'Başkalarının
Mutluluğuna Bakmak'
Bir
fotoğrafçının herhangi bir nedenle gizli tuttuğu, sergilemediği, kendisine
sakladığı, belki fotoğrafların içinde görünen kişilerin üçüncü şahıslarla
paylaşılmasına rıza göstermedikleri çalışmalarını sergilemeye hakkımız var mı?
Orhan Cem Çetin
Tayfun Serttaş’ın “Flashblack” başlıklı sergisini
son günlerinde ziyaret etme fırsatı buldum. Serginin twitter duyuruları ilgimi
çekmişti. Serttaş’ın yıllardır yaptıkları zaten, tanışmamıza vesile olan Stüdyo
Osep’ten bu yana, ilgimi çekiyor.
Serginin başlığı ayrıca davetkar. İyi ki Türkçe
versiyonu da kullanılmaya kalkışılmamış. Bu kadar incelikli ve derin bir sözcük
oyunu mümkün olmazdı. ‘Flash’ malum, fotoğrafçıların standart ışık kaynağı. Aynı
zamanda, ani ve güçlü bir ışık patlaması, ayrıca aniden ortaya çıkartmak,
yüzüne çarpmak anlamına da geliyor. ‘Black’ ise malum, fotoğrafın temeli. Fotoğraf,
beyazın üzerine siyahın düşürülmesiyle başladı ve mümkün oldu. Karanlığı, karanlık
odayı, kara çalmayı da hatırlatıyor. Tüm bunların toplamının ortasında yükselen
‘flashback’, yani geçmişin tüm şiddetiyle aniden hatırlanması çağrışımından söz
etmeye bile gerek yok.
Sergiyi Tayfun Serttaş’la birlikte izleme ve ilk ağızdan
motivasyonunu, niyetini, bu işi nasıl konumlandırdığını dinleme fırsatı buldum.
Serginin ana parçası, - Serttaş’ın 2011 yılında
insanüstü bir çabayla konservasyonunu gerçekleştirerek Foto Galatasaray projesiyle ortaya
çıkarttığı - stüdyo fotoğrafçısı Maryam Şahinyan arşivinden seçilmiş,
kartpostal boyutunda, tam 11 bin adet siyah-beyaz baskıdan oluşan, anıtsal
boyutlarda bir duvar yerleştirmesi. Sergiye ev sahipliği yapan PİLEVNELİ’nin
üç kattan da izlenebilen yekpare bir duvara sahip olması büyük şans.
Yerleştirmenin İstanbul özelinde Türkiye’nin
geçmişine dair neyi görünür yaptığı ve Şahinyan’ın kişiliği hem “Flashblack”
hem de Foto Galatasaray hakkında kaleme alınan başka yazılarda yeterince tartışıldı.
Ben fotoğraf disiplini ve sanat bağlamında başka bir
noktayı tartışmaya açmak niyetindeyim. Her ne kadar Tayfun Serttaş konuşmamız
sırasında “Flashblack” işini Stüdyo Osep ve Foto Galatasaray çalışmalarıyla bu
anlamda hiçbir şekilde ilişkilendirmek istemediğini vurgulamış olsa da dışarıdan
bir bakış ister istemez bir dizge görüyor. Bana kalırsa, bu dizge üzerinden
yürüyerek son işin hangi düzlemde ele alınması gerektiğini daha rahat konuşabiliriz.
Konu, bir fotoğrafçının arşivinin, hatta hayatının,
varoluşunun bir sanat mekanında sergileniyor ve altına başkasının imza atıyor
olması.
Bu oldukça kafa karıştırıcı bir durum. Stüdyo Osep
sergisi sırasında beni özellikle sarsan durum, o tarihlerde hayatta olan ve
açılıştan itibaren serginin yer aldığı NON Galeri’den hiç ayrılmayan Osep
Bey’in sergiyi kendisi açmış gibi davranıyor olmasıydı. Belki de ben öyle
hissettim ama bu duygu bana da sirayet etmiş; sergi vesilesiyle hazırlanan kitabı
müellifi olan Tayfun’dan önce Osep Bey’e imzalatmıştım. Hatamı sonradan fark
edip Tayfun’dan özür dilediğimi ve kitabını ona da imzalattığımı hatırlıyorum.
Bu arada Serttaş’ın yaptığı işleri olağanüstü
kıymetli ve saygıdeğer bulduğumu, özellikle “Flashblack” karşısında yaşadığım
izleyici deneyiminin çok ama çok sarsıcı olduğunu belirtmeliyim. Mevcut
tartışma kesinlikle işin değeriyle ilgili değil. Daha çok işin nasıl okunacağı
ve Serttaş’ın yaratıcı dokunuşunun nerelerde aranacağıyla ilgili.
Fotoğrafın kendi kısa tarihine baktığımızda başkalarının
fotoğraflarının sergilendiği vakalar görebiliyoruz. Benim ilk aklıma gelen
Sherrie Levine’ın ünlü işi “After Walker Evans” (“Walker Evans’ın Ardından”)
oldu. Levine 1981 yılında New York’ta sergilediği seride Walker Evans’ın bir
sergisinin katalog sayfalarını fotoğraflayarak elde ettiği röprodüksiyonları,
başkaca hiçbir işlem yapmadan kendi imzasıyla sunmuştu.
Sanatçı özellikle orijinallik, sanatçı kimliği, müellif (telif sahibi) ve erkeklerin baskın olduğu bir sanat tarihi dökümünü tartışmaya açmak için takındığı bu tutumu başka fotoğrafçıları kopyalayarak sürdürdüğü gibi, resim ve heykel gibi diğer disiplinlerde de tekrarladı. Levine’ı kavramak için onun kimliğiyle birlikte kopyaladığı isimlerin kimliklerini ve sanat dünyasında işgal ettikleri yerlere bakmak gerek.
Sanatçı özellikle orijinallik, sanatçı kimliği, müellif (telif sahibi) ve erkeklerin baskın olduğu bir sanat tarihi dökümünü tartışmaya açmak için takındığı bu tutumu başka fotoğrafçıları kopyalayarak sürdürdüğü gibi, resim ve heykel gibi diğer disiplinlerde de tekrarladı. Levine’ı kavramak için onun kimliğiyle birlikte kopyaladığı isimlerin kimliklerini ve sanat dünyasında işgal ettikleri yerlere bakmak gerek.
Bir başka vaka da son yıllarda çokça konuşulan
Vivian Maier külliyatının, belki de fotoğraf tarihinin en sürprizli buluşu
olarak ortaya çıkmasıdır. Bir ‘mürebbiye’ olan Maier, bugün hayranlıkla izlenen
fotoğraflarını
izin gününde sadece çekmiş, çoğunun banyo işlemini bile yapmamış
ya da yaptırmamış, dolayısıyla fotoğraflarının büyük bölümünü kendisi hiçbir zaman
görmemiş. Belli ki sergilemeyi de aklından geçirmemişti. Kirası
uzun süre
ödenmeyen
bir deponun boşaltılması ve içeriğinin mezatla satılması sırasında
ortaya çıkan, binlerce makara orta format negatiften oluşan arşivi görünür
yapanlar da başta sanat dünyasından kişiler değildi.
Çağdaş Alman fotoğrafçı Thomas Ruff’un,
bilgisayarında spam mail eki olarak biriken jpg görüntüleri ve Google Street
View’dan aldığı ekran görüntülerini kendisine mal ederek sergilemesi, verimli
tartışmaların kapısını aralayan işler arasındadır.
Bir başka örnek, 1800’lerin sonlarında New
Orleans’ta yaşayan ve hayatı boyunca gizlediği seks işçisi portreleri ölümünden
sonra ortaya çıkarılan Ernest J. Bellocq’tur. Hayattayken endüstriyel fotoğrafçı
olarak bilinen Bellocq’un gizli arşivini bulup titiz bir çalışmayla ortaya
çıkaran, yine bir başka fotoğrafçı, Lee Friedlander olmuştu.
Bu bağlamda şu soruyu sormamız
gerekmez mi; bir fotoğrafçının herhangi bir nedenle gizli tuttuğu,
sergilemediği, kendisine sakladığı, belki fotoğrafların içinde görünen
kişilerin üçüncü şahıslarla paylaşılmasına rıza göstermedikleri çalışmaları
sergilemeye hakkımız var mı?
Fotoğraf alanının dışına çıkacak olursak özellikle
hazır-yapıt alanında, sanatçının kendi elinden çıkmamış, sadece bağlamı
kaydırılarak ve yeni bir kurgu içinde yeniden sunulmuş nesnelerin, görüntülerin,
efemeranın sergilendiği sayısız örnek bulabiliriz.
Türkiye’den de “Flashblack” ile bazı noktalarda
paralellikler taşıyan iki işi anmak istiyorum. Bunlardan ilki, Serkan
Özkaya’nın 2000 yılında Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’nin cam cephesinde
sergilediği, 30 bin adet 35mm dia-pozitif (saydam) fotoğraftan oluşan “Dünyanın
En Büyük Karma Sergisi” işi. Açık çağrı yaparak topladığı fotoğrafları bir görüntü
bombardımanı olarak sergileyen sanatçı, bu işi dünyanın başka kentlerinde de
tekrarladı. Özkaya’nın “Davut heykeli” gibi röprodüksiyon işleri olduğunu da
hatırlayalım.
Bir diğer çalışma yakınlarda Versus’ta sergilenen,
bulunmuş fotoğrafların ıslak kolodyon yöntemiyle yeniden üretildiği, Yusuf Murat
Şen’in “Fading Away” sergisiydi.
Saydığım örneklerin her biri elbette kritik noktalarda
farklılıklar arz ediyor ancak belli noktalarda da Tayfun Serttaş’ın
“Flashblack” işine ışık tutabilecek tartışmalara işaret ediyorlar.
Serttaş’ın işini konumlandırmakta güçlük
çekiyorsak, bunda etkili olan noktalar arasında öncül ve fotoğraf ağırlıklı
sergilerin varlığı (Stüdyo Osep ve Foto Galatasaray), Serttaş’ın sanatçı
kimliği, işin bir ticari galeride sergileniyor olması, sergilenen fotoğrafların
tek bir fotoğrafçının arşivinden çıkmış olmaları (anonim olmamaları),
fotoğraflarda görülen insanların ve Şahinyan’ın kendisinin böyle bir sergilemeye
rıza gösterip göstermeyeceklerinin belirsizliği, serginin girişinde yer alan
bilgilendirme panolarında Şahinyan ve arşiv hakkında çok fazla bilgi veriliyor
olması sayılabilir.
Serttaş’ın bu noktaların tümüne vereceği yanıtlar var.
Nispeten yorumsuz birer arşiv dökümü olan önceki sergilerden farklı olarak,
“Flashblack” tümüyle Serttaş’ın Şahinyan arşivinden seçtiği fotoğrafları
anıtsal bir enstalasyon halinde yorumlamasından oluşuyor. Serttaş’a göre,
stüdyo bir kamusal alan türü. Zaten bir yabancının (fotoğrafçının)
karşısındalar. Evlerinin gizliliğinden (mahremiyetten) çıkmış durumdalar. Bu
nedenle fotoğraflarda görülen bireyler bu fotoğrafları kendileri ve yakınları
için çektirmiş olsalar da başkaları tarafından görülebileceğini baştan kabul
etmiş pozisyondalar. Maryam Şahinyan’ın, yani başka bir fotoğrafçının
üretiminin sergilenmesine gelince; Serttaş, öncelikle kendisinin bir fotoğrafçı
olmadığını, fotoğraf disiplini adına bir iş yapmadığını, üstelik Şahinyan’ın
da bir sanatçı olmadığını vurguluyor. Bu nedenle, ortaya çıkan işte
fotoğrafçının göz ardı edildiği bir sanatçı katkısı yok.
Tüm bunlar, üzerinde derinlemesine düşünülmüş bir
konsept geliştirme sürecine işaret ediyor. Ancak çok fazla varsayıma
dayanılıyor ve özellikle Maryam Şahinyan ile arşivin gün yüzüne çıkması süreci
hakkında fazlasıyla ayrıntılı bilgi sunulduğundan, izleyicinin sergilemeyi
kişisel bir sanat işi olarak değil, yine bir arşiv dökümü olarak algılaması
riski var.
Gerçi bu ne kadar önemli, emin değilim. Tekrar
sıradan bir izleyici konumuma geri çekilerek işin karşısında çok güçlü bir
tecrübe yaşadığımı, işin son derece etkileyici olduğunu ve Serttaş’ın izleyici
deneyimini sergi kurgusuyla bir hayli derinleştirdiğini söyleyebilirim.
Kaynak: "Başkalarının Mutluluğuna Bakmak"
by Orhan Cem Çetin, Haziran - Ağustos 2018, sayı: 53, IstanbulArtNews
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder