22 Mart 2014 Cumartesi

dâhiler de ayaklanır.


20. yüzyılın başından itibaren Anadolu topraklarında ayaklanmayan bir topluluk kaldı mı diye düşündüm geçtiğimiz gece.. Bulamadım.

Şeyh Said'ten, Taşnak'a, Dersim'den, İzmir'e kaderi Anadolu sınırları içerisinde çizilmiş neredeyse her halk, cemaat, fraksiyon sırası gelince ayaklanmış ve bu ayaklanmaların neredeyse tümü devlet tarafından "bir biçimde" bastırılmıştı...

Benim kuşağımın dünyaya gözlerini açtığı 80'li yılların başında Türkiye, sesleri duyulmayacak ölçüde kısılmış, hatta bazılarının üzerine tümüyle beton dökülmüş farklı grupların son nefeslerini vermeye hazırlandıkları bir ameliyathaneden farksızdı. Soğuk, tedirgin, muhtaç, uzar...

Bugün o yakın tarihi (yetersiz de olsa) bizzat tanıkların gözünden ve daha rasyonel metodlarla inceleyebildiğimiz için, uzatmaya gerek görmüyorum.

20. yüzyılın başından itibaren Anadolu topraklarında ayaklanmayan bir topluluk kaldı mı diye düşündüm geçtiğimiz gece.. Buldum.

Dâhiler!

Hiç ayaklanmamışlardı.

Yer yer kaçmışlar, gerektiğinde başka topraklara sığınmışlar, sığınamadıkları durumlarda susmuşlar, farklı mecraları denemişler ama asla ayaklanmamışlardı. Üstelik bir çoğu ayaklanmayı yaşam felsefeleri içerisinde, başvurulacak son yöntem olarak dahi kaale almamışlardı.

Bugüne kadar Gezi'nin tüm diğer ayaklanmalardan ayrıcalıkları üzerine çok yazılıp çizildi, listeler paylaşıldı, neredeyse veri tabanları oluştu, benim açımdan sürecin yüz yılı aşkın ayaklanma tarihimiz içerisindeki birincikliği; dâhilerin sokağa çıkmasıdır.

Bu ilk kez yaşandı.

Gidebileceği sayısız yer varken (biraz da kendinden önce gidenlerin akibetine bakarak) geleceğini bu topraklarda kurmaya inat eden ve daha önemlisi, fikrini ifade edebileceği sayısız mecra varken, yumruğunu sıkıp sokağa çıkma yolunu seçen dâhiler, Gezi'nin sıradan bir toplumsal ayaklanmadan farkının NE OLABİLECEĞİNİ(?) ortaya koyuyordu.

Evrensel tanımıyla 'genius'lar, bu topraklarda ilk kitlesel ayaklanmalarını gerçekleştiriyor ve buralarda benzerine pek rastlanmamış bir "nezaketle" kendilerinden olmayanı anlamanın yöntemlerini deniyorlardı, müzakerenin olası en radikal biçimini.

Kendilerinden öncekiler gibi "Kahrolsun Kapitalizm" değil, "Kahrolsun Faşizm" değil, "Kahrolsun Siyonizm" hiç değil, "Kahrolsun Bağzı Şeyler" yazıyorlardı, "BAĞZI"yı okuyucunun hafızasına teslim ediyorlardı.

Bu yüzden Gezi, asla bastırılamadı.

Çünkü düşman, ikiliğe dayalı bir önceki kutuplaşmalarda olduğu kadar "net" saptanamadı, bugün hala saptanabilmiş değil, ne mutlu... Düşman yok. Düşmansız bir direniş var. Tüm olasılıklara açık.

Şimdi asıl sorulması gereken, bir toplumun dâhileri sokağa çıkma noktasına geldiğinde, o toplumun geride kalan kesimlerinin nasıl durdurulabileceği? Bugüne kadar uygulanagelen bastırma yöntemleri çoğu üniversite eğitimli, en az bir yabancı dil konuşan, zamanın değerini bilen, interaktif dünya ile uyumlu, hem "Batılı" hem "Doğulu" değerleri içeriden eleştirebilme kabiliyetine sahip, polikanın "politik" sınırları içerisine hapsolmayan, ideolojileri romantize etmeyen, şiddete rağmen provoke olmayan bu kitle üzerinde tutmadı.

TUTUNAMADI.

Kitle, kendi kendini geri çektinden sonra dahi, geriye kalan kesimler bildikleri yöntemlerle - ama iyi ama kötü - yapıyı bozmaya devam etti, ediyorlar... Dekonstrüksiyondan kalan 12 senelik bir sistem denemesinin iskeletidir. Şimdi o iskeletin üzerindeki deformasyonlardan, gerçekte ne gibi bedeller ödendiğini izliyoruz. Bir önceliklerle ne denli benzeştiğini... Bunu, ilk kez öğreniyoruz. Ayrı ayrı siyasi hafızalarımız olsa da, hiçbirimizin bir diğerinden daha deneyimli olmadığı kolektif bir (yeni) öğrenme metodu bu.

Bugün hiç olmadığımız kadar yapıbozumcuyuz.

Öyle kalalım, bırakalım bozulsun.

Üstelik hala temele inebilmiş değiliz, temele inebildiğimizde, yapı malzemesinin ne denli "bozuk" olacağını göreceğiz belki de, belki de o noktada, konuya uzak kalanları ikna etmek zorunda da kalmayacağız.

Bırakalım, domino efekti sürsün.

Hiç yorum yok: