1 Haziran 2022 Çarşamba

"Bursa’da geçen sanat dolu 30 saatin ardından.." / Duygu Merzifonluoğlu @ CNNTurk

 

Haber kaynağına ulaşmak için TIKLAYIN








Bursa’da geçen sanat dolu 30 saatin ardından..

by Duygu Merzifonluoğlu 

 

Geçtiğimiz hafta sanatçılar ve basından oluşan oldukça kalabalık bir grup Nilüfer Belediyesi'nin ve de İmalat-Hane'nin yeni sergilerinin açılışı için Bursa’ya gittik. Oldukça etkileyici eserlerin hikayelerini dinleyip, bu eserlerin sanatçıları ile sohbet ettik ve de İstanbul’a 1,5 gün gibi kısa bir süre içerisinde toplamda 7 sergi gezmiş olarak döndük.

 

Öncelikle Nilüfer Belediyesi’nin Bursa’nın 6 farklı mekanında gerçekleştirdiği “Yukarı Bak: Sınırlı Coğrafya’nın Yıldızlı Ufukları” sergisinin küratörü Yekhan Pınarlıgil’den öğrendiğim kadarıyla bu serginin adı, kendisinin Yunanistan’da yıldızlı bir geceye bakarak yaşadığı güzel bir andan geliyor. Koskocaman bir yemek masasında yemeklerimizin henüz daha gelmediğini fırsat bilerek kendisine serginin adının nereden geldiğini merak ettiğimi söylediğimde bana “aşağı bakarak kahkaha atamazsınız, yukarı bakarak atarsınız” demiş, bu söylemi duyduğum an çok sevmeme neden olmuştu.

 

Pınarlıgil ile yaptığımız bu kısa sohbet, Tayfun Serttaş ve Canan’ın iki kişisel sergisinin olduğu Nazım Hikmet Kültür Evi’ne olan ziyaretimizin ardındandı. Bu sergilerden az evvel çıkmış olduğumuz için düşündüklerini sormuştum ve kendisi de bana bu iki mekanın sanatçıların eserlerine uygun mekanlar olduğunu, her şeyin buna göre seçilmiş olduğunu söylemişti. Yeşil ekolojinin yeterli olmadığını, sosyal ve bireysel ekolojinin de olması gerektiğini aksi takdirde insanlığın uçuruma doğru gitmekte olduğunu anlatırken de: “Hayvanlarla bu dünyayı beraber paylaşıyoruz, daha doğrusu paylaşamıyoruz, çoğunun nesli tükenmeye başladı. Kendimize yemek çıkarıyoruz. Canan, mitoloji & toplumsal, hayal gücünden “yukarı” bak diyor. Unuttuğumuz sembolleri, ölmüş, donmuş hikayeleri canlandırıyor, yaşama getiriyor. Tayfun ise doğa tarihinden, aydınlanmadan çıkıyor yola, bir nevi ölü hayvanları yaşatıyor. Dolayısıyla bu sergiler ile çok çok eski dönemlerden başlayarak unuttuklarımızı yeniden hatırlamaya çalışıyoruz.” cümlelerini kurmuştu.

 

Nazım Hikmet Kültür Evi’ndeki bu iki sergiye ilişkin ise, Canan’ın bu sergide yer alan bazı eserleri ise bana sonbaharda İstanbul’da açmış olduğu sergiden tanıdıktı (15 Kasım 2021 tarihli yazımdan okuyabilirsiniz.) Ancak sanatçı Tayfun Serttaş’ın eserleri ile bu sergide ilk kez karşılaştım ve açıkçası bu sergi bende tanımsız izler bıraktı. Çünkü orada hissettiğim beklenmedik ve insanı ters köşeden vuran bazı duygular, üzerimde kalıcı oldu.

 

İşin aslı ben bu sergiye kadar hiç doğa tarihinin Osmanlı bilim dünyasındaki öncüsü Avusturya kökenli bilim adamı Karl Eduard Hammerschmidt (imparatorluktaki ismiyle Abdullah Bey)’in hikayesini duymamış ve de merak etmemiştim. Bu sergide ise Serttaş sayesinde bu hikayenin aslını öğrendim. Çünkü sergiyi bize gezdirmeden önce Serttaş, 1848 yılındaki Viyana ayaklanması sonucu Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Abdullah Bey’in hikayesinden başlayarak, Abdullah Bey’in zoolojiyi nasıl İstanbul’da sürdürmek istediğini, 1870 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk doğa tarihi müzesini (yerküredeki tüm varlıkları, insanın karşısına belli bir tasnif ve kronolojik düzen içinde seren müze olarak tanımlanıyor) nasıl kurmakla görevlendirildiğini ve sonra da 1848’deki Beyoğlu Yangını esnasında o güne kadar biriktirilen doğa tarihi koleksiyonunun nasıl tahrip olduğunu hiç bilmediğimiz yönleri ile anlattı.

 

Bu anlatımlardan ise öğrendiklerim şöyle şeyler oldu. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nun kamuya açık ilk doğa tarihi müzesi, tam adıyla “Le Musee d’Histoire Naturelle d’Ecole Imperiale de Medecine de Constantinople” Dr. Abdullah Bey tarafından, aslında o Beyoğlu yangının ardından yeni bir doğa tarihi koleksiyonu ile beraber 1871’de açılmış. Abdullah Bey bu süre zarfında, Avrupa’daki doğa bilimciler ile temasa geçerek binlerce örneğin İstanbul’a taşınmasını sağlamış ve böylece de Osmanlı İmparatorluğu’na çağdaşları (Paris, New York, Londra gibi kentler) arasında saygın bir müze kazandırmış.

 

Bunların ardından ise Dr. Abdullah Bey’in 1874 yılındaki ölümü ile beraber müzedeki faaliyetler durmaya başlamış ve İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin bütün koleksiyonu ise 1918 yılındaki Büyük Vefa Yangını sırasında yok olmuş. Böylece de Dr. Abdullah Bey’in bu topraklardaki izi silinip gitmeye başlamış. Bu olayın ardından da zaman içinde Türkiye, resmi bir doğa tarihi müzesinin olmadığı ülkelerden biri arasına girmiş.

 

Bugün bu hikayenin neresindeyiz derseniz, işte bu yok oluş hikayesinin 145 yıl kadar ardından izini sürerek sanatçı Tayfun Serttaş, müzenin kurumsal yazışmalarına dayanarak bazı yapıtlar üretmiş ve de “Le Musee d’Histoire Nurelle de Constantinople” adı ile bu doğa tarihi müzesini yeni baştan kurgulamış. Böylece de bizlere bu bağlantıları görüp hatırlayabilelim diye doğa tarihinin 19’ncu yy ve günümüz tartışmaları arasında “olağan (dışı)” bir zemin oluşturmuş.

 

Bu sırada Nazım Hikmet Kültür Evi’nin ardından görmeye gittiğimiz Gölyazı Kültür Evi de bana göre hikayesi en çok akılda kalan sergi mekanlardan biriydi. Bu mekanın aslında ibadete açıldığı an mübadele olmuş ve yanmış dolayısıyla hiç yaşayamamış eski bir Rum Kilisesi oluşu bu mekanın içinde çok daha farklı bir enerji hissetmenize neden oluyordu. Pınarlıgil, bu mekanı gezerken bana Nilüfer’in geçmişle bağ kurma çabasının özellikle bu mekanda olumlu anlamda fazlasıyla görünür olduğunu söylemişti. Kumaş işler ise bu kilisede çok fazla zaten serginin adı olan “İnce Elemek Sık Dokumak” de buradan geliyor. Bir vakit evvel yanmış, sonra restore edilmiş ve şimdi de bu sergi ile insan içine bambaşka şekilde çıkan eski bir Rum Kilisesi’ndeki bu sergi bu nedenle başka türlü konuşuyor ziyaretçilerle. (Unutmadan, bu kilise ile ilgili bir ilginç detay ise serginin bitimine denk gelen 31 Temmuz tarihinde burada uzun zamanın ardından bir ayinin olacağı.)

 

Bu sırada tüm bu sergiler arasında Türk yazarların el yazılarından, dolma kalemlerinden, gözlüklerinden oluşan Edebiyat müzesinin üst katındaki sergi ile Marguerite Bornhauser’in fotoğraflarının içinde olduğu Fotoğraf Müzesi’ndeki eserler bende bambaşka etkiler bıraktı. Özellikle fotoğraf sergisini gezdiğimiz sırada Pınarlıgil bize Marguerite’in nesneleri, yaşamı, insanları görme hikayesini anlatırken“Birazdan olmayacak bir izi, güneşin dünyaya ulaşırken çarptığı yerlerde bıraktığı yansımayı, ışık ve gölge oyunlarını yakalıyor” deyişi üzerine fotoğraflar benim zihnimde canlı bir şekilde kaydoldu.

 

Meteor Balat Kültür Evi ve Pancar Deposu’ndaki sergilerde ise oldukça fazla sanatçının etkileyici eserleri yer alıyordu. Ancak korkarım bende iz bırakmış olan tüm sanatçı ve eserleri tek bir yazıda sizlere anlatma şansım yok. O nedenle diyebileceğim şey şu ki Bursa’da sizi gerçekten de anlata anlata bitiremeyeceğim çok özel sergiler bekliyor.

 

Biz, sanatçılar ve basından oluşan grubumuzla, hem Nilüfer Belediyesi'ne ait olan yukarıda biraz anlatmaya çalıştığım altı sergiyi hem de İmalat-Hane’de yer alan Ali Kazma’nın “Zaman Zaman” adlı sergisini, her iki sergi de aynı gün açılışını yaptığı için, gezmiş olarak döndük İstanbul’a. O nedenle buradaki sergileri gezecek olanlar toplamda 7 sergiyi de gezmeden gitmeyecek şekilde planlarını yapabilir. “Yukarı Bak” sergisi 31 Temmuz’da son bulurken Ali Kazma’nın İmalat-Hane’deki sergisi 14 Ağustos’a kadar devam edecek.

 

Ali Kazma’nın sergisine ilişkin..

 

Tüm samimiyetimle söylemem gerekiyor ki Bursa’da gezdiğim sergilerin hikayesi çok güçlüydü. O sergilerde eserleri yer alan sanatçıların duyguları çarpıcı bir biçimde ortadaydı. O nedenle de daha içeri girmeden, eserlere yaklaşmadan, hikayelerini dinlemeden ne üzerine olduklarını hissedebiliyordunuz. Sonsuz bir süreklilikle aynı hikayeyi defalarca baştan sona gösteren bir ekranın karşısında bir milim bile hareket etmeden oturabiliyor, az evvel izlediğiniz videoyu bir kaç kez arka arkaya izleyebiliyor ve bittiği an da sanki hiç izlememişsiniz gibi olabiliyordunuz. Karşınıza çıkan kavramlar o kadar doyurduğu an yeni baştan acıktıran bir iştah besletiyordu ki size mantık çerçevesinden çıkmadan, hiç düşünülmemiş, yüzleştirici, sınır dışı bir alanda olduğunuzu bilerek geziyordunuz her mekanı.

 

Bursa’da sergi ziyaretleri ile geçen ilk günü, Ali Kazma’nın “Zaman Zaman” sergisindeki bir videosunun bende bıraktığı derin hisler ile tamamladım. Bu sergi bende herkesin işini yapmakta oluşu, ama bu işi yapmak için doğanlar ve de o işi yapmaktan başka bir şey yapamayacağına inanıp, bir çemberden dışarı adım atamayanlar olmak üzere iş yapanların yaşamlarımızdaki ayrımını hatırlattı bana. Bu sayede zamanın bazı insanlar için ne denli geçici olamadığını ve de olamayacağını düşündüm.

 

Örneğin İmalat-Hane’nin ara katında yer alan “Memur” adını taşıyan, bir memurun sürekli bir damgayı yüzlerce evrakın üzerine basıp duruşunu gösteren bir videoyu izlerken, o memura içten içe üzüldüm. Müthiş bir düzen ve hızla, bir robot gibi sürekli aynı şeyi yapıp duruşu, zamanı geçiriyor gibi yapışı ve sonra da yeni baştan her şeyi aynı şekilde tekrardan yaşayışı beni oturduğum yerde titretti.

 

Bunun nedeni bu videonun bana, uzun yıllar kurumsal bir kabukla yaşamam gerektiğini kendime durmadan yinelediğim sonra geçen 11 yılın ardından birden böyle bir gerekliliğin aslında olmadığını ve bu kabuğu paramparça etme vaktimin çoktan geldiğini fark ederek yepyeni bir hayata geçiş yaptığım günleri anımsattığı içindi belki. Çünkü o günlerde kendime “Kim olduğumu daha iyi anlamak istiyorum. Bu görünen ben değilim. Ben neredeyim? İçerde bir yerlerdeyim ve artık yalnızca onun peşindeyim.” demiş ve sonra da büyük bir soğukkanlılıkla gözümü kırpmadan ömrümdeki tüm Pazartesileri öldürmüştüm. O gün bugündür benim haftalarımda pazartesiler kayıptır. Her gün sürekli aynı kişi olmak ve aynı şeyi yapmak yasaktır. Tek tipleşmek ve silikleşmek varılamayacak uzak bir diyardır. O nedenle belki Ali Kazma’nın ne kadar zaman geçerse geçsin hala aynı sandalyede oturmuş, aynı şeyi yapıyor ve bunun doğru olduğunu sanarak varlığını, daha onu bulamadan yok oluşuna doğru sürükleyen o memur hikayesi beni ruhumdan yakaladı.

 

Bu tekrarların içinde kaybolmuş insanları görünmez ellerle yakalamak, onları sarsmak, yaşamın her an sonlanabileceğini hatırlatmak, dünyanın bir gün sonuna gelebileceğini düşünmelerini sağlamak ve de içlerinde saklanan kimliklerin kim olduklarını artık merak etmenin peşine düşmeleri gerektiğini, hem de bunun acilen gerektiğini kulaklarına gizlice fısıldamak istedim. O nedenle Bursa’daki ilk günün güneşi batarken yumruklarım sıkılı oturuyordum İmalat-Hane’nin önündeki kalabalığın arasında, içimde bu hisler ile..


Kaynak: "Bursa'da geçen sanat dolu 30 saatin ardından.."
by Duygu Merzifonluoğlu - 1 Haziran 2022, CNNTurk  

Hiç yorum yok: