6-7 Eylül pogromu üzerine okuduğum belki yüzlerce tanıklıktan en çarpıcı ve akılda kalıcı olanı, Beyoğlu'nda yaşayan ve cümle kurulumundan orta sınıfı temsil ettiği anlaşılan bir Türk'e aitti, beyefendi sürecin öncesi ve sonrasını şöyle analiz ediyordu;
"Bu olaylar iyi oldu diyemem ama olaylardan sonra biz Beyoğlu'nda insan muamelesi gördük. Alışveriş yapmak için dükkanlarına girdiğimiz Rumlar, bizimle burunlarının ucuyla konuşurlardı. Muhatap olmak, selamlaşmak istemezlerdi. Hatta bazıları mal satmak istemezdi. Olaylardan sonra, aynı dükkan sahipleri bizleri kapıda buyur etmeye başladılar…"
Bu birkaç cümlelik analiz, itiraf, aslında sürecin psikolojik arka planını yansıtması açısından bence birçok Rum'un o günlere dair tanıklığından daha çarpıcı. Türklerin temel tezi sınıfsaldı ve devlet eliyle körüklenen sosyo-ekonomik kutuplaşma, Türk tarafının vicdanını rahatlatan bir sav olarak belli ki içselleşmişti. Hafızalarda bugüne taşınan bir argüman olarak; "insanca muamele görme" isteği… En evrensel talep! Hangimiz aksini iddia edebilir?
Gerçekten tüm Rumlar dükkanlarına giren Türkler'e kötü davranıyor muydu(?), bilemeyiz ama en azından hepsinin böyle davranmadığına adımız kadar emin olabiliriz. Muhtemelen tek bir vaka üzerinden, ya da vuku bulan tek bir olaydan, tüm toplumun karakteri "abartılarak" analiz edilmeye çalışılıyordu. Bu basit nedensellik; "insanca muamele görme" isteği, karşı bir şiddetin meşrulaştırıcı aracı olarak sonuçları günümüze uzanan bir travmanın ruh iklimini yaratacaktı.
Günümüz Türkiye'sinde benzer bir "insanca muamele görme" isteği, hiç olmadığı kadar geçerli bir sav olarak bu kez toplumun laik ve muhafazakar sınıfları arasında dile getiriliyor. Laikler tarafından kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla söylemine güç katan muhafazakarlar, 12 senedir iktidarda değillermiş gibi, varoluşlarını hala belli bir "mazlum" tanımına bağlamayı uygun buluyorlar. Belli ki böylesine geçerli ve evrensel bir zeminin kaymasını istemiyorlar. Bir yarım asır daha kullanacaklarına, şimdiden emin olabiliriz.
Diğer yandan, İstanbul'da bugün bir kadının diz üstü etekle tacize uğramadan rahatlıkla kamusal alana çıkabileceği kaç semt kaldı bilmiyoruz. Fakat tacizin nedeni kesinlikle cinsel değil, sınıfsal ve kültürel, onu çok iyi biliyoruz. Buna karşın muhafazakarlar, kendilerini hala kamusal alanda ifade edememekle tanımlarken heyecanlarından pek bir şey kaybetmiş görünmüyorlar.
Gündelik detaylardan bu toprakların en tarihsel siyasi geleneğine dönersek, kısaca: vaktiyle 'sizin' çaldığınızı, bugün birileri gelip 'sizden' çalıyor… Hırsızlık yalnızca mala mülke göz dikmekle vuku bulmuyor.
Gündelik yaşam kültürü, kent sokaklarında bir şekilde eksen değiştirirken, 1950'li yıllarda insan muamelesi görmek isteyen Beyoğlu sakini beyaz Türk beyefendinin torunları, bugün aynı kentin sokaklarında muhtemelen Rumlardan görmeyecekleri bir (kötü) muameleye maruz kalıyorlar. Belki de Rumların, kent kültüründe aktör olduğu "modern zamanları" özlüyorlar…
Her sahnesini çok iyi bildiğimiz bu senaryoyu, şimdi nasıl baştan yazabiliriz? Sanırım artık bunu konuşmaya başlamamız gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder