16 Aralık 2010 Perşembe

6 saatte Büyük Britanya ve Virginia Woolf'un kederi.

Kuzey Denizi boyunca İngiltere - İskoçya arasında süregiden 6 saatlik bir tren yolculuğundan daha fazlasını arzulamamıştım son bir haftadır. Londra'nın neon ışıklı sentetik nemli kasveti artık içimi ürpertiyor, kendi kendimi provake ederek "acaba sorun bende mi?" demeye başladığım yeni bir tahrik dönemine giriyordum. Kuşkusuz, bundan fena halde haz alıyordum bir yandan. Fakat büyük bölümü sonsuza dek körelmiş durumdaki zevk sinirlerimin son micro noktalarının da o şehirde nasırlaşmasını istemiyordum. Londra'dan çıkış yapmayı, Londra'ya giriş yapmaktan çok daha fazla sevmiştim. O kadar fazla çıkamayan vardı ki, onun sınırlarını terketmekten, konfora dair bir haz alır oldum.

Britanya'nın Doğu sahilleri boyunca uzanan - neredeyse birbirinin aynı - topografyaların köşeciklerine kurulu küçük kasaba ve şehirleri izlerken, aynı fotoğrafın bilmem kaçıncı edisyonunu görmenin hipnotik etkisi karşısında kayboluyor gibiydim. Britanya önce başa sarıyor, sonra tekrar başa sarıyor ve tam bitti derken bir daha başa sarıyordu. Britanya başka bir yerdi. Onun, kendisini bana sonsuz ters yüz edip göstermesine tanık olurken, hislerim ve zihnim arasında yeni bir muğlak alan keşfetmeye çabaladım. Onunla empati kurmuyordum fakat bundan etkileniyordum. Bir an, onun için bir şiir yazmayı dahi arzuladım. Sonra vazgeçtim. Whisky içip, objektifimi cama dayadım. Yaşamımın bu 6 saati boyunca, sonsuz kez aynı fotoğrafı çekmek istedim. Parmaklarım deklanşöre basmaktan morarıp yorulsun istedim. Yoruldukça unutmak istedim. Londra'yı ve kentin ara sokaklarında bıraktığım tüm diğerlerini.. Yarı yolda, bir kez daha bırakmak istedim.




























































Hiç yorum yok: