Eser BAYKUŞ
En kısa ve kaba haliyle disiplinlerarası çalışıyorum. Ancak bu yalnızca kullandığım mediumları belirlemiyor. Güncel, modern ya da historisist, farklı dönemler arasındaki bağlantıları ve ortak kaygıları, bazen ise kopuşları irdeliyorum. Temsiliyet bu bağlamda üzerine durduğum temel başlıklardan biri. Küçük gruplar sosyolojisi, sosyal bilimler eğitimimden itibaren çalışmakta olduğum bir diğer başlık ve haliyle bugün her İstanbullunun ister istemez kendini içinde bulduğu kentsel problemler, göç ve kültürel transformasyon mesai ayırdığım konular arasında.
Türkiye güncel sanat ortamı hakkında genel düşünceleriniz nedir?
Türkiye'deki güncel sanatta diğer birçok mecra gibi "gelişmekte olan" kulvarında henüz. Gençlerin ilgisi yüksek, bunun yanında önceki kuşaktan sanatçıların geç de olsa haklarının teslim edildiği önemli sergiler görüyoruz. Çok olumsuz bakmıyorum ama İstanbul'da hala küresel ölçekte abartıldığı kadar kuvvetli bir sanat ortamı yok. Çünkü gerçek anlamda teşvik yok. Zemin çok kaygan ve bu kaygan zeminde ayakta kalmaya çalışan sanatçıların bir çoğu bence çıkmaz içinde. Teminatsızlık Türkiye'de büyük bir hadisedir. Bu topraklarda sanata teminat tanınmıyor ve bu durum içgüdüsel bir tedirginliğe yol açıyor… Buna karşın Nobel'den, Altın Palmiye'ye, bienallerden, müze koleksiyonlarına değin uluslararası çevrede Türkiye'yi en yoğun şekilde sanat(çılar) temsil ediyor. Tüm olumsuzluklara rağmen plastik sanatlarda devrim sayılabilecek dönüşümler yaşandı. Türkiye bu alanda bir çekim merkezi olma yolunda… Üstelik yalnızca bireysel çabalarla. Karşılığında ise bir futbola yapılan yatırımın çok azını dahi göremiyoruz. Bu da kalıtsal bir küskünlük hissine yol açıyor.
Sosyal medyanin sanata olan etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bazı sanatçılar sosyal medya sayesinde galerilere gerek kalmadığını düşünüyor…
Sosyal medya, sanata etki edebilecek düzeyde bir mesafe edinmiş değil. Oraya dahil olabilmek için belli bir seviyeye inmek gerekiyor. Bunu küçümsemek için söylemiyorum fakat ciddiyeti ve etki alanı hala muğlak. Bir sanatçının galeriye sosyal medya olmasa da ihtiyacı yok, eğer kıstasımız galeriler ise bilemem, hiç öyle bakmadım... Beni teorik bağlamda süreci nereye taşıdığı ilgilendirir ki, sosyal medyada uzun süre daha bu yönde bir ışık göremiyorum. Diğer yandan yeni bir aktivizm alanı yaratıyor ki, bu tarafı daha elzem. Yeni örgütlenme biçimleri ve demokratikleşmeye katkısı çok yüksek. Bireysel alan kapalı kutu olmaktan çıkıp git gide şeffaflaşıyor, yeni iletişim olasılıkları gelişiyor, fakat bunlar da salt sanat üzerinden tartışılmaması gereken başlıklar.
Geçmişten farklı olarak günümüz sanatçılarının genelde apolitik olduğunu görüyoruz. Oysa sizin zaman zaman sözünü sakınmayan çıkışlarınızın olduğunu görüyoruz. Sanatçı-politika ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün açıkça sanatçıların hedef gösterildiği ve sanatçı aşağılamanın makbul karşılandığı bir ortamda yaşıyoruz. Popüler sanatçıların durumu da bizlerden farklı değil. Hatta bazen daha açık şiddete maruz kalabiliyorlar çünkü kamu nezdinde tanınıyorlar. Böyle bir ortamda politik olmayıp, ne olmak gerekiyor? Evet biz bu kadar politize olmayabilirdik ama Türkiye'de insanlara dayatılan bir şey politika. Hayatın başka şekillerde mümkün olabileceği algısı tamamen silindi, gündelik yaşamın akışına müdahale edildi. Bu noktada sanatçısı, bilim adamı kalmıyor, hepimiz işkence gördük. Fakat sanatçılar her anlamda incitildiler, hayatları boyunca zaten devletten destek görememiş, yer kürede tutunabileceği sayısız merkez varken burada kalmaya ısrar eden romantik insanlarız en nihayetinde. Bir söz yazarına, bir yönetmene, bir oyuncuya neden bu nefret, anlamak güç…
Sekiz ay boyunca mutfağımda gaz maskesi ile yemek yaptım, çünkü Taksim Meydanı'na 200 metre mesafede bir evde yaşıyorum. Sonbaharda canımı zor attım yurtdışına, sağlığım tamamen bozulmuştu, nefes alamıyordum... Henüz bir hafta önce geri döndüm, düşünün ben son bir seneye yakındır pasaportunu taşıdığım ülkede çalışma masama oturup bir şey üretemiyorum. Burası benim ülkemdi, şimdi uçaktan inerken nereye geldiğimi bilmiyorum. Ne diyeyim daha? Buna politika denemez, basbayağı nefret suçu.
Hangisi bir diğerini besliyor; sanat, yazım, antropoloji?
Hepsi birbirini besliyor, o kadar girift ilerliyor ki, hangisinin hangisinden doğduğunu unuttum. Hibrit gibiler artık. Bir işe başlarken hangi aşamasında yazıyorum, hangi aşamasında çiziyorum, ya da hangi aşamasında deneyimliyorum hatırlayamıyorum. Çoğu kez hepsi eş zamanlı.
Stüdyonuzu merak ediyoruz, ameliyat odasına benzediğini iddia edenler var…
O eskidendi, arşivlerle çalıştığım ve yıllarca konservasyonla uğraşmam gereken dönemlerde öyleydi... Son stüdyom Paris'teydi, bir süredir İstanbul'da değildim ve İstanbul'da kalıcı bir stüdyom şu an yok. Proje bazlı çalıştığım için benim her projeye göre kurmam gereken stüdyonun mekansal gereksinimleri ve araçları değişir. O nedenle yarın nasıl bir yerde ve ne şartlarda çalışacağımı, yarın nerede olacağım ve nasıl bir proje üzerine yoğunlaşacağım belirleyecek. Tek bir medium üzerinden sanat üretmediğim için, benim yaklaşımımdaki sanatçıların stüdyoları genelde iyi bir laptop'tan ibarettir aslına bakarsanız.
Sanatçı, müze, arşiv, koleksiyon ve belge üzerine kafa yorduğunuzu görüyoruz. Bu kavramlar arasında olması gereken ilişki Türkiye sanat ortamında ne durumda?
Feci, burası kesintili tarihlerin ülkesi. Her yirmi senede bir kültürel kimlik baştan tanımlanıyor. Bu kah darbe ile oluyor, kah gazlı demokrasiyle. 21.yüzyıla derin bir travmayla girdi Türkiyeliler, İmparatorluğun çöküşü ve akabindeki 600 yıllık birikimden miras alınmaması; alfabeden, müziğe, mimariden, sanata baştan kodlanmış bir toplum yarattı. Fakat bu "modern" topluluğunda işi bulunduğu coğrafyada pek kolay olmadı, fabrika ayarlarına bir daha geri dönemedi, hele ki konu kültür sanat gibi literatüre dayalı mecralar ise… Kayıp bir literatür üzerinden kendini yeniden ve yeniden tanımlamak, coğrafi sorunlar, Batı'da Doğulu, Doğu'da Batılı bulunmak, sürekli olarak özneyi tariflemek, hala tarifliyoruz aslında… Bizim tarihimiz, uzun bir tarif tarihidir. Bu bağlamda, Türkiye'de sanat üretmek referansların çelişkisi açısından da iki kere zahmetli, her şeyi iki kere yapmak gerekiyor buralarda. Çünkü her şeyin bir "öncesi", bir de "sonrası" var. “Şimdiki zamanı” başka türlü anlamanın çaresi yok. Hepimiz iki kimlikliyiz.
Popüler kültüre yapılan yatırımın çok azı bilgi-belgeye yapılmış olsaydı şu an sizinle farklı konuşuyor olabilirdim ama hala literatür yok ve bu halde burnumuzun ucunu bir süre daha göremeyeceğimiz açık. Her yirmi senede bir Amerika'yı yeniden keşfederek kendimizi oyalıyoruz. Türkiye özellikle şu dönem hiç olmadığı kadar çağdaşlarının gerisinde, belki yeni bir hamburger büfesi Batı'da açıldıktan altı ay sonra buraya geliyordur, fakat örneğin bir "kent arşivi" iki yüz senedir kurulamıyor. Devletin "begleyi" tehdit olarak gördüğü bir ortamda, kamuya bu eksikliğin ne demek olduğunu anlatmak çok zor. Hatta sanatçılara bile anlatmak çok zor.
Birkaç yıl önce ünlü bir galeride açtığınız sergiyi "alışılagelmiş sosyal ilişkilerden ve toplumla yaşamanın gerektirdiği kurallardan soyutlanmış bir hayat tarzı benimseyenlere" ithaf etmiştiniz. Buradaki tarif size uyuyor mu? Sanatçı sosyal olmak zorunda mı?
Sanatçı sosyal olmak zorunda değil. Popüler sanatçıları bilemem, fakat bizlerin kamudan onlar gibi bir beklentisi yok, sonuçta kimseye albüm satmıyoruz. Toplum içinde kamufle olarak yaşıyoruz ki, inanın bazen böylesi daha keyifli. Doğruya doğru, sokaktaki manavım ne kadar sosyalse o kadar sosyalim. Fazlasına gereksinim duymuyorum. Yaşadığım semtten gerekmedikçe çıkmam, yeni ilişkiler kurma hayaliyle yanıp tutuşmam ve kendi küçük çevrem dışında bir çevreye pek gereksinim duymam.
Fakat bunun İstanbul'un kültürel iklimiyle yakından ilgisi var. Bir Çarşambalı'da çıkıp bir Nişantaş'lı ile dostluk etme özlemi duymuyor burada. Bir başörtülü, bir transseksüelin derdine ortak olmak istemiyor. Herkes kendine mazlum. Tam olarak getto diyemesek de, İstanbul'da çok farklı kültürel, ekonomik ve sınıfsal katman birarada yaşıyor. Bunun getirdiği bir mesafe ve dikkat var insanlar arasında, herkes kendine küçük zone'lar kurup hayatını orada sürdürmenin çabasında. Kamusal alan kültürü yok denecek kadar zayıf, insanların göz hızasında sosyalleşebileceği mekanlar kısıtlı… Anlıyoruz ki İstanbul 19.yüzyılda da bundan farklı değilmiş, bir anlamda kentin sosyolojik geleneği bu.
Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir alanda çalışıyorsun. Arşiv alanındaki araştırmalarının içeriğinden bahsedebilir misin?
Arşiv geniş bir tanım, ben daha spesifik olarak görsel arşivlerle çalışıyorum. Görsel kültürün Doğu Akdeniz havzasında derin bir tarihi olmasına rağmen İslam sonrası bir duraksama yaşanıyor. Akabinde yeniden canlandığı dönemler var elbette... Hala etkisini gördüğümüz bir oryantalizm var. Modern yakın tarih ise görsel kültürün sivil yaşama farklı yollardan uyarlanma çalışıldığı deneyimleriyle yüklü. Bunlar arasında stüdyo fotoğrafı özellikle üzerine çalıştığım bir alan. Fotoğraf sanatı içerisinde küçümsenmekle beraber, sanat ve kamu arasında görünmez bir köprü kuruyor, türevlerine göre son derece demokratik ve günü anlamada olağanüstü veriler sunan melez bir mecra. Üstelik toplumsal cinsiyetten, göçe, modadan, kimliğe dek bugün tartışmakta olduğumuz birçok başlık altında açılma esnekliğine sahip.
Diğer yandan Türkiye güncel sanat ortamı içerisinde arşiv odaklı çalışmalar hala alışıla gelmemiş bir olgu? Türkiye’de bu alanda çalışan ve üreten senin dışında kimse var mı?
Arşivlerle üniversite yıllarımda tanıştım ve birikimimi bu alan üzerine kurdum. Bir süre sonra ise bu iş benim başıma kaldı diyebilirim çünkü Türkiye koşullarında gerçekten bu konuda ter döken birileri daha yok. Üç tane gazete küpürünü yan yana getirmeyi arşivsel veri zannedenler vardır elbette, fakat arşiv o demek değil. Yakınlarımın büyük bölümü sanat pratiği içerisinde olmasına rağmen, örneğin kapısını çalıp cam negatif konservasyonu üzerine dertleşebileceğim bir arkadaşım yok benim, yalnızım. Bunun için kalkıp Beyrut'a, Arab Image Foundation’a gidiyorum gerektiğinde. Oradakilerle arkadaşlık ediyorum.
Üzerine çalıştığın son arşiv hakkında bilgi alabilir miyiz?
Fransız Aydınlanmasından etkilenen bir Osmanlı entelektüeli olan Viyana kökenli bilim adamı Karl Eduard Hammerschmidt’in (Abdullah Bey) girişimiyle 1870’te İstanbul’da kurulan bir Doğa-Tarih Müzesi var. Benim de sergide kullanacağım orijinal adıyla; "Le Musée d'Histoire naturelle de Constantinople". En az İstanbul Arkeoloji Müzesi kadar köklü ve önemli bir kurum. Abdullah Bey kendi alanında bir Osman Hamdi.
Fakat Cumhuriyet’in ilanından sonra, Doğa-Tarih Müzesi yeni sistemin ideologları tarafından sahiplenilmiyor. Darwinizm’den, Fransız Aydınlanmasına duyulan kuşkuya kadar, nedensellikleri geniş bir çerçevede incelenebilir... Müzenin tüm koleksiyonu Cumhuriyet dönemiyle birlikte istanbul Üniversitesi, Fen fakültesi Jeoloji bölümüne devrediliyor. Kısa süre sonra ise çıkan Büyük Vefa Yangını sırasında bütün koleksiyon yanıyor. Bir süre önce ulaştığım müzenin yazışmaları üzerinde çalışıyorum, aynı isimli bir sergiyle ve günümüz yorumuyla, Le Musée d'Histoire naturelle de Constantinople’ü ihya etmek niyetindeyim. Elbette benim ki bir Doğa-Tarih Müzesi ironisi olacak ve paralelinde daha çok Fransız Aydınlanmasından kopuş dönemi tartışılacak.
Kaynak: "TAYFUN SERTTAŞ Kesintili Tarihlerin Ülkesinde Sanat"
ESER BAYKUŞ - ALEM ART, s:76,77,78
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder