31 Mayıs 2017 Çarşamba

Sharjah’ın Bienali Olmak



Bir sanatçı olarak neden İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin hikayesiyle ilgilendiğimi açıklarken şu en kolaylaştırıcı örneğe sıkça başvuruyordum; bir doğa tarihi müzesinin aydınlanmanın hangi evresinde yer aldığını anlamak için özellikle petrol zengini Körfez ülkelerine bakmamız lazım. Bugün bu ülkelerin her biri modern/sonrası sanata olağanüstü yatırımlar yapmakta ve devasa bütçeli koleksiyonlar oluşturmaktalar. Fakat aynı ülkeler bir doğa tarihi müzesi fikrini tezahür dahi edemez. Bu durum basamakların ilkini çıkmadan sonuna zıplamak gibi de okunabilir, fakat bence asıl çıkarım; bu ülkelerin (emirliklerin?) varlıklarını borçlu oldukları neoliberalizm dışında bir tarihsel dinamiğe cesaret edemeyişleriyle ilgilidir. Bu nedenle ki, iki tane ispinoz kuşunu yan yana koyup 'işte bu mutasyon' diyemezler, ama Tracey Emin'in neonlarına bilmem kaç yüz bin dolar verip yataklarının başına asarlar, o yataklarda 12 yaşındaki eşleriyle rüyalara dalarlar.  

Şu sıralar Bodrum’da bir sokak kedisinin akıbeti, İstanbul’un topyekun akıbetinden çok daha fazla dikkatimi çekiyor.. Kenti kültürel olarak tüketmeyi bir süre önce bıraktığım için, kentte durmamın da pek bir anlamı kalmadı. Eğer kentin göbeğinde sebze yemek dışında pek bir şey yapamayacaksam, (operaya gidemeyeceksem, sinemam olmayacaksa, festivallere katılamayacaksam, müziğim kesilmişse vs) daha iyi sebze yiyebileceğim yerlerde durmayı tercih ediyorum. Her koşulda ona katlanmaya razı olduğum kültürel kimliğini yitirdiği noktada kent, çok cazip bir yere dönüşüyor taşra. 

Ama tabi yine de sık sık ne olup bittiğine bakıyorum, alışkanlıktan. Görmediğim bir sergi üzerine yazamam ve fikir beyan edemem, ki bu yazı serginin konteksti, sergide yer alan sanatçıların işleri ya da serginin kimin tarafından İstanbul’a taşındığı ile ilgili değil... Şu günlerde beynimizin hangi gerekçelerle işgal edilip, hangi gerekçelerden soyutlandığı ile ilgili. 

Nam-ı diğer ‘yeni gerçekliğimiz’ yani.

Bazen ben mi çok abartıyorum diye aşırı kızıyorum kendime ama şu en basit noktadan da başlayabilmek lazım; bienaline doyamadığınız Sharjah’ta lgbt olmanın vebali nedir? Evinde bir kutu bira bulundurmak Sharjah dolaylarında hangi ceza kanununa bağlı? Kadın haklarına hiç girmeyeceğim, Sharjah’ın sokaklarında sevgiline bir öpücük vermenin bedeli şeriat yasalarına göre nasıl ödeniyor? HIV Pozitif bireyler neden ömür boyu bu ülkeye girmekten men ediliyor? Bakın öyle basın özgürlüğünden falan bahsetmiyorum, Sharjah diye bienaline koştuğunuz yerde bir kadın bir erkekle restoranda yemek yerken görüldüğü için aklı zorlayacak cezalar alabiliyor. Oturup Birleşik Arap Emirlikleri’nin birbirinden müstesna şeriat kurallarını falan listelemeyeceğim, hepsi google’da mevcut, fakat benim hatırladığım İstanbul’da “Sharjah” gibi bir çöl yerleşiminin imitasyon bienali bu denli göklere çıkarılmaz, en azından bir iki yerde eleştiri yazılır, sanki kente Documenta gelmiş muamelesi yapılmazdı.

Uzak değil, henüz 2011’de Cezayirli sanatçı Mustapha Benfodil’in ‘Önemi Yok’ olarak isimlendirdiği ve ‘Miras Alanı’ olarak kamusal alana yerleştirdiği çalışmasının, kamu tarafından rahatsız edici bulunduğu öne sürülerek açılış kokteylinin hemen ertesinde (uluslararası ziyaretçiler evlerine döner dönmez) yerinden kaldırılmasıyla gündeme gelen bienaldir; Sharjah Bienali. Dahası bu çalışma yüzünden bienal direktörü Jack Persekian, tatilde olduğu esnada hiçbir gerekçe gösterilmeksizin görevinden alınmıştır. O günlerde uluslararası çapta bir imza kampanyası ile Sharjah Sanat Vakfı protesto edilmiş fakat akabinde Yuko Hasegawa bir sonraki Bienalin küratörlüğünü kabul ederek, ifade özgürlüğünün bir kenara bırakılabileceği ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde sansürün bir gerçeklik olduğu mesajını vermişti.

Körfez ülkelerindeki inşaatlarda çalışan milyonlarca göçmen işçinin maruz kaldığı insanlık dışı uygulamalar geçtiğimiz seneler boyunca sanat çevrelerinin gündeminden düşmedi. Guggenheim Müzesi’nin Birleşik Arap Emirlikleri’nin bir diğer kenti olan Abu Dhabi’deki şubesinin inşaatı sürecince göçmen işçilerin maruz bırakıldığı koşullar, başta New York olmak üzere pek çok kentteki sanatçı ve eleştirmenler tarafından protesto edildi. 130’dan fazla sanatçı, küratör, yazar ve kültür profesyoneli, 2011 yılında Abu Dhabi’deki emek sömürüsüne karşı olduklarını belirten uluslararası bir bildiri imzalayarak işçilerin çalışma koşulları iyileştirilmediği sürece bu kurumlarla ortak proje geliştirmeyeceklerini ve bu kurumlara eser vermeyeceklerini beyan ettiler. Ancak yapılan tüm açıklamalar, sürdürülen müzakereler ve protestolara karşın Guggenheim Müzesi 2016’nın Nisan ayında yaptığı açıklamada olayı saptırdığını iddia ettiği GLC (Gulf Labor Coaliton - Körfez İşçi Koalisyonu) ile yürüttükleri müzakerenin sona erdiğini açıkladı.

Birleşik Arap Emirlikleri’nin ‘yüksek sanat aşkı’ bağlamında yakın dönemde gündeme oturan gelişmelerden biri de Louvre Müzesi’nin ülkede inşaatına başlanan şubesiydi. Başta akademik çevreler olmak üzere, Louvre’un Birleşik Arap Emirlikleri’nde bir şube açacak olması sayısız eleştiriyi beraberinde getirdi. Sanat tarihçisi Didier Rykner, Fransa ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında hayata geçmesi planlanan proje için yapılan anlaşmaya karşı çıkan isimlerden biri olarak, büyük bir imza kampanyasına öncülük etti. 4.650 müze uzmanı, arkeolog ve sanat tarihçisi tarafından imzalanan bildiride ‘müzelerin satılık olmadığı’ vurgulandı. Gündeme getirilen başlıklar arasında Louvre ‘tıpkı ticari bir şirket gibi maksimum kar stratejisi gütmekle’ suçlanıyordu. Ayrıca bu bağlamda sanatçılar ve insan hakları kuruluşları tarafından Birleşik Arap Emirlikleri'nin HIV Pozitif bireyleri hapsetmesi, sınır dışı etmesi ve ömür boyu ülkeye girmekten men etmesi gibi politikaları da protesto edildi.

‘Birleşik Arap Emirlikleri’, ‘sanat’, ‘bienal’, ‘müze’ gibi sözcükleri yan yana getirip son birkaç seneyi hatırlamaya çalıştığımda hafızamda bu gibi olaylar beliriyor... Ne yaptıklarıyla pek ilgilenmediğim için, eminim hafızamda yer edenlerden çok daha fazlasıyla yüklü bir ‘sanat gündemleri’ vardır, malum. Bizim kendi adımıza sormamız gereken soru, bu yeni konjonktürde kültürel pozisyonumuzu (ve buna bağlı olarak psikolojik motivasyonumuzu) hangi meridyen ve paraleller üzerinden saptayacağımız? ‘Her bir şeyin’ sıkça ziyaret ettiği bir kentte asla gözüme batmazdı Sharjah Bienali, fakat uzun zamandır ‘hiç bir şeyin’ uğramadığı bu kentte sanat gündemi Sharjah’ın bienali üzerinden belirleniyorsa, kimseyle selefi Arapların elini öpüyor diye alay etmenin manası yok, bizler de aynı selefilerin bienalleriyle böbürleniyoruz demek.    

Eleştiri bir yana da, benim bünyem kaldırmıyor artık... Biz ne zaman ve niye bu kadar ezik olduk? İstanbul’un en küçük semti bile etmeyecek çöl yerleşimlerinin bienalleri hangi ara uluslararası rekabetimizi belirler oldu? Yani başımızda IŞİD kafa keserken, selefi/vahabi finansörlerinin bienalleriyle avunacak noktaya hangi gün düştük? Neoliberalizm bir yere kadar, ama bu denli kokuşmuşuna ne diye çattık? Birleşik Arap Emirlikleri'nin nüfusunun toplamından daha fazla entelektüelin yaşadığı bir metropolde, kimse mi çıkıp bir cümle edemiyor? İstanbul ne vakit Dakar ve Ramallah gibi yerlerle aynı klasmana düştü de, bienalin bir ayağı da aynı mantıkla buraya taşınıyor? Hazır gelmişler iken 'Yeşil Yol' (Doğu Karadeniz) talanından bir iki villa daha satılsa bari... Bu mudur? Geçmiş olsun. 

Konağı kullanılan Abud Efendi’nin de mezarda kemikleri sızlıyor olmalı. Zira 19. yüzyıl aydınlanmasından had safhada etkilenmiş, iyi bir burjuva olarak tanınıyordu Abud Efendi. 

İşte bu yüzden bu kente hiçbir zaman Documenta gelmeyecek.


Hiç yorum yok: