3 Kasım 2013 Pazar

Elfe ile Ayşe / AGOS - Tayfun Serttaş



Yönetmen ve sanatçı Elfe Uluç ile 1 Kasım’dan itibaren vizyona girecek olan ilk uzun metrajlı filmi “Aziz Ayşe”yi konuştuk. Gerçek bir karakter olan ve yirmi senedir yaşamını çöp toplayarak idame eden transseksüel Ayşe’nin hikayesinden yola çıkan yarı belgesel yarı kurmaca içerikli yapım, kentin yüksek sosyal sınıfını temsil eden Elif ile yollarının kesişmesiyle gizemli bir serüvene dönüşür. İstanbul’un köpüklerini ve çöplüklerini, dünyaya kadın olarak gözlerini açanlar ile kendini kadın hissedenleri, gerçek oyuncular ile doğal kastları biraraya getiren filmde “gerçek” ve "yalan" arasındaki felsefi sorunsallar irdeleniyor. “Söylenebilen tek gerçek bazen yalandır” şiarından yola çıkan yönetmen, topladığı çöpleri maddeye (paraya) değil maneviyata (yardıma) dönüştüren Ayşe’yi, bir modern çağ peygamberi olarak yeniden kurguluyor. Sorgulayıcı bir kamera eşliğinde kentin en fakir ve en seçkin semtleri arasında tinsel bir yolculuğa çıkıyoruz.

Tayfun Serttaş

Nasıl tanıdın Ayşe’yi?

2005’te Radikal’de yayınlanan bir haberle tanıdım. Peşinden gitmeye başladım. Dolapdere’de sokak sokak aradım. Tarif ediyordum ve herkes tanıyordu. Nihayet bir eskici dükkanında ilk kez göz göze geldik. Ürktü. Çok istemedi ilk başta konuşmak, gazeteci sanmış. Sonra bir oyuncu dostumu araya soktum, belki onun erkek olmasından dolayı daha rahat iletişim kurdu. Derken oturduğu yeri öğrendim ve gitmeye başladım.

O Elmadağ’daki ev, önünden geçen kimsenin unutabileceği gibi değildi.

Metruk bir yer bildiğin gibi, Ayşe orayı işgal ediyor, binanın ön cephesi tamamen yıkılmış, merdivenler yok, o en alt kattan tarzan gibi ip kullanarak pencerelerin içinden giriyor, sonra ipi çekiyor. Elektrik ve su yok. Sokağa bakan duvarlara Türk bayrağı asarak kendisini koruyordu. Orada yirminci seneydi. Aslında mahallede herkes bu becerisinden dolayı Ayşe’yi kıskanıyordu ve orayı ele geçirmek istiyorlardı. Bir savaş vardı o sokakta.

İlk görüşmenizde ona karşı ne hissettin?

Bir beden dili vardı, işaret dili, onun dışında kimsenin bilmediği. Ayşe’nin okuma yazması yok, kulakları iyi duymuyor, ilk andan itibaren başka bir iletişim yöntemi geliştirmemiz gerektiğini anlamıştım. Ev büyüleyiciydi, sokakta bulduğu her şeyden bir estetik yaratmış, fluxus gibi... Duvarlarında faraşlar ve süpürgeler asılıydı. Büyük bir kıskançlık duydum ona karşı. Kuru ekmekle beslenen bir insanın çöpten yarattığı estetiği bir yaşam biçimine dönüştürmesi, gözden kaçacak gibi değildi. Annemin edebiyatında da objeler çok önemlidir, mesela musluk damlar, koltuk konuşur. Nesneler personifiye edilir. Ayşe’de bunu yapıyordu.     

Hafızası nasıldı peki?

Hafızadan bahsetmek güç. Ayşe’ye “yarın geleceğim” dersen anlar. Fakat daha kompleks cümleleri, örneğin iki üç zamanlı bir cümleyi, “miş”li geçmiş zamanları ve olasılık kiplerini anlaması zor. Bu açıdan hikayeyi ona aktarmak kolay olmadı, birçok şeyi sonradan unutuyordu zaten. Kısa hafızalı bir makine ile çalışır gibi ilerliyorduk.   

Filmde geçmediği için soruyorum, Ayşe kaç sene seks işçiliği yapmış ve sonra neden çöp toplamaya başlamış?

Ayşe Muş’tan ilk kaçtığında mahallede dillere destanmış. Onaltı yaşında geliyor İstanbul’a, otuz yaşına kadar seks işçiliği yapıyor. En sevdiği arkadaşları öldükten sonra seks işçiliğini bırakıyor, birisi aşırı doz’dan, diğerine araba çarpıyor. Çalıştığı dönemden tek arkadaşı Deve Necla kalıyor. Tarlabaşı Bulvarı açılırken genelevler kapatıldığı için herkes sokağa düşüyor. O travma döneminde kamufle oluyor, korkuyor anladığım kadarıyla, son yirmi senedir çöp toplayarak hayatını idame ediyor.  

Tanıştıktan sonra hemen filme mi geçtiniz peki?

Hayır, uzun süre arkadaşlık yaptık. Zaten ilk başta filme başlayacak bütçe yoktu, ilk üç sene para aradık. O etapta birbirimizi tanıdık. Biz tanıştığımızda 46 yaşındaydı Ayşe, çok daha genç ve güzeldi. Ben filmi ilk tanıştığımız zaman çekseydim başka bir film olurdu, şu an 54 yaşında.

Proje son halini alana kadar ne gibi aşamalardan geçti?

Önce bir kısa film çektim, Ayşe’yi oynatmadım, devlet tiyatrosundan bir oyuncu Ayşe’yi canlandırdı. Gazeten gelen haberi bire bir anlattım. Orada Ayşe daha Bunuelci anlamda, sahte bir peygamberdi. Gündüzleri çöp topluyor gece ise gazete haberinde olduğu gibi, ücret almadan sokakta bulduğu kişilerle beraber oluyordu. Daha sonra iki tane video art yaptım. Sekiz dakikalık bir video için bir sene çalıştık, orada Ayşe bir pop stardı. Akabinde Ayşe ile bir belgesel yaptım, fakat belgesel çok kontanstre, dili ve gösterimi zor bir yapım oldu. Belgeselin ortaya çıkması ile işin hikayeleşmesi gerektiğine karar verdim ve böylelikle yan hikayelerle başka aktörler devreye girdi. O aşamada Kültür Bakalığına başvurdum ve bir sene sonra ikinci bir katman olarak filme Engin Altan (Murat) ile Feride Çetin’in (Elif) aşk hikayesi dahil oldu. Katman katman yazılan ve Ayşe’den dolayı uzun zamana dağılan bir proje. Dolayısıyla hayatımın uzun yılları aslında bu hikaye çerçevesinde geçti.

Filmdeki Elif ve Murat karakterine gelecek olursak, Elif karakteri bir parça sensin diyebilir miyiz ve Murat kimi temsil ediyor? 

En azından benim yakından tanıdığım bir kadın tipini temsil ediyor diyebiliriz Elif. Ben miyim bilmiyorum. Murat ise sıkışmış, baskı altında, başarılı olması gereken, metroseksüel, beyaz Türk, yakışıklı bir genç. Bence heteroseksüel şapkası ile gezenler, bazen homoseksüellerden daha zor durumda olabiliyor. Çünkü itiraf edecek bir hikayeleri yok. Meseleleri var ama yaşadıkları sorunlar bir kimliğe bürünemiyor. Heteroseksüellerin kimliksizliğini anlatmak açısından Murat ve Elif monotomisi, Ayşe’nin kaotik enteresanlığıyla diyalektik bir kontrast kurdu. Film boyunca birbirlerine ayna tutuyorlar.

Şu ana kadar farklı disiplinlerden beslenen işlerinle tanıdık seni ve son aşamada sinema yaptın. Ürettiğin tüm bu işler arasında kendini tam olarak nerede konumluyorsun?

Ben denemeciyim. Kendimi tek bir disiplin üzerinden kategorize etmeyi doğru bulmuyorum ve bu dünyaya çok fazla iş yapmaya inanmıyorum. Aslında edebiyatçı olmak istiyordum. Bu açıdan kendi kendimle yarışıyorum diyebilirim. Hiçbir alana kariyer amacıyla başvurmuyorum. Anlam üretebildiğim her medium benim için kullanılabilir.

Çöp ile aranda ne gibi bir metaforik ilişki var? Örneğin Ayşe çöp toplamak yerine manav olsaydı, bu hikaye sana yine bu kadar cazip gelir miydi?  

Teyzem garip bir kadındı, sokakta bulduğu şeyleri toplardı. Bilinçaltımda bunun mutlaka bir yeri olmalı. Ailede atılmış eşyayı almak gibi bir şey vardı. Ayşe’yi tanıdıktan sonra senelerce çöpçülerle yaşadım. Telefonumda yüzlerce çöpçü numarası, Vefa’dan Şişli’ye kadar hepsini tanıyordum. O dönem tüm sosyal çevrem çöpçülerden oluşuyordu. Çöpün tuhaf – çekici - bir kokusu vardır, alamayınca o kokuyu özlüyordum. Afrika’da yaşamış olmamın da etkisi olabilir, Lagos’ta Cankara Market adı verilen bir çarşı vardı, bokların üzerindeydi. Çocukken oralarda oynardım, zenciler müthiş vücutlarıyla manken gibi o markette salınarak gezerlerdi. Beni çeken bir ikilem vardı, çok estetik bir şey ve daima pisliğin içerisinde.

Türkiye’deki kapalı ortam içerisinde şimdi malum eleştirilerden biri Ayşe’yi araçsallaştırdığın yönünde olacaktır. Ne yazık ki hala bu ülkede LGBTT’ler üzerine iş yapabilmen için LGBTT olman beklenen bir şey, bunun üzerinden “kalite kontrol” yapan mercilerimiz var. Şimdi sen bir heteroseksüel kadın olarak bir transseksüelin hayatına giriyorsun, peki bu yönde gelecek eleştirilere hazırlık mısın?

Bir defa kimse benim eşcinsel olmadığımı da iddia edemez ve de kimse bana Ayşe’den daha az “tuhafsın” diyemez, birisi birisini tavlıyorsa, mutlaka bir ortak nokta vardır. Nasıl karar veriliyor kimin nasıl hissedeceğine anlamıyorum. Kim kimi kullanıyor ayrıca orası çok muallak? “Mahvoldun sen zavallı senelerdir benimle uğraşmaktan” diye Ayşe bana acıyordu. Bazen gelip ev işlerine yardım ediyordu, ne bu halin darma dağınsın diye üzülüyordu. Sokaktaki herkese “bu zavallı kız bana taktı kafayı” demiş. Onun açısından durum tersiydi anlayacağın. Bizim ilişkimizde Ayşe’ye tutku ile bağlanan umutsuz aşık bendim, o daima yüksekliğini korudu.  

Filmden sonra Ayşe ile ilişkiniz nasıl devam etti?

Görüşmeye devam ediyoruz ama artık akraba olduğumuz için haliyle biraz bıktık birbirimizden. Adana Film Festivali’ndeki ilk gösterime birlikte gittik, ona kıyafetler aldık, elele uçağa bindik, bir hafta boyunca Hilton’da kaldık beraber. Çok eğlendik. Filmden sonra birçok insan ondan imzalı fotoğraf istemiş. Ayşe zaten stardı, yaşadığı mahallede çok meşhurdu. O bunu filme bağlıyor, film vizyona girdi ünlendim sanıyor. Değil aslında, Ayşe hep ünlüydü.

Bir yanda Sevim Burak gibi edebiyat tarihinin en yalnız, en asi, en sıradışı ve deyim yerindeyse en “deli” kadını olarak anne figürü. Diğer yanda Ömer Uluç gibi modern sanatların devrilmez çınarı, bir deha olarak baba. Erken gelen kayıplar. Kesintilerle yüklü bir yaşam. Tüm bu genetik miras içerisinde kendi pratiğin. Sanılanın aksine, sanatçı bir aileden gelmek çocuklar üzerinde daima bir baskı ve ağırlık yaratır, senin sürecin nasıl şekillendi?

Her şey benim sanatçı olmama karşıydı ve ben bununla bir bilek güreşi içindeydim. Çünkü iki sanatçının kızı olarak sanatçı olmak, üç kere zordu. Daima sınanıyor muşum duygusuyla yaşadım.

Peki Sevim Burak’tan ve Ömer Uluç’tan ayrı ayrı ne miras kaldı sana?

Annem esrarengiz bir kadındı, ondan bir şey öğrenmeniz pek mümkün değildi. O benim filmlerinde kimlik dönüşümleriyle yansımasını bulur. Bir kısa filmim de, Doğu’dan Batı’ya geçen bir adamın kıyafet değiştirmesi anlatılır. Annemin Musevilik ve İslam arasında gidip gelmesi, yaşadığı iklem ve bunu edebiyatına yansıtma şekli filmlerime de yansır. “Ah ya rab Yahova” öyküsünde, anneannemin bir Müslümanla evlendiği için erkek kardeşi ile yaşadığı hesaplaşmayı anlatır annem. Anneannem kurbandır o hikayede. Ayşe ile benzer bir ilişki kurduğum söylenebilir.

Babamdan ise renk zevki gelmiş olabilir, o renk severdi. Buluşculuğu ve şaşırtmacılığı beni çok etkilerdi, “her şey olur” derdi babam. Sanattaki kurallara aykırı biriydi, bana o özgüveni verdi. Annem de bunu yapardı ama konuşmazdı, babam konuşabilen biriydi. Annemle babam bazı katmanlarda çok benzerler. Babamın satır satır üst üste resimleri vardır, annem aynı şeyleri harfler ve isimlerle yapardı. Çok paralel evrenler. Dolayısıyla babamdan aldığım şeyi annemden de almış olabilirim.  



Kaynak: Elfe ile Ayşe / 01.Kasım.2013 AGOS - Tayfun Serttaş 

Hiç yorum yok: