18 Aralık 2010 Cumartesi

Moskova Pogromu!

Futbol ile yakından uzaktan alakası olmayan Rus skinhead ve Neo-Naziler, bir haftadır Spartak Moskova tribününü bahane ederek tüm Moskova'da Kafkas avı başlattılar! İktidar partisi “Birleşik Rusya” tarafından desteklenen faşist saldırganlar, Moskova sokaklarında Kafkasya kökenlileri linç etmeye devam ediyor!


Rusya'nın 10 yıldır ektiği nefret tohumlarının hasat zamanı geldi. İçeriden ve dışarıdan yapılan tüm demokratik uyarılara kulaklarını tıkayan hükümet, karşı karşıya kaldığı her halk muhalefetini askeri güçle bastırıp, karşısına dikilme cesareti gösteren pek çok bireyi katletti. İktidar partisinin etrafında örgütlediği yüz binlerce genç Neo-Nazizm’in kollarına terk edildi. Ülkenin federal yapısı adım adım dinamitlenirken, federal kültür tümüyle hafızalardan silindi. Ve şimdi yükselen radikalizmin şafağında bize şu cümleyi söylemek düşüyor: Günaydın Faşist Rusya!





Olay kısaca şöyle; geçtiğimiz hafta Rusya’da bir futbol müsabakası sonunda çıkan kavgada bir Rus skinhead, Aslan Çerkessov isimli Kafkas kökenli taraftara saldırdı. Silahlı saldırıyı gerçekleştiren bir Rustu. Fakat Aslan Çerkesov'un atik nefsi müdafası sonrası, silah saldırganın bedeni üzerinde patladı ve saldırıyı gerçekleştiren kişi hayatını kaybetti. O günden beri, başta Moskova olmak üzere tüm Rusya'da faşist gruplar zincirden boşalır bir hızla Kafkas avı başlattılar! Hepimiz biliyoruz ki, eğer ölen kişi saldırıya uğrayan Aslan Çerkessov olsaydı, olaydan sonra tek bir Rus'un burnu kanamayacaktı. Bir Çerkezin meşru müdafasına dahi katlanamayan Rus faşistler, fanatik arkadaşlarının 1 milyar promil alkollü kanını yerde bırakmamaya and içtiler! Tüm geçmiş pogrom fitillerinde olduğu gibi, bu olayın bedelini de, başta Moskova olmak üzere tüm Rusya'da yaşayan Kafkas azınlığın linç edilerek ödemesi gerekiyordu. Orada yaşayan bir arkadaşım, gün içerisinde dahi Kafkas kökenlilerin yatay pozisyonda arabaların altına saklanarak kendilerini şiddetten korumaya çalıştıklarından bahsetti, daha bu sabah.. Hiçbir şey bitmiş değil. Moskova'da akşam 10'dan itibaren yabancılar için metroya binmek hala imkansız, şehrin tüm sokakları 10 - 15 kişilik gruplar halinde kendisine Kafkasyalı arayan faşist çetelerin kontrolü altında, polis konuya gereken ciddiyetle yaklaşmıyor ve orada gerçek bir pogrom tüm şiddetiyle devam ediyor!

Bu korkunç sürecin başlamasına ve bu noktaya gelmesine çanak tutan Kremlin yönetimini lanetliyor ve kınıyorum! Şu saatten sonra Rusya'yı faşist bir ülke olarak ilan etmenin hiçbir abartılı tarafı olmadığını düşünüyorum. Tanrı, bu korkunç günlerde yaşamını orada sürdürmek zorunda olan Kafkas azınlığın yardımcısı olsun..

Moskova meydanlarında Neo-Nazi izdihamı;

Putin hükümetinin gençlik partisi Naşi'ler başta olmak üzere belirli çevrelerden hala büyük destek gören ve dünyanın en kitlesel ırkçı topluluklarından birisini oluşturan Rus Neo-Nazileri 2009'da şiddet uyguladıkları 297 kurbanın 52'sinin ölmesine neden oldular. 2010'da bu rakam 167 kurban ve 19 ölümle sınırlı kalmıştı. Bu haftaki gelişmelerin ardından dünya kamuoyundan gerekli tepkiler gelmediği taktirde bu listeye yeni masumların eklenmesi supriz olmayacak gibi görünüyor. Son bir haftadır Moskova'da sosyal yaşam fotoğraflardaki kalabakların ezici kontrolü altında;



17 Aralık 2010 Cuma

ali ile ben

hoxton station'ın
en nefret ettiğim
çaprazında
kepenkler, yine inmiş
biz yine
night bus'a kalmış iken
sprey kıvamlı british yağmuru
yüzümüzü
sırılsıklam etmiş iken
eksi üç derecede
arap kumarhanesinden.
ali ile ben,
üstelik ali
diz çöktüğü kaldırımda
filistin arapçasıyla
ağlar
ben hoxton'ın çaprazından
türk ingilizcesiyle
küfür sallar iken
sanırım o esnada
oldu bu.

16 Aralık 2010 Perşembe

6 saatte Büyük Britanya ve Virginia Woolf'un kederi.

Kuzey Denizi boyunca İngiltere - İskoçya arasında süregiden 6 saatlik bir tren yolculuğundan daha fazlasını arzulamamıştım son bir haftadır. Londra'nın neon ışıklı sentetik nemli kasveti artık içimi ürpertiyor, kendi kendimi provake ederek "acaba sorun bende mi?" demeye başladığım yeni bir tahrik dönemine giriyordum. Kuşkusuz, bundan fena halde haz alıyordum bir yandan. Fakat büyük bölümü sonsuza dek körelmiş durumdaki zevk sinirlerimin son micro noktalarının da o şehirde nasırlaşmasını istemiyordum. Londra'dan çıkış yapmayı, Londra'ya giriş yapmaktan çok daha fazla sevmiştim. O kadar fazla çıkamayan vardı ki, onun sınırlarını terketmekten, konfora dair bir haz alır oldum.

Britanya'nın Doğu sahilleri boyunca uzanan - neredeyse birbirinin aynı - topografyaların köşeciklerine kurulu küçük kasaba ve şehirleri izlerken, aynı fotoğrafın bilmem kaçıncı edisyonunu görmenin hipnotik etkisi karşısında kayboluyor gibiydim. Britanya önce başa sarıyor, sonra tekrar başa sarıyor ve tam bitti derken bir daha başa sarıyordu. Britanya başka bir yerdi. Onun, kendisini bana sonsuz ters yüz edip göstermesine tanık olurken, hislerim ve zihnim arasında yeni bir muğlak alan keşfetmeye çabaladım. Onunla empati kurmuyordum fakat bundan etkileniyordum. Bir an, onun için bir şiir yazmayı dahi arzuladım. Sonra vazgeçtim. Whisky içip, objektifimi cama dayadım. Yaşamımın bu 6 saati boyunca, sonsuz kez aynı fotoğrafı çekmek istedim. Parmaklarım deklanşöre basmaktan morarıp yorulsun istedim. Yoruldukça unutmak istedim. Londra'yı ve kentin ara sokaklarında bıraktığım tüm diğerlerini.. Yarı yolda, bir kez daha bırakmak istedim.