Bir sanatçı olarak neden İstanbul Doğa
Tarihi Müzesi’nin hikayesiyle ilgilendiğimi açıklarken şu en kolaylaştırıcı örneğe
sıkça başvuruyordum; bir doğa tarihi müzesinin aydınlanmanın hangi evresinde
yer aldığını anlamak için özellikle petrol zengini Körfez ülkelerine bakmamız
lazım. Bugün bu ülkelerin her biri modern/sonrası sanata olağanüstü yatırımlar
yapmakta ve devasa bütçeli koleksiyonlar oluşturmaktalar. Fakat aynı
ülkeler bir doğa tarihi müzesi fikrini tezahür dahi edemez. Bu durum
basamakların ilkini çıkmadan sonuna zıplamak gibi de okunabilir, fakat bence
asıl çıkarım; bu ülkelerin (emirliklerin?) varlıklarını borçlu oldukları
neoliberalizm dışında bir tarihsel dinamiğe cesaret edemeyişleriyle
ilgilidir. Bu nedenle ki, iki tane ispinoz kuşunu yan yana koyup 'işte bu mutasyon' diyemezler, ama Tracey Emin'in neonlarına bilmem kaç yüz bin dolar verip yataklarının başına asarlar, o yataklarda 12 yaşındaki eşleriyle rüyalara dalarlar.
Şu sıralar Bodrum’da bir sokak kedisinin
akıbeti, İstanbul’un topyekun akıbetinden çok daha fazla dikkatimi çekiyor.. Kenti
kültürel olarak tüketmeyi bir süre önce bıraktığım için, kentte durmamın da pek
bir anlamı kalmadı. Eğer kentin göbeğinde sebze yemek dışında pek bir şey
yapamayacaksam, (operaya gidemeyeceksem, sinemam olmayacaksa, festivallere
katılamayacaksam, müziğim kesilmişse vs) daha iyi sebze yiyebileceğim yerlerde
durmayı tercih ediyorum. Her koşulda ona katlanmaya razı olduğum kültürel
kimliğini yitirdiği noktada kent, çok cazip bir yere dönüşüyor taşra.
Ama tabi yine de sık sık ne olup bittiğine
bakıyorum, alışkanlıktan. Görmediğim bir sergi üzerine yazamam ve fikir beyan
edemem, ki bu yazı serginin konteksti, sergide yer alan sanatçıların işleri ya
da serginin kimin tarafından İstanbul’a taşındığı ile ilgili değil... Şu
günlerde beynimizin hangi gerekçelerle işgal edilip, hangi gerekçelerden
soyutlandığı ile ilgili.
Nam-ı diğer ‘yeni gerçekliğimiz’ yani.
Nam-ı diğer ‘yeni gerçekliğimiz’ yani.
Bazen ben mi çok abartıyorum diye aşırı kızıyorum
kendime ama şu en basit noktadan da başlayabilmek lazım; bienaline doyamadığınız
Sharjah’ta lgbt olmanın vebali nedir? Evinde bir kutu bira bulundurmak Sharjah
dolaylarında hangi ceza kanununa bağlı? Kadın haklarına hiç girmeyeceğim,
Sharjah’ın sokaklarında sevgiline bir öpücük vermenin bedeli şeriat yasalarına
göre nasıl ödeniyor? HIV Pozitif bireyler neden ömür boyu bu ülkeye girmekten
men ediliyor? Bakın öyle basın özgürlüğünden falan bahsetmiyorum, Sharjah diye
bienaline koştuğunuz yerde bir kadın bir erkekle restoranda yemek yerken
görüldüğü için aklı zorlayacak cezalar alabiliyor. Oturup Birleşik Arap
Emirlikleri’nin birbirinden müstesna şeriat kurallarını falan listelemeyeceğim,
hepsi google’da mevcut, fakat benim hatırladığım İstanbul’da “Sharjah” gibi bir
çöl yerleşiminin imitasyon bienali bu denli göklere çıkarılmaz, en azından bir
iki yerde eleştiri yazılır, sanki kente Documenta gelmiş muamelesi yapılmazdı.
Uzak değil, henüz 2011’de Cezayirli sanatçı
Mustapha Benfodil’in ‘Önemi Yok’ olarak isimlendirdiği ve ‘Miras Alanı’ olarak
kamusal alana yerleştirdiği çalışmasının, kamu tarafından rahatsız edici bulunduğu
öne sürülerek açılış kokteylinin hemen ertesinde (uluslararası ziyaretçiler
evlerine döner dönmez) yerinden kaldırılmasıyla gündeme gelen bienaldir;
Sharjah Bienali. Dahası bu çalışma yüzünden bienal direktörü Jack Persekian,
tatilde olduğu esnada hiçbir gerekçe gösterilmeksizin görevinden alınmıştır. O
günlerde uluslararası çapta bir imza kampanyası ile Sharjah Sanat Vakfı
protesto edilmiş fakat akabinde Yuko Hasegawa bir sonraki Bienalin
küratörlüğünü kabul ederek, ifade özgürlüğünün bir kenara bırakılabileceği ve
Birleşik Arap Emirlikleri’nde sansürün bir gerçeklik olduğu mesajını vermişti.
Körfez ülkelerindeki inşaatlarda çalışan
milyonlarca göçmen işçinin maruz kaldığı insanlık dışı uygulamalar geçtiğimiz
seneler boyunca sanat çevrelerinin gündeminden düşmedi. Guggenheim Müzesi’nin
Birleşik Arap Emirlikleri’nin bir diğer kenti olan Abu Dhabi’deki şubesinin
inşaatı sürecince göçmen işçilerin maruz bırakıldığı koşullar, başta New York
olmak üzere pek çok kentteki sanatçı ve eleştirmenler tarafından protesto
edildi. 130’dan fazla sanatçı, küratör, yazar ve kültür profesyoneli, 2011 yılında
Abu Dhabi’deki emek sömürüsüne karşı olduklarını belirten uluslararası bir
bildiri imzalayarak işçilerin çalışma koşulları iyileştirilmediği sürece bu
kurumlarla ortak proje geliştirmeyeceklerini ve bu kurumlara eser
vermeyeceklerini beyan ettiler. Ancak yapılan tüm açıklamalar, sürdürülen
müzakereler ve protestolara karşın Guggenheim Müzesi 2016’nın Nisan ayında
yaptığı açıklamada olayı saptırdığını iddia ettiği GLC (Gulf Labor Coaliton - Körfez
İşçi Koalisyonu) ile yürüttükleri müzakerenin sona erdiğini açıkladı.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin ‘yüksek sanat
aşkı’ bağlamında yakın dönemde gündeme oturan gelişmelerden biri de Louvre
Müzesi’nin ülkede inşaatına başlanan şubesiydi. Başta akademik çevreler olmak
üzere, Louvre’un Birleşik Arap Emirlikleri’nde bir şube açacak
olması sayısız eleştiriyi beraberinde getirdi. Sanat tarihçisi Didier Rykner,
Fransa ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında hayata geçmesi planlanan proje için
yapılan anlaşmaya karşı çıkan isimlerden biri olarak, büyük bir imza
kampanyasına öncülük etti. 4.650 müze uzmanı, arkeolog ve sanat tarihçisi tarafından
imzalanan bildiride ‘müzelerin satılık olmadığı’ vurgulandı. Gündeme
getirilen başlıklar arasında Louvre ‘tıpkı ticari bir şirket gibi maksimum
kar stratejisi gütmekle’ suçlanıyordu. Ayrıca bu bağlamda sanatçılar ve insan
hakları kuruluşları tarafından Birleşik Arap Emirlikleri'nin HIV Pozitif
bireyleri hapsetmesi, sınır dışı etmesi ve ömür boyu ülkeye girmekten men
etmesi gibi politikaları da protesto edildi.
‘Birleşik Arap Emirlikleri’, ‘sanat’, ‘bienal’, ‘müze’
gibi sözcükleri yan yana getirip son birkaç seneyi hatırlamaya çalıştığımda
hafızamda bu gibi olaylar beliriyor... Ne yaptıklarıyla pek ilgilenmediğim için,
eminim hafızamda yer edenlerden çok daha fazlasıyla yüklü bir ‘sanat gündemleri’
vardır, malum. Bizim kendi adımıza sormamız gereken soru, bu yeni konjonktürde
kültürel pozisyonumuzu (ve buna bağlı olarak psikolojik motivasyonumuzu) hangi
meridyen ve paraleller üzerinden saptayacağımız? ‘Her bir şeyin’ sıkça ziyaret
ettiği bir kentte asla gözüme batmazdı Sharjah Bienali, fakat uzun zamandır
‘hiç bir şeyin’ uğramadığı bu kentte sanat gündemi Sharjah’ın bienali üzerinden
belirleniyorsa, kimseyle selefi Arapların elini öpüyor diye alay etmenin
manası yok, bizler de aynı selefilerin bienalleriyle böbürleniyoruz demek.
Eleştiri bir yana da, benim bünyem
kaldırmıyor artık... Biz ne zaman ve niye bu kadar ezik olduk? İstanbul’un en
küçük semti bile etmeyecek çöl yerleşimlerinin bienalleri hangi ara
uluslararası rekabetimizi belirler oldu? Yani başımızda IŞİD kafa keserken,
selefi/vahabi finansörlerinin bienalleriyle avunacak noktaya hangi gün düştük? Neoliberalizm
bir yere kadar, ama bu denli kokuşmuşuna ne diye çattık? Birleşik Arap Emirlikleri'nin nüfusunun toplamından daha fazla entelektüelin yaşadığı bir metropolde, kimse mi çıkıp bir cümle edemiyor? İstanbul ne vakit Dakar ve Ramallah gibi yerlerle aynı klasmana düştü de, bienalin bir ayağı da aynı mantıkla buraya taşınıyor? Hazır gelmişler iken 'Yeşil Yol' (Doğu Karadeniz) talanından bir iki villa daha satılsa bari... Bu mudur? Geçmiş olsun.
Konağı kullanılan Abud
Efendi’nin de mezarda kemikleri sızlıyor olmalı. Zira 19. yüzyıl
aydınlanmasından had safhada etkilenmiş, iyi bir burjuva olarak tanınıyordu
Abud Efendi.
İşte bu yüzden bu kente hiçbir zaman
Documenta gelmeyecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder