep’teki o arşivi merak ediyorum. Hala yerinde
mi acaba, kaygılanıyorum.
..............................................................
"TAYFUN SERTTAŞ" / Telgraf Sanat - Gencay ÜNSALAN Sayı: 3 Aralık - 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder