“BU ÜLKEDE
SANAT BURJUVASI YOK,
OLAN DA ZATEN KAYIP”
OLAN DA ZATEN KAYIP”
1848 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na
sığınan Karl
Eduard Hammerschmidt İslamiyeti kabul eder ve Abdullah Bey ismini alır. Kariyerini
doğa bilimleri üzerine yapmış, onlarca hamamböceği türüne kendi ismini vermiş
olan Hammerschmidt (Dr. Abdullah Bey) 1871 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun
ilk doğa tarihi müzesini açar. Araştırma içeren tüm çalışmaları için “Ben bu
katkıyı İngiliz ya da Amerikan tarihine sunsaydım, kimse bana kraliyet nişanı
takmazdı elbet ama en azından birileri çıkıp tüm samimiyetiyle teşekkür
edebilirdi”, diyen Tayfun Serttaş ile 18 Eylül’de Studio-X Istanbul’da açılacak
olan “Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople”
sergisi ve çok daha derin konular üzerine konuştuk.
Mısra Gökyıldız
Studio-X Istanbul’dayız. Galeride hummalı bir çalışma yürüten Tayfun Serttaş, yitirdiklerimizi bize en görkemli haliyle, göstermek istediği ‘müzesinin’ değerli parçalarıyla baş başa, incelikli bir hazırlık içerisinde... Kökleri, bu topraklarda Fransız ekolüyle kurulmuş ve talihsiz bir yangınla kül olmuş gerçek bir doğa tarihi müzesine uzanan metaforik müze “Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople” ilkin Tayfun Serttaş’ın tahayyülünde, ardından da tam burada, bulunduğumuz yerde ayaklanıyor. Peki ya nasıl? Serttaş, Paris Doğa Tarihi Müzesi’nde ‘tanıştığı’ Dr. Abdullah Bey’in Osmanlı arşivlerinde izini sürerek yitip gitmiş bir doğa tarihi müzesine rastlıyor. Hem de bu topraklarda! Elinde müzeye dair yalnızca Osmanlı alfabesiyle kağıda geçirilmiş Fransızca yazışmalar var; bir de bu toprakların yazısız tarihi, modernist hamleler, doğa ve insanlık üzerine ilişkisi üzerine derin bir birikim ile siyasetler üstü bir bakış açısı... Ve iş başa düşüyor. Hikaye işte böyle başlıyor.
Studio-X Istanbul’dayız. Galeride hummalı bir çalışma yürüten Tayfun Serttaş, yitirdiklerimizi bize en görkemli haliyle, göstermek istediği ‘müzesinin’ değerli parçalarıyla baş başa, incelikli bir hazırlık içerisinde... Kökleri, bu topraklarda Fransız ekolüyle kurulmuş ve talihsiz bir yangınla kül olmuş gerçek bir doğa tarihi müzesine uzanan metaforik müze “Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople” ilkin Tayfun Serttaş’ın tahayyülünde, ardından da tam burada, bulunduğumuz yerde ayaklanıyor. Peki ya nasıl? Serttaş, Paris Doğa Tarihi Müzesi’nde ‘tanıştığı’ Dr. Abdullah Bey’in Osmanlı arşivlerinde izini sürerek yitip gitmiş bir doğa tarihi müzesine rastlıyor. Hem de bu topraklarda! Elinde müzeye dair yalnızca Osmanlı alfabesiyle kağıda geçirilmiş Fransızca yazışmalar var; bir de bu toprakların yazısız tarihi, modernist hamleler, doğa ve insanlık üzerine ilişkisi üzerine derin bir birikim ile siyasetler üstü bir bakış açısı... Ve iş başa düşüyor. Hikaye işte böyle başlıyor.
Serginde İstanbul’un kamuya
açık ilk doğa tarihi müzesini kurgusal olarak baştan yaratıyorsun ve çıkış
noktası olarak 20. yüzyılın sonunda ortadan kaybolan müzenin kurumsal
yazışmalarını baz alıyorsun. İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin hikayesi ile
başlayalım dilersen?
Hikaye, 1848’de kanlı biçimde bastırılan Viyana Ayaklanması sonucu
Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Karl Eduard Hammerschmidt (1800 Viyana - 1874
İstanbul) isimli bilim adamının çabalarıyla başlıyor.
Fransız Aydınlanması’ndan hayli etkilenmiş, kariyerini doğa bilimleri üzerine
yapmış, daha spesifik olarak entomoloji (böcek bilim) alanında ün kazanmış,
Viyana’da 1.000’den fazla böceğin metamorfozunu sergilemiş, onlarca hamamböceği
alt türüne kendi ismini vermiş, dönemin dergilerinde makaleleri yayınlanmış,
uluslararası saygınlığı olan biri... 1848 İhtilali sonucu tüm yaşamı
alt üst olan Karl Eduard Hammerschmidt önce Macar Ordusuna katılıyor,
ertesindeyse hayatını kurtarmak için Polonyalı direnişçilerle beraber Osmanlı
İmparatorluğu’na sığınıyor. İslamiyet’i kabul ediyor ve Abdullah Bey ismini
alıyor. Bu tarihten sonra uluslararası saygınlığına rağmen bir daha gerçek
ismini kullanmıyor ve hayatının geri kalanını Dr. Abdullah Bey olarak sürdürüyor.
Doğa tarihinin Osmanlı bilim dünyasındaki öncüsü olmaya uzanan serüveni kısaca
böyle başlıyor. Aslında bir mülteci entelektüelin hikayesi.
İmparatorluğun farklı kentlerinde saklandıktan sonra doğa bilimleri
alanındaki uluslararası kariyerini İstanbul’da sürdürmek isteyen Abdullah
Bey’in girişimleri Osmanlı bilim çevreleri ve saray tarafından memnuniyetle
karşılanıyor. 1870 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane (bugünkü
Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü) bünyesinde bir doğa tarihi müzesini
kurmakla görevlendiriliyor. 1871 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun kamuya açık ilk doğa tarihi
müzesi, tam adıyla; ‘Le Musée d'Histoire
Naturelle d'École Impériale de Médecine de Constantinople’ açılıyor. Avrupa'daki doğa bilimcilerle
temasa geçerek binlerce örneğin İstanbul’a taşınmasını sağlayan Dr. Abdullah
Bey, Osmanlı İmparatorluğu’na çağdaşları arasında saygın bir müze kazandırmakla
kalmadı, aynı zamanda Fransız Aydınlanması’nın bilimsel alandaki en önemli
etkilerinden birinin İslam coğrafyasındaki öncüsü olarak tarihe geçti. Bu
emsalsiz misyonundan dolayı 1873 salnamelerinden itibaren Dr. Abdullah Bey’in
adı ‘Numunehane Müdürü’ unvanıyla onurlandırılır.
Osmanlı Batılılaşması çok
geniş bir perspektif, Karl Eduard Hammerschmidt öncesinde doğa tarihi alanında
hiç girişim yok mu?
Yok diyemeyiz, var. Çünkü Fransız Okulları var ve haliyle bu okulların
bağlı olduğu ekollerden dolayı her okulun içerisinde birer doğa tarihi
laboratuvarı diyebileceğimiz ‘cabinet d’historie naturelle’ koleksiyonları var.
Fakat bu koleksiyonlar çok sınırlı olduğu gibi yalnızca okulların öğrencilerine
açık olması nedeniyle kamusal bir misyondan bahsedemeyiz, eğitim amaçlı. Daha
kapsamlı bir çalışma ise Galatasaray Tıbbiyesi bünyesinde 1839'da gerçekleşiyor. Ancak bu
müze girişimi henüz kamuya açılmadan 1848’deki Beyoğlu Yangını esnasında tahrip
oluyor... Dr. Abdullah Bey, 1870 yılından itibaren çok daha kapsamlı ve yeni
bir doğa tarihi koleksiyonu oluşturmaya başlıyor ve 1871 yılında Osmanlı
İmparatorluğu’na gerçek anlamda kamuya hizmet eden bir doğa tarihi müzesi
kazandırıyor. Ben bu tarihi baz alıyorum, çünkü öncesindeki kişisel ya da
kurumsal koleksiyonlar modern anlamda bir müzeye eşdeğer değil.
Modern bağlamda bir doğa
tarihi müzesinin, temsil ettiği bilimsel yaklaşım açısından Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki önemi nedir?
O yıllarda İstanbul’da bir doğa tarihi müzesi kurmak, örneğin arkeoloji
müzesi kurmaktan çok daha öncü bir tavır. Çünkü doğa tarihi içinde çok geniş
tartışmaları barındıran bir alan. Fransız Aydınlanması’nın öncüleri ve ilk
ansiklopedistlerin büyük iddiası, her şeyin sınıflanabilir olduğuna dair
katıksız inançları ve bu yeni akılcılığı bilim, sanat, estetik ve tabiat gibi
farklı alanlarda etkin kılmaktı. Bu çaba 19. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren kolonyalizmin ivme kazanmasıyla, insanlar da dahil doğada yer alan
canlı ve cansız bütün varlıkların sınıflandırılması, kıyaslanması,
konumlandırılması ve nihayetinde baştan tanımlanması ihtiyacını doğurdu.
Böylelikle, bir önceki dönemin sıradışı ve nadir olan her şeyi
toplama/koruma/gösterme tutkusundan doğan karmaşık seçkinciliğine tezat, çok
daha sistematik temsillerin makul sayıldığı yeni bir anlayışa geçildi. İnsanın karşısına
belli bir tasnif ve kronolojik düzen içinde yer küredeki tüm varlıkları seren
doğa tarihi müzeleri, gözlem sonucu kendi algısını yaratmakla yükümlü sayılan
insanın aynı zamanda dünyaya - doğaya - karşı özneye dönüşmesinin evrensel
sahneleriydi artık... Böyle bir sahneyi İstanbul’a kazandırmak, bugün dahi doğa
tarihi etrafında dönen tartışmaları göz önüne aldığımızda, azımsanmayacak bir
çaba.
Bu aynı zamanda Batı kökenli bir tartışma ve Batı dünyası
için dahi böylesine yeni bir tartışmanın Osmanlı’daki izdüşümünü nasıl
yorumluyorsun?
Osmanlı bir Avrupa İmparatorluğu'ydu. Üstelik Avrupa’daki
toprakları bugünküne oranla mukayese edilmeyecek kadar genişti, son 300 yıl
boyunca tüm yatırımlar Avrupa’ya yapılmıştı. Sınırları içinde yaşayan ahalinin
bugüne oranla kendini çok daha Avrupalı hissettiğini de eklemek gerekir, evet
Şark hep vardı ama imparatorluğun kalbi orada atmıyordu. Güney Amerika
sömürgeleri nedeniyle İspanyolları ‘Amerikan Yerlisi’ olarak tarif
edemeyeceğimiz gibi, Arap ve Afrika sömürgeleri nedeniyle Osmanlıları da bir ‘Orta
Doğu Şeyhliği’ olarak göremeyiz. Bu benliğimizdeki Avrupa’yı, kendimizi inkar
etmek olur... Bugün Batılı değerlere sahip olmak sanki bir aşağılık
kompleksinin ürünüymüş gibi yansıtılıyor. O kişilerin şahsi kompleksidir, kültürde
böyle bir kompleks yoktu.
19. yüzyılın ikinci
yarısında ivme kazanan Osmanlı Batılılaşması; siyaset, mimari, teknoloji ve
sanat gibi alanlarda olduğu kadar, bir dizi bilimsel reformun da öncüsü
sayılmalı. Biz o dönemi yalnızca siyasi bir dönüşüm gibi izliyoruz, hatalı.
Batılılaşmanın mimariden sanata, teknolojiden toplumsal yaşama geniş bir karşılığı
var. İfade özgürlüğünde karşılığı var. Bence bu dönemin en karakteristik
göstergelerinden biri, İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin Paris, New York, Londra
gibi kentlerdeki çağdaşlarıyla aynı yüzyıl içinde İstanbul’a kazandırılmasıdır.
Bu yeni misyon, 19. yüzyıl müzeciliğindeki gelişmeleri anbean takip etmekten
ziyade, evrim teorisinden nasyonalizme, teolojiden ekosisteme uzanan hayli
geniş bir çatıda tartışılagelen ‘modern doğa tarihi’ anlayışının Osmanlı
İmparatorluğu coğrafyasında tanınması demekti, ki küçümsenemeyecek bir reformdur.
Dr. Abdulah Bey’i keşfetmen ve onun üzerine çalışmaya
başlaman nasıl oldu?
Dr. Abdullah Bey’i
İstanbul’da keşfetmedim, Paris’te keşfettim. Onun varlığına Paris’te emin
olduktan sonra İstanbul’da çalışmaya yöneldim... Paris Doğa Tarihi Müzesi’nin Mineraloji
Bölümü’nde hala bir kürsüsü var. Çünkü o yıllarda Anadolu’dan Paris’e 400’e
yakın fosil gönderiyor. Karşılığında ise 900’e yakın türün İstanbul Doğa Tarihi
Müzesi’ne bağışlanmasını sağlıyor. Dönemi için büyük bir işbirliği, tamamıyla kişisel
çabalar. Avrupa’da Karl Eduard Hammerschmidt olarak edindiği
saygınlığı kullanıyor. Örneğin yine müzeye koleksiyon
sağlamak için şehri terk ettikten sonra ilk kez iki aylığına Viyana’ya dönüyor
ve oradaki kişisel nüfuzunu kullanarak 27 sandık dolusu (Osmanlı kaynaklarında
ağırlığının 1.000 okka olduğu geçer) koleksiyonu İstanbul’a taşıyor. Yalnızca
Viyana ziyaretinden 11.891 örnekli mineraloji ve jeoloji, 2.725 örnekli bitki,
5.900 örnekli böcek ve 2.500 kadarı diğer hayvanlardan oluşan bir zooloji koleksiyonu
yanında, 249 nadir kitap getiriyor... Yol masraflarının karşılanması dışında
Osmanlı Devleti’nden finansal destek almıyor, büyük çabalar bunlar.
Ve bugün Haydarpaşa Kampüsü
gibi görkemli bir binada böyle bir koleksiyonun sergilendiği fikrini hayal
etmek bile çok heyecan verici... Nasıl oluyor da müzenin akıbeti öylesine
trajik şekilde son buluyor?
Dr. Abdullah Bey’in ölümü bence önemli bir faktör, çünkü ondan sonra
müzeye aynı motivasyonla sarılan birilerini göremiyoruz. Fakat daha belirleyici
olan İstanbul Darülfünun’unun lağvedilip İstanbul Üniversitesi’nin kurulması. Bu
süreçte Tıp Fakültesi ve bünyesindeki bütün kurumlar kentin Avrupa yakasına
taşınıyor. Bu iki etkeni birlikte düşünebiliriz çünkü Dr. Abdullah Bey yaşıyor
olsaydı belki de bazı şeylere engel olabilir ve en azından koleksiyonun daha
korunaklı bir noktaya sevk edilmesini sağlayabilirdi, fakat o esnada böyle bir
aktör de yok. İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin bütün koleksiyonu İstanbul
Üniversitesi, Fen Fakültesi, Jeoloji Bölümü’ne devrediliyor. 28 Ağustos 1918 tarihinde gerçekleşen Büyük Vefa Yangını sırasında ise müze
koleksiyonun tamamı yanarak yok oluyor... Bu trajediyle beraber doğa tarihi
müzesi ideali Osmanlı İmparatorluğu topraklarından sonsuza dek siliniyor.
Burada bir kasıt görüyor musun ya da araştırmaların
süresince böyle bir olasılıkla karşılaştın mı?
Sanmam, çünkü o
olayda bütün bir Vefa semti yanmış. Kurtarabildikleri bir şeyler bilsem ‘peki
bu koleksiyonu neden kurtaramadınız?’ diyeceğim, fakat olay başlı başına trajedi...
Bir de İstanbul’un geçtiğimiz yüzyılı yangılar yüzyılıdır. O dönem İstanbul
oranında yangın geçiren bir kent için pek de şaşılacak bir son değil, birçok
şey İstanbul yangınlarında kayboldu. Fakat bazıları sonradan olduğu gibi ihya
edildi, bazıları ise ihya edilmedi. Belki bunu sorgulamak gerekiyor.
Serginin adı da mı bu yüzden “Le Musée d'Histoire Naturelle
de Constantinople”; yani Fransızca?
Dr. Abdullah Bey’in Osmanlıca öğreneme fırsatı olmadı. Gündelik hayatta
eminim birçok kelimeye hakimdi, ama Osmanlıca konuşamıyor ve yazamıyor. İmparatorluğa
sığındıktan sonraki tüm makalelerini Fransızca ya da anadili olan Almanca olarak
yayınlamaya devam etmiş. Osmanlı bilim çevrelerinde o yıllarda hakim dil zaten Fransızcaydı
ve müzenin orijinal ismi de haliyle kaynaklarda Fransızca geçiyor. Bunu modern
Türkçeye çevirmeyi bir de araya İngilizce sokmayı anlamlı bulmuyorum. Serginin
tek bir ismi var; Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople. Anlamayanlar
için musée/müze, d’historie/tarih, naturelle/doğa, Constantinople/İstanbul. Çok
zor değil, artık en azından bu kadarını olduğu haliyle ihya edebilelim
istiyorum.
Yalnızca müzenin değil Dr. Abdullah Bey’in akıbeti de
çok düşündürücü, bugün mezarının üzerinden bile otoyol geçtiğini
öğreniyoruz...
Evet ve o olayda
ben bir kasıt arıyorum. Aynı zamanda Türk Kızılayı’nın da kurucusu olan Dr.
Abdullah Bey, 30 Ağustos 1874 tarihinde İslami ritüellere uygun geniş katılımlı
resmi bir törenle Eyüp Defterdar Camii Kabristanı’na defnediliyor. Ertesinde
anıt mezarı inşa oluyor, Osmanlı Hükümeti saygıda kusur etmiyor. Tayyip
Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu 1994 yılında mezarlık
çevresinde gerçekleşen yol ve iskan çalışmaları esnasında anıt mezarının
otoyolun altında kalarak tamamen kaybolduğu tespit ediliyor. 2012 yılında Türk
Kızılayı tarafından farklı bir noktaya Dr. Abdullah Bey’e atfen sembolik bir
mezar taşı yerleştiriyorlar fakat gerçek mezarının üzerinden şu an araçların
geçtiğini bilmek, üstelik Neo-Osmanlıcılık oynayan bir anlayış tarafından bunun
önünün açılması ‘hangi Osmanlılar?’ sorusunu bir kere daha sormamızı
gerektiriyor. Doğa tarihi anlayışını bir kenara koyuyorum, hadi diyelim o
ekolden zaten nefret ediyorlar, fakat bu insan Türk Kızılay’ını kurmuş, hiç mi
hakkı yok bu kentte rahat uyumaya? Birkaç metrekarelik mezarı taşımak zor
değil, en azından taşınabilirdi.
Doğa tarihi anlayışından neden nefret ediyorlar?
Yalnızca bugün Türkiye’deki bilgi ve iktidar rejimleri bağlamında
değil, genel olarak dini otoriteler doğa tarihinden nefret ederler. Çünkü doğa
tarihi anlayışı, varoluşu akılcılık bağlamında ele aldı ve ortaya sürdüğü
teorilerin tamamı dine aykırıydı. Bu açıdan daima çatışmalı alanlar olduklarını
akılda tutmak gerekir. Fakat gerçek çatışma buralarda olmadı, ki zaten
buralarda tartışmaya yol açacak bir bilimsel zeminin olup olmadığı bile muğlak.
Gerçek çatışma kilise ile doğa tarihçileri arasında Avrupa’da cereyan
etti.
Peki bu tartışmadan kim galip
çıktı?
Herkes kendi baktığı yerden yorumlar ama bana soracak olursan doğa
tarihçilerini de kucaklayan Aydınlanma Çağı galip çıktı. Kilise çok sıkıştırdı,
çok zorladı, çok oto-sansür vakası var, keşfini tamamladığı halde yıllarca tezini
savunamayan bilim insanları var, tüm bunların sonunda Avrupa bugünkü Avrupa.
Doğa tarihi müzelerini kaç kişi ziyaret ediyor, kiliseyi kaç kişi ziyaret
ediyor? Ona bakmak lazım.
Tek tanrılı dinlerin doğa ve
insan arasındaki ilişkiyi çok keskin çizgilerle biçimlendirmesi de burada bir
etken sanırım?
Zaten bütün sorun tek tanrılı dinler. Diğer dinlerde ya da tek tanrılı
dinler öncesi dinlerde böyle bir sıkıntı yok. Doğadan kopuş tek
tanrılı dinlerle başladı. Şaman kendini doğanın bir parçası ve temsilcisi olarak
hisseder fakat Hristiyan ya da Müslüman doğayı kendine sunulmuş bir nimetler
dizisi olarak algılar. Restorana girdiğinde önüne koyulan bir menü gibi algılar
doğayı. Doğayla ilişkisi menüsüyle ilişkisi kadar yüzeyseldir esasen. Çünkü tek
tanrılı öğretide insan doğaya karşı üstün özellikleriyle tanımlanır. Yani
doğanın eşdeğer bir bileşeni olmaktan çıkıp, ona hükmeden pozisyonuna geçmiştir
artık. Tabi bu ruh halinden insanı geri çevirmek kolay değil.
Doğa tarihi müzeleri içerisinde bu
tartışmayı izleyebileceğimiz bölümler var mı?
Adı konmamakla
birlikte ‘din ve doğa tarihi’ özellikle bu konuda daha fazla efor sarf eden
Avrupa’daki doğa tarihi müzelerinde sık karşılaşabileceğiniz bir başlık.
Müzelerin özellikle evrim ve primatlarla ilgili olan salonlarına girdiğinizde,
mutlaka konunun farklı belgelerle de açıklanmaya çalışıldığını görüyorsunuz ve
anlıyorsunuz ki, verilmiş bir mücadele var.
Fakat konu
din ve doğa tarihi tartışması olduğunda benim favorim New York Doğa Tarihi Müzesi’ndeki
Willamette meteorudur. 1902 yılında Oregon Eyaleti
sınırları içindeki Willamette Vadisinde, Oregon Demir ve Çelik Şirketi
çalışanlarınca keşfediliyor. Keşfedildiği noktada krater benzeri bir düşme
izine rastlanmayan 15 ton ağırlığındaki meteorun nehir suları ve insanlar
aracılığıyla o noktaya taşındığı tahmin edilmekte. Çok heybetli bir taş,
sanırım dünya üzerindeki en güzel meteor olabilir... En azından ben bugüne
kadar daha etkileyici bir örnek görmedim. Birkaç kez el değiştirip fuarlarda
sergilendikten sonra New York Doğa Tarihi Müzesi’ne bağışlanıyor. Ancak bu esnada
bir gerçek ortaya çıkıyor ki; bu taş aynı zamanda bölgede yaşayan Clackamas Kabilesi’nin
tanrısı. Kabilenin yüzlerce yıllık dini ritüelleri içerisinde Willamette meteorunun büyük önemi var. 1990’lı yıllarda kabile
New York Doğa Tarihi Müzesi’ne tanrılarını iade etmesi için dava açıyor. Dava
sonucu müze, koleksiyonun yasal sahibi olduğu için taşı iade edemiyor ancak
kabileyle sonsuza dek sürecek olan ilginç bir uzlaşmaya varıyorlar. Senede bir kez
kabile üyeleri uçakla New York’a getiriliyor. O özel günlerde müzenin giriş
çıkışları kamuya kapanıyor ve müzedeki taşın etrafında diledikleri gibi dini
ayinlerini gerçekleştirdikten sonra Oregon’a geri gönderiliyorlar. Böyle bir
şey doğa tarihi, sizin o tarihin neresinde konumlandığınızla ilgili.
Türklerin doğa ile ilişkisinde de
Şaman geleneklerin gelen olağanüstü bir kültürel mirasları var ama bugün bunu
ne derece yorumlayabiliyoruz emin değilim.
Türklerin
göçebe ve Şaman kökenlerinden dolayı doğa ilişkileri çok derin, fakat bu
ilişkinin nereye evirildiğini iyi yorumlamak gerekiyor. Çünkü Türkler uzun
süredir bir Arap kabilesine dönüştürülmek isteniyor. Konya’ya gidin mesela,
oradaki gündelik yaşamın Bağdat ya da Şam’da süregiden yaşamla hiç farkı
yoktur, ortalama bir Arap kent hayatıdır ve Türklüğe dair bir göstergeyle
karşılamazsanız... Ne bir müzik, ne bir yemek, ne bir renk, ne bir koku, yoktur
Konya’da, her şey silinmiştir. Buna karşın Ege’de bir Tahtacı Köyü’ne
giderseniz ve biraz şansınız varsa orada Şamanı görürsünüz, eğer Alevi
Köylerini ziyaret ederseniz eski Türk geleneklerine dair sayısız izle
karşılaşırsınız, adakları izlersiniz, Yörükler de böyledir, şifacıları vardır
örneğin... Bunlar son temsilciler, fakat ideal Sünni Arap yaşantısı ithal
edilirken aşağılandılar ve asimile olmaya zorlandılar.
Peki doğa tarihi anlayışının kendisi, insanın doğa
karşı olan üstünlüğünün bir sonucu değil mi?
Çok doğru, tam
olarak bunun sonucu. Fakat bu sorgulanan bir üstünlük. Yani o pozisyonu
kutsamaktan ziyade, o pozisyonu sorgulamak da var işin içinde... Topyekun bir
iddia yok, anlamaya çalışmakla başlıyor. İçinde hata yok mu? Çok fazla hata
var, gözleme dayalı bir bilim nihayetinde ve görmek sübjektif bir eylem, deneme
yanılma payı çok yüksek. Sadece insanın doğaya karşı değil, insanın insanı
tanımlama sürecinde girişilen ciddi handikaplar var... İnsan bahçeleri var
örneğin, kayıtlara
geçen kamuya açık son insan bahçesi, 1958 yılında Brüksel Dünya Fuarı'nda
sergilenen Kongo Köyü. Düşün 1958’e kadar, ki bu çok yakın bir tarih,
Brükselliler kalkıp Kongo yerlisi görmek için insan bahçesine gidiyor, bugün
Brüksel’in dörtte biri Afrika kökenli. Avrupalılar da bu noktaya çok hızlı
geldiler, onlar açısından da tartışma sürüyor.
İnsan bahçeleri, aynen bir hayvanat bahçesi düzeninde bildiğim
kadarıyla...
Hayvanat bahçelerindeki düzeneklere çok
benzer, farklı coğrafya ve kültürlerden insanların doğal yaşam alanları gibi
tasarlanan kafeslerde sergilendiği insan bahçelerinde, bazen büyük maymunlar ve
insanlar arasında çeşitli sıralamalar yapılarak, kategorik bir sürekliliğe
işaret edildiğini biliyoruz. Yakın tarihte Batı dünyasının en ırkçı
uygulamalarından biri olarak yeniden gündeme taşınan ve yoğun eleştiriye maruz
kalan bu organizasyonlar, doğa tarihi ve kültürel tarih arasında inşa edilen
‘ulusal kimliğin’ keskinleşmesinde azımsanmayacak bir öneme sahip.
Orta Çağ’dan bahsetmiyorum, insan
bahçeleri 20. yüzyıl boyunca Avrupa ve Amerika’nın neredeyse tüm büyük kentlerinde
milyonlarca ziyaretçi çekti. Farklı kültürlerden tutsak edilmiş insanların
sözde ‘doğal’ ya da ‘ilkel’ halleriyle sergilenmelerini ifade ediyordu. Avrupa
ve Amerikalıların, Batı medeniyetine mensup olmayan halklarla aralarındaki kültürel
uçurum vurgulanırken, ‘modern bireyin’ tanımlanmasında büyük rol oynadılar. 1931
Paris Dünya Fuarı’nda kurulan ‘Zenci Köylerini’ ilk altı ay içerisinde 34
milyon kişi ziyaret ediyor, bu o tarihlerde hiçbir sanat sergisinin
kıramayacağı bir rekor. İlkel insanın neye benzediğine tanıklık etmeden,
moderni tarif etmenin yolu yoktu.
Modernizmin daima ‘kendi ötekilerini’ yaratma arzusunu anlıyorum ama bu boyutu
düpedüz ırkçılık, nasıl bir bilimsel nedenselliğe dayanıyor olabilir ki?
Diderot ve D’Alembert’in ansiklopediler
aracılığıyla yapmaya çalıştığı dünyayı sınıflandırma uğrası, 19. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren sömürgeciliğin hız kazanmasıyla sınırlarını
insanları sınıflandırma çabasıyla genişletti. İnsanlar, bu ‘bilimsel uğraş’
içerisinde insandan ziyade nesne/hayvan/insan arası bir kategoride temsil edildiler.
Bu bağlamda gelişen çabayı bugün salt ırkçılık olarak okumak mümkün ama o günün
koşullarında asıl problem merak.
Burada en büyük etken kolonyalizm, yeni
kıtalar keşfediliyor ve artık birilerinin çıkıp Avrupalıların meraklarını gidermesi
gerekiyordu. Çünkü ortada sayısız asparagas dolaşıyor, cinler, devler, kara büyüler,
canavarlar, hibritler... Her tekneye binip altı ay ortadan kaybolan yeni bir
kıta daha keşfettim diye dönüyordu Avrupa’ya. Artık bunun bir sağlamasını
yapmak gerekiyordu. Avrupalılar kanıt istediler, günümüzdeki seyahat olanakları
yok. Tüm bu süreci aynı zamanda keşiflerden taşınan ganimetlerin bir parçası
olarak okumak mümkün.
Örneğin Columbus, 1493 tarihinde
yeni dünyada keşfettiği ve yanında getirdiği Amerikan yerlilerini İspanyol
Mahkemesine ‘keşif kanıtı’ olarak sunmuştu. Çünkü eğer bunu yapmazsa Kıta
Avrupası’ndakilerin ona inanmayacaklarını biliyordu. Avrupa’da tüm anatomik
inceliklerin temsiline dayanan bir taxidermy kültürü bu süreçte gelişti.
Keşfedilen her hayvanı canlı yakalayıp Avrupa’ya taşımak, velev ki getirmeyi
başardılar, onu Avrupa ikliminde yaşatmayı başarıp insanlara göstermek o sırada
mümkün değildi. Doğal olarak öldürüyor ve içini dolduruyorlardı. Bunun av
geleneğindeki trofe’den bir farkı var, bilimsel nedenlerle yapıyorlardı. Bugünden
bakarak ‘neden insan sergilediler’ denebilir, ama o günkü soru bu değildi.
Kitapta insan bahçeleri başlığı altında ayrıntılı bir döküm yer alıyor. Mümkün
olan çerçevede eleştiriyorum, ama bunu yaparken anlamaya da çalışıyorum.
İkinci
Dünya Savaşı yıllarında özellikle Nazilerin, doğa bilimleri ile nasyonalizm
arasında derin bir köprü kurmaya çalıştıklarını izliyoruz.
Din ile doğa bilimleri
arasındaki çatışmaya karşın, nasyonalizm ve doğa bilimleri arasında olağanüstü
bir ten uyumu var, ne yazık ki... Nazi antropolojisi gibi radikal örneklere
gerek yok, en yüzeysel nasyonalizm fikri dahi doğa bilimleri teorilerine
dayanır. Modern bir olgu olarak milliyetçilik, doğa bilimlerinden fazlasıyla
beslendi ve referanslarını büyük oranda bu anlayıştan devraldı. Bunun için doğa
bilimciler bir şey yapabilirler mi? Yapamazlar, çünkü siz taşın, toprağın,
minerallerin, bitkilerin ve hayvanların çeşitliliğini belli sınıflandırmalar
altında tespit edip yeni kategoriler yaratmaya başladığınız andan itibaren,
ister istemez konu insanlar arasındaki çeşitliliğe dayanıyor. Birileri de çıkıp
bu kuramı kendi politik iddiası bağlamında üretmeye çalışıyor. Nasyonalistler
doğa tarihi tezlerini marjinalize ederek, bir anlamda kendilerine bilimsel bir
zemin yakalamış oldular.
Paris Doğa Tarihi
Müzesi’nin bahçesinde Fransa’nın orta kesimlerinden getirilmiş bir kaya durur,
son derece sıradan çirkin bir kaya... Parkta görsen dönüp bakmazsın. Bu kaya
parçasını benim açımdan özel kılan ise, altında durmakta olan eski tabeladır.
Fransızca olarak aynen şöyle yazar; "bu kaya Fransız jeoçeşitliliğinin olağanüstü bir
kopyasıdır (ve büyük harflerle) SAYGI DUYUN!" Yani diyor ki, haddiniz
bilin, çünkü o kaya bir Fransız! Yerli malı yurdun malı meselesi aslında, Arap
petrolü gibi, Rus doğalgazı gibi ya da Amasya elması gibi... Onlar artık
doğanın bağımsız birer bileşeni değil, mensup olduğu toplumu ya da coğrafyayı
temsil etme sorumluluğu edinmiş sembollerdir. Doğa tarihinin bu aşamasında
nasyonalizmden kaçış yok. Hem sergide hem de kitapta eleştirinin ana arterleri
bu güzergahta ilerliyor.
Buradan
İstanbul Doğa tarihi Müzesi’ne dönersek, bir kez daha arşivlerle çalıştın fakat
yine farklı bir yöntem izledin... Bu kez bizi ne bekliyor?
Dört belgeyi yan yana koyup sergilemeyi arşiv çalışması saymak gibi bir
yanılgı var. Hayır, arşive dair sorumluluk arşivi yorumlamaya başladığın
noktada ortaya çıkar. Yoksa arşiv zaten durduğu yerde arşiv, sana ne gerek? Bazı
durumlarda her şeyi olduğu gibi göstermek de gerekebilir, bazen ise asla. Benim
buradaki misyonum belge göstermek değil. Bunun öncelikli nedeni orijinal belgenin
zaten arşiv olarak tanımlanmış ve koruma altına alınmış olması. Müzeden geriye
kalan tek kanıt niteliğindeki kurumsal yazışmaların tamamı Osmanlı Arşivleri
Daire Başkanlığı bünyesinde korunuyor. Röprodüksiyonları göstermek mümkün mü?
Mümkün, ancak onu kitaba sakladım. Sergide belgelerden kaçınmamın bir diğer
nedeni de tüm kurumsal yazışmaların Osmanlıca ve Fransızca olması. Yani belgelerin
görsellerini paylaşsam bile, alt yazı geçmek zorundayım. Mekana bu kadar enformasyon
sokamam. Bu kez daha farklı bir yol izledim ve kurumsal yazışmalara dayanarak,
oradaki hikayeleri baştan kurguladım. Arşivsel veri, yeni işlerin üretimine
zemin hazırladı. İzleyici önce bunlarla karşılaşacak, en son aşamada tüm bu
işlerin referansları ortaya çıkacak. Daha önce arşivden plastiğe gitmiştim. Bu
kez plastikten arşive gidiyorum.
Eldeki veriler müzeye duyulan
ilgi konusunda fikir veriyor mu?
Kurum içi ve diğer kurumlarla olan yazışmalardan bunu anlamak güç.
Fakat kurum ve kamu arasındaki mektuplaşmalar, ki benim en çok ilgimi çekenler
bunlar, müzeye olağanüstü bir ilgi olduğunu kanıtlıyor. Osmanlı sınırları
içerisindeki onlarca vilayetle süregiden yazışmalar var. Mesela Kayseri’de annesinden
doğar doğmaz ölen çift başlı bir bebek var. Müzeye transfer etmeye
çalışıyorlar, ispirto içerisinde bedenini bozmadan koruma mücadelesi
veriyorlar. Kıbrıs Lefkoşa’da yedi bacaklı bir keçi dünyaya geliyor. Tipik bir
anomali, doğduğu anda ölüyor. Böyle bir keçinin dünyaya geldiğine dair müzeyi
bilgilendiriyorlar ve İstanbul’a nakledilmesi için çalışılıyor. Bu gibi
örnekler çok etkileyici, diğer yanda Sarıyer sahillerinde yürütülen mineral
çalışmaları var, önceki örneklere oranla daha az heyecan verici fakat ne gibi
çalışmalar yürütüldüğünü bilmek açısından önemli. Fosiller ve benzeri doğal
buluntular üzerinde süregiden çalışmalar var ve çoğu kamu desteği ve ilgisiyle
yürütülüyor.
Peki müzenin ziyaretçi sayısıyla
ilgili bir istatistik var mı incelediğin bu yazışmalarda? Kaç kişi girip
çıkmıştır? Çünkü bu ciddi bir kesimin belleğine işaret ediyor...
Müzenin kapısına gizli kamera yerleştirip gireni çıkanı saymak bugüne
dair bir incelik (gülüyor). O günlerde hiç öyle bir kaygıları olduğunu
sanmıyorum. Fakat o sırada İstanbul’un nüfusu kaç kişi, bu kesim aynı zamanda
nasıl bir entelektüel atmosferi paylaşıyor, Batılılaşma süreci zaten bu gibi
konuları teşvik ediyor... Yani boş kaldığına da inanmıyorum, bütün İstanbul
ahalisinin fikri ve bilgisi olan bir yer. Ancak tarih çok eski olduğu için,
müze hakkında konuşabilecek birilerine ulaşmak imkansız, 1950’lerde bile çok
zor olmalı... Kişisel günlüklerden ve gözlem yazılarından incelemek gerekir ki,
bu da farklı bir çalışma demek.
Hiç görsel kaynak var mı?
Var ama henüz ‘işte bu’ diyebileceğim bir imajla karşılaşmadım. Fakat
bu görsel eksikliği, beni daha fazla hayal etmeye ve kurgulamaya itti. Belki de
çok fazla görsel kaynak olsaydı, işi bu kadar sahiplenemeyecektim. Sonuçta üç
aşağı beş yukarı o yıllarda kurulan bir doğa tarihi müzesinin neye
benzeyeceğini biliyoruz, ne mutlu ki bina hala ayakta, girip gezme şansı var,
müzede yer alan bütün koleksiyonun listesi elimizde, madde madde bütün
parçaların nereden toplandığına kadar her şeye hakimiz, ama tüm bu detayları
tek bir karede birleştirmek araştırmacının hayal gücüne kalıyor. Yani aslanlar
nerede sergileniyordu, balıklar neredeydi, kuşlar hangi bölümdeydi diye
sorarsan bilemem. Bu açıdan müzenin kendisi başlı başına bir metafor zaten.
Cumhuriyet Devrimi neden böyle
bir konuya kayıtsız kalıyor? Hem sekülerizm hem de yeni ulus inşası açısından
yaklaştığımızda, Cumhuriyet ideologlarından doğa tarihi müzesi gibi bir kurumu
kucaklamaları beklenmez miydi?
Kesinlikle Cumhuriyet Devrimi’nden bu alanda bir şeyler yapması
beklenirdi ama yapmıyorlar. Olumlu olumsuz bir söylemle de karşılamıyoruz; “şu
gibi nedenlerle bir doğa tarihi müzesi kurmayacağız...” türevi bir açıklama da
yok. Burada iş biraz akıl yürütmeye kalıyor.
Doğa tarihinin en büyük dezavantajı kolonyalizm ile ilişkilendirilmesi
ve haliyle bu tartışma biraz Fransızların başına kaldı. Cumhuriyet
teorisyenlerinin Osmanlı ve Fransız alerjisi malum. Bir ihtimal bu çok ‘Fransız’
bir iş dediler. Çünkü Cumhuriyet Devrimiyle birlikte Osmanlı Batılılaşmasına
tezat bir anlayış benimsediler. İkisi de modernizm, ikisi de batılılaşma, ikisi
de seküler ama kesinlikle aynı referansları ve güzergahları kullanmıyorlar.
Böyle çok katmanlı moderniteler içerisinde, muhakkak bir önceki modernite
anlayışına muhalif olma duygusu yatar. Osmanlı aydınları ne dediyse Cumhuriyet
entelektüelleri tam tersini yaptılar ve onlar da bunun adına modernizm dediler.
Alman ve Rus ekolü bir modernizm anlayışını benimseyip Fransız modelinden
imtina ettiler, unutturmak istediler belki... O aradaki birikim de tamamen
reddedildi haliyle.
Doğa tarihi anlayışının Osmanlıya taşınmasında Batılılaşma süreci
esastır. Cumhuriyet teorisyenleri ise Osmanlı’nın en büyük hatasını Batılılaşma
süreci olarak okurlar. Toplumu kendi Batılılaşma modellerine ikna etmenin başka
yolu yoktu çünkü. Tıpkı mimaride neo-klasik denemelerin inkar edilmesi gibi...
Üstelik Osmanlı bir kolonyal devletti. Bundan bahsedilmez ama ne işi vardı
Mısır’da, Libya’da, Cezayir’de, sorsanız yanıtlanmaz. Nitekim bir doğa tarihi
müzesi de vardı ve bu dönemin toplamına kuşkuyla yaklaşılır.
Diğer yandan buna ayıracak bütçemiz yok, taşla toprakla uğraşamayız
demeleri de muhtemel. Fakat milliyetçilikle flört eden bir ekol doğa tarihi.
Ben milliyetçi bir Cumhuriyetten beklerdim ki taşları toprakları dizsin ve işte
Türk taşı toprağı desin. Dağlara taşlara Türk yazarken bunu atlamazlardı. Belki
de sadece karambole geldi, art niyet yoktu... Ama bir daha devlet bünyesinde bu
alanda bir kurumsallaşma gerçekleşmedi.
Birkaç akademik teşvikli doğa,
tabiat müzesi girişimi var aslında.
Özel teşvikler oldu yakın dönemde, özel koleksiyonlar derlendi. Ege
uğraşıyor; İTÜ bir şeyler yapmak istedi son durumunu bilmiyoruz. Ankara’da bir
tabiat müzesi olgunlaşmak üzereyken, AKP iktidarıyla birlikte önce müzeden primat
koleksiyonu kaldırıldı, sonra da müze tamamen kamuya kapandı diye biliyorum. Fakat
bu örneklerin hiçbiri tam teşekküllü bir doğa tarihi müzesine eşdeğer değil,
naif çabalar. Her zaman ideolojik bir tartışma süregider doğa tarihinde. Doğa
tarihi bir bakıma insanın kendini anlama uğraşı olduğu için, doğa dışında her
şey bu çatıda tartışılabilir. Absürt ama bu doğanın pür bağımsız tarihi değil, modern
insanın doğayla olan hikayesinin tarihidir. Yoksa bir kutup ayısına sorsanız
muhtemelen size doğa tarihini çok farklı kurgulayacaktır.
İnsanın doğayla
ilişkisi şu an nasıl peki?
Fırat nehrinde yeni sazan türleri keşfedildi: “alburnoides
recepi”, “alburnoides emineae” şeklinde adlandırılan... Fakat bu hep böyleydi,
yüzyıl başında keşfedilen canlılara da daha orijinal isimler verilmiyordu. Kim
iktidardaysa onların isimleri aileleri, yakınları... Bir yanda sazan balıkları
var, diğer yanda nasyonalizm tartışması sönmemecesine devam ediyor. Geçtiğimiz
sene Türkiye’de 64 yıl aradan sonra bir Anadolu Leoparı görüldü ve
Diyarbakır’da vuruldu. Burada asıl heyecan yaratan Anadolu Leoparı gibi bir
canlının izine tekrar rastlamaktan ziyade, bu canlının Diyarbakır gibi sicili kabarık
bir kentte, bir Kürt tarafından öldürülmesiydi. Sergide yer alan ‘Kürt ve
Leopar’ isimli tablo bu ‘tarihi rastlantıya’ referans veriyor. Malum fotoğrafın
yayınlanmasının ardından sosyal medyada kıyamet koptu. Tartışılan şey Anadolu
Leoparı değil, onu vuran kişinin kimliği ve bu olayın Kürtlerin ne kadar cani
ve cahil olabileceğini kanıtlamış olması. Son dönemde ırk ve tür, kimlik ve tür
arasında kamuya yansımış ilginç muhasebelerden biridir... Kendilerine bir
leopar saldırsa muhtemelen üzerine tüm şarjörü boşaltacak arkadaşlar, bir anda
radikal ekolojistlere dönüşüverdi. Av ve avcının pozisyonu da çok ironik, biri
kimlik mücadelesi veriyor, diğeri soy mücadelesi veriyor. Türkiye’nin geri
kalanı ise oturduğu yerden olayı yorumluyor. Günümüzde insanın doğayla ilişki
tam olarak bu.
Ekolojist milliyetçilerin bu
tartışmaları bu noktaya indirgemelerinin bir sebebi de, daha önce hiç şahit
olmadıkları bir doğa tarihi tartışması ve geleneği değil mi?
Elbette, bu sergi bunu tartışmaya açar umarım. Çünkü serginin temel
sorularından biri de, bugün Türkiye’de bir doğa tarihi müzesi olsa malum siyasi
atmosfer içerisinde neye benzerdi? İçinde ismi Recebi ve Emineae olan sazan alt
türleri mutlaka sergilenir, Kürdün vurduğu leopar da baş köşeye koyulurdu
muhtemelen... Yorumlanmaya çok açık ve bol örneklemli bir mesele. Fakat bu
noktada sıkışmış milliyetçilik tartışmasına düşmek de anlamsız. Cumhuriyet
yoktan var etti ve elbette bunun bedelleri olacaktı. Cumhuriyet’e burun
kıvıranların günümüzde ne önerdikleri de tartışılmalı. Daha geniş bir
perspektife bu tartışmanın ana arterleri doğadan geçiyor. Çünkü aynı tartışma
Avrupalılara kim olduklarını öğretti ve onları bir dizi teorik ve bilimsel
sınırı çizmeye zorladı. Türklerin, doğadan gelmelerine rağmen böyle bir eleştirel
zeminleri yok. Doğayla aralarındaki ilişkiyi adlandıramamış bir toplum.
Peki, bu müze bugüne
taşınabilse Türk insanının doğayla ilişkisi daha sağlıklı olur muydu? Metaforik
müze önermesi aynı zamanda bize bunu mu anlatıyor?
En azından ortalama insan kendi kendine şöyle sorabilirdi; ‘peki felsefe
ve bilim bana doğayla ilgili ne öneriyor?’ Avrupa’nın kat ettiği büyük
tartışmalar Türkiye’de gerçekleşmedi. Hep tekrarlarım, post-modern olabilmek
için ucundan da olsa modern olmak gerekiyor değil mi? Sen moderniteyi
içselleştirmeden, yaşamadan, kıyaslamadan, ben post-modernim yalanına kendini
bile inandıramazsın. Alt kültür post-modernizm değildir çünkü. Sanatta da böyle
bir şey var; modern sanata hakim olmadan, onu içselleştirmeden eleştirisini
vermek gibi. Doğa tarihi de böyle. Zemini bilmedikleri için Adnan Oktar gibi
bir adam çıkıp Anti-Darwinist oluyor. Ama sen evrimle ilgili akademik olarak ne
tartıştın, hangi tezleri ortaya koydun da, neye karşı çıkıyorsun? Yoksa doğaya şefkatle
yaklaşan bir toplum var özünde, toprakla uğraşır, iki karış bahçesi olsa bir
tavuk alır koyar içine, eker biçer, ama artık bunu sokaktaki adama anlatmak ne
kadar güç değil mi?
Doğaya ilişkin tartışmalar en
genel düzeyde kentsel dönüşüm ve devletin çevre politikaları düzeyinde
tartışılıyor, doğadan anladığımız bir itiş kakış, haklı haksız meselesi, bir
siyaset alanı yalnızca.
İnsanın doğaya karşı mesafesi ve bu mesafeyi hangi açılardan kurması
gerektiği sorgulanmıyor. Evet, Avrupalılar insanları kafeslere tıkıp
sergilediler, daha tonla hataları oldu ama tüm bu hatalardan bir şeyler de
öğrendiler. Burada doğaya karşı dersini çalışmamış bir toplum var ki, bugün
nükleer santral konuşabiliyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde bu rahatlık ve
konforla bir devlet başkanı nükleer santralden bahsedemez ama adam çıkıp Mersin
Akkuyu falan diyor. Bu yüzden buradaki ekolojistlerin de propagandanın yanında
aslen doğanın ne olduğunu, insanın doğayla ilişkisini nereden kurması lazım’ı
tartışmaları gerekli. Bilmem nereye bilmem ne olmasın, zaten olmasın! Ama biz nereden
geldik de buralara dayandık?
Sürpriz bir şekilde karşına
çıkan, kaybolan bir şeyden metaforik bir anlatım örmen, arşivden plastiğe doğru
bir yolculuğa çıkman çok ilgi çekici. Bu anlayışla ilgili kafanda başka
taslaklar, kaybolan ve merakını cezbeden başka projeler var mı aklına not
ettiğin?
Stüdyo Osep’te, Foto Galatasaray’da ya da Mimarlar Mezarlığı’nda birbirinden
tamamen farklı metotlar kullanarak bunu yaptım. Gelecekte de bundan farklı
olmayacak. Kayıp bir yerde yaşıyoruz, ‘neden benim başıma kalıyor’ bu işler derim
hep. Ben de illüstratif detaylara odaklanıp, soyuta koşan işler yapmayı çok
isterdim. Ama bizim Türkiye’deki konumumuz pek buna elverişli değil. Kültürel
şizofreniden bize miras kalan koca bir enkaz. Hala o enkazla boğuşuyoruz
aslında... Nereye baksak, ne kadar büyük bir parçamızı yitirdiğimiz hissiyle
karşı karşıya kalıyoruz. Her yerimiz biraz kayıp, bedenle, doğayla, mimariyle, dille
olan ilişkimiz... Kendine 600 yıl ‘imparatorluk’ dedikten sonra mimariye dair
birikimin nedir diye sormazlar mı? TOKİ bloklarını mı göstereceksin? Temsille
ilişkimiz kayıp. Stüdyo fotoğrafı o yüzden çok önemliydi benim için. Resimle aynı
ilişkiyi kuramazdım, orada temsil edilen seçkinlerin portrelerinden bir yere
kadar okuyabilirdim gündelik yaşamı. Sokaktaki adam temsille ilişkisini nereden
kurdu, bu ilişki ne boyuttaydı? Bu sorular hep devam edecek.
Bu sorulara cevap buluyor
musun?
Ben sorulara mutlak yanıtlar bulmuş olmuyorum, ben olasılıkları
tartışıyorum, güzergahları keşfediyorum, metotları araştırıyorum. Sergilerin
her biri için farklı bir yol izliyorum. Orada kendi iradem de var. Bugün tarih
ne demek Türkiye’de? Tarih Türkiye’de lineer değil çünkü. İyi gittiği noktada
50 yıl öncesine dönüyor, sonra 100 yıl önceki tartışmanın içine düşmüş halde
buluveriyorsun kendini. 2015 yılında hilafet tartışıyoruz. 13 senedir Onur
Yürüyüşü gerçekleşiyor mesela. Sonra bir anda sanki hiç Onur Yürüyüşü yapılmamış
gibi devlet saldırısına maruz kalıyorsun. E ben bu riski geride bırakmıştım,
çoktan o tartışmayı bitirmiştim değil mi... Peki şimdi ben nereye dönmeliyim? Şoke
oluyor tabi insan. Zira kürtaj böyle, kadın hakları böyle, azınlık hakları
böyle. Bir hakkı edindin her şey artık öyle devam edecek gibi bir konforun yok
bu ülkede, hayat boyu uğraşmak zorundasın.
Bu, mekanizmanın tarih
düşürmesiyle alakalı değil mi?
Çünkü psikolojik savaş henüz bitmedi. Paradoks buradan besleniyor.
Tarihin içinden ganimetleri göstermek gerekiyor. Bir noktada bunu yapıyorum,
ganimetleri ayıklıyorum. Daima pozitif temsilin gücüne inandım. Hiçbir sergimi,
sırf bir şeyleri eleştirmek adına yapmadım. Zaten bunun için sanat yapmam,
gerekirse yazarım, çok kafam bozulmuşsa daha sert yazarım ama pratiğimi bu
tartışmanın içine çekmem. Orada başka bir korunaklı alan var, sanata karşı
hoyratlaşmamak gerekiyor. Gündelik meselelerle sanatı çarçur etmek gibi
görüyorum bazı çabaları, ki sanatın tartışması çok farklı bir aksta devam
ediyor. Türkiye’de kurcalanması gereken yer orası. Bir de saygı duymadığım
hikayenin sanatını yapamıyorum ya da ona sanat diyemiyorum. Bu da tamamen
kişisel bir tercih.
Bu sergide bundan 140 yıl
öncesine dönüp de oraya projeksiyon tutmanı sağlayan da bu tutumun mu?
Üzerine çalıştığım konularda mutlaka bende hayranlık uyandıran bir
detay olmalı. O zaman o konuyla yıllarca uğraşıp ilgili her şeyi toparlayıp,
devşirip, bozup tekrar onu ortaya koymanın ve tartışmaya açmanın yollarını
aramaya başlıyorum... Başka bir motivasyonla bu gibi ağır işlerin altına girmem
mümkün değil. Ermeni meselesinde de bu böyledir, ben çok pozitif bir temsil yöntemi
benimsedim ve çok bozuldu bana diasporadaki bazı izleyiciler. Süreci senin
işlerinden okursak her şey harikulade görünüyor dediler. Onlara parçalanmış
bedenler göstermedim çünkü. Objektife doğru gülümseyen şık ve zarif insanları
gösterdim. Tüm dünyanın gözü önünde cereyan etmiş öylesine vahim bir sürece
işaret ederken hangi imgeleri kullanmamı bekliyorlardı ki? Düz mantık ajitasyon
beni ilgilendirmiyor sanat yaparken. Ben bunun için yazı yazarım ‘kahretsin!’ derim,
ama onun sanatını yapmam. Çünkü sanat, içimizdeki cenaze marşını farklı notalara
dökebilme imkanı sunduğu için sanat.
Sanat senin için katharsis
değil o halde.
Değil. Katharsis varoluşsal olarak benliğimizde, potansiyeli hayatın
içinde. Sanat elbette katharsisten de beslenir, ama tüm ifade biçimlerini
katharsise indirgemek bugünün olasılıklarını inkar etmek gibi geliyor. Bugünkü
hesaplaşma daha farklı olmalı, en azından eğer sinema yapmıyorsanız ya da
edebiyatta olduğu gibi bir okuyucu hedefiniz yoksa, farklı göstergeler
kullanmak mümkün. Benim arşivlerle yaptığım şey hayatı tozpembe ifade etmekle
ilgili değil… Elbette kaybedileni temsil etmekle ilgili. Fakat onları en
idealize edilmiş anlarında yakalamayı önemsiyorum. Mimarları zirve dönemlerinden
ayıklayarak, fotoğraflardan masalsı seçkiler sunarak ‘işte bugün olmayan şey
bu’ demek benim için yıkıntı binaları ya da ölmüş bedenleri göstermekten daha
gerekli. Bir şeylerin yolunda olduğuna ve yoluna girebileceğine olan inancımla
ilgili. İçinde umut barındırmayan, salt kötücül bir yaklaşımdan ibaret değil sanat
ve umudu var etmenin yolları var.
Sanat dünyasında insanlar
böyle düşünmüyor sanırım.
90’lardaki arabesk akımı Türkiye güncel sanatına had safhada
yansımıştır. Metaforik olarak değil, fikren ve ruhen arabeskten bahsediyorum.
Buradaki sanat ortamı psikolojik olarak yenik. Sorunlarını samimiyetle
paylaşmayan insanlar, isim vermeden konuşanlar... Korkuyorum öyle insanlardan.
Bu kadar çok sorunun ve problemin var da neden hiçbirinin muhatabını
bilmiyoruz? Benim bütün sorunlarım/sorularım kamuya açıktır mesela. İnsanın
düşmanı ve dostları biraz belli olmalı. Her şey çok umutsuz, hiç çıkış yok,
peki kendin ne koydun ortaya? Sürekli bir yakınma hali, gökyüzüne bakarak
şikayet etme hali. Şikayet edilen kaygan zemini kişilerin kendileri yaratıyor.
Bu, camianın tamamı için mi
geçerli?
Tamamı değil elbette ama motivasyonu belirleyen ruh hali bu. Sanata
katkı sunmak önemlidir. Ben bugün sağlıklı katkı sunarsam, benden 30 sene sonra
gelen benim katkım üzerine kendi katkısını ekler, süreklilik böyle mümkün...
Fakat sürekli bir kapkaç var, durum biraz kriminalleşti Türkiye’de. Küratöründen
kurumuna, müzesinden sanatçısına ‘oradan ne kapabilirim’ var. Halbuki oraya bir
katkı versen, bu hem senin ve hem de mecranın lehine olur. Londra’daki gibi 16.
yüzyıldan beri piyasası olan bir yerde yaşarsın, belki o zaman ‘ne kapacağını’
düşünme lüksün olabilir. Ama sen bir üçüncü dünya ülkesi olduğunu unutma!
Buranın bir sanat burjuvası falan da yok, zaten olan da kayıp.
Kaybettiğimiz burjuva neye
dayanıyor?
Osmanlı burjuvazisi Türklerden ibaret değildi. İstanbul özelinde değil
İzmir, Selanik, Halep ve Anadolu’da önemli aileler var, onların bir kısmı
kaysaydı, belki daha farklı sorumluluklar üstlenenler çıkabilirdi aralarında. Cumhuriyet
imalatı burjuva, birkaç aile hariç zaten malum psikolojik koşulları paylaşıyorlar.
Onların üzerine gitmeyi de çok anlamlı bulmuyorum, çünkü moral bozukluklarını
tüm samimiyetimle paylaşıyorum. AKP sonrası ortaya çıktığı söylenenleri zaten
tanımıyorum, kim olduklarını bile bilmiyorum. Fakat konu salt ekonomik değil,
çok büyük yatırımlar yapılsa bile ben Türkiye’deki ruh halinin değişeceğine
inanmıyorum. Aktörler problemli, entelektüel kaygılarla kişisel çıkarlar
tamamen birbirine karışmış durumda. Yine de birçok alanda katkı sunabilirsiniz
ve bunun için çok büyük fonlar beklemenize gerek yok. Ben stüdyo arşivlerini
açtığımda olmayacak şeylerle itham edildim, halbuki arka planda kimin kimi
sırtında taşıdığı bilinmez. Bugüne kadar bir tane kitabımdan para almadım, o
para bana geleceğine bir vakfa gitsin, üç dört çocuk okuyorsa okusun, ama
bunları mı çıkıp anlatayım? Bunları insanın kendisinin bilmesi yeter.
Bunun anlatılmasını bekliyor
aynı zamanda o kitle. Çünkü bu tartışılacak ki suyunun suyu çıkarılacak, meze
edilecek. Bunu bekleyen de o kitle değil mi?
Benimle şahsi olarak iletişimde olan herkes arka planda neler olup
bittiğini iyi bilir, çok fazla sırrı olan biri değilim, ama bilmeyen böyle
devam etsin. Çünkü art niyetli insanlara bir şey anlatmaya çalışmak dahi
yersiz. Lisede ailemin uyuşturucu kullandığıma dair şüpheleri oluştu, çok
sinirlendim. Sen öz evladına inanmıyorsun gidip şunun lafıyla... Bütün
şüphelerini canlı tutmak için elimden geleni yaptım. Çünkü bana
güvenmiyorlarsa, o zaman öyle bilmeleri daha iyi. Boğuşsun dursunlar o bilgiyle,
bu da bir cezalandırma yöntemi. Oturup aksini mi kanıtlayacağım? İnsanları
kendi iddialarıyla yüzleştirmenin çok yolu var. Türkiye’de biraz böyle
davranmak gerekebiliyor. Hikayenin içindeki koşullar belli zaten, ama sen
inatla koşulları okumadan konuşuyorsan kötücülsün demek ve kötücül insanlara
bir şey anlatamazsın.
Peki, katkı sunmaktan yorulmuyor
musun? Geçmiş röportajlarından birinde henüz otuzlu yaşlarımın başındayım ve
gözlerimin altındaki çizgiler yorulduğumun kanıtı minvalinde bir yanıtın vardı.
Hayır, ama ben bu katkıyı İngiliz ya da Amerikan tarihine sunsaydım, kimse
bana kraliyet nişanı takmazdı elbet ama en azından birileri çıkıp tüm
samimiyetiyle teşekkür edebilirdi. Hiçbir karşılığını alamamak var burada.
Daima bunu bilerek hareket etmek gerekiyor, diğer türlü çok yıpranırsın.
Peki, çalışmalarını yurt
dışında devam ettirme fikri yok mu kafanda?
İlkin, yurt dışında benim uğraştığım işlerle devletler ve kurumlar
uğraşır. Burada bu iş bizim başımızda, yoksa daha da yitecek, üzeri silinecek...
İkincisi ben çok direndim burada kalmak için. Duygusal bağlar, buraya olan
inancım, bir gün her şeyin güzel olacağına dair heyecanım. Fakat son beş altı
senedir inancımı kaybettim ve beklentilerimi törpüledim. Sanırım burası daha da
kötüye gidecek. Her günü, bunlar son iyi günlerimiz diye düşünerek geçiriyoruz.
Artık tek kişilik sivil toplum örgütleriyiz, kendi hayatlarımızda
yapabileceğimiz dönüşüm bu kadar. Ötesini beklemek hayal. Ben herhalde bunlar
biraz toparlar ve yüzleşirler diye inanıyordum, ama görüyorum ki kendimi
kandırmışım. Türkiye o zamanlar bazı şeyleri konuşmak ve yüzleşmek için iyi bir
laboratuvardı, bugün değil. Beş sene önceki durumdan çok daha trajik bir
noktadayız.
Yurtdışında benim yaptığım
işi devletler ve kurumlar yapıyor dedin, burada öncelikli kurtarılabilecekler
arasında neler görüyorsun?
İstanbul nispeten ayakta ve korunmuş bir şehir, ama Anadolu’da nereden
başlanacak? Orası toz toprak, çalılar uçuyor, taş üzerinde taş bırakmadılar...
Konu İstanbul’dan ibaret değil, tüm bir coğrafyasıyla ele almak gerekiyor. Üstelik
Osmanlı son dönemde gerçek yatırımını buraya değil Balkanlar’a yaptı ve orası
koptu. Selanik arşivleri, Sofya arşivleri, Makedonya arşivleri ne oldu?
Bilmiyoruz. Şimdi oraya bakıp ‘bizim orada medresemiz var, camimiz vardı’
diyorlar. Hayır canım; senin orada sadece medresen değil; kolonyalizmin
yarattığı kültürel bir misyonun, ticari bir tavrın, bilimsel bir anlayışın,
akademide ve entelektüel alanlarda bir yerin, yazarların ve pazarların vardı.
Medreseyi her yere kondurabilirsin ama kültürel dinamiği öyle kolay
yakalayamazsın. Gerçek miras budur ve bu mirasın bugün ne olduğu büyük bir soru(n).
Bu ülkenin kendinden büyük diasporası var. Bugün hala Yunanistan’da,
Paris’te, İsrail’de Türkçe konuşan insanlar var, aramızdaki bilgi akışı ne
düzeyde? Peki Türkiye bundan sonra nasıl bir konsensüse varabilir kendi
diasporasıyla? Bence acilen bir Diaspora Bakanlığı kurulmalı. Osmanlı’nın
dağılma döneminde sürgün edilenleri ya da kaybedilen kentlerde kalan toplulukları
bir kenara bırakalım, Cumhuriyet tarihi süresince de devam eden bir sorun bu.
Peki, ne yapmalı?
Devlet bu devletse bir şey yapmayacak, ne yapılacaksa bizler yapacağız.
Fakat entelektüel, akademik ve bilimsel tezatlarla dolu bir yerdeyiz. Anadolu’da
ardı ardına açılan o yeni üniversitelerde ne oluyor, bilmiyoruz. Sanatı nasıl
analiz ediyorlar örneğin, felsefedeki anlayış nedir, oradan mezun olanlar yarın
bize ne önerecekler, öngöremiyoruz. İstanbul İmparatorluğu dersen... ArtInternational’da
Taner Ceylan’ın yeni resmi gösterilecekmiş, güzel, samimiyetle olağanüstü
haber, ama yarın da onun kaça satıldığını konuşacağız, ve bitecek. Bilmiyorum nasıl
çözülecek… Avrupa Birliği nostalji oldu, Büyük Ortadoğu Projesi ellerinde
patladı, Arap Baharı desen kabus, son birkaç senede her şeyin sonunu gördük. Buradan
başka bir devinimle çıkmak gerekiyor.
Tüm bu olumsuzluklara karşın
sorumluluk duygusu hissediyor musun?
Elbette hissediyorum. Şu an tüm çabalar boşa kürek çekmek gibi görülebilir
fakat bunun böyle olmadığını jenerasyonlar kanıtlayacak. Kültürü aktarma
sorumluluğumuz var. Ben, içinde yaşadığım zaman dilimiyle yüzleşebilmek için
bana intikal edeni aktarma peşindeyim, bugün kaybettiklerimizi ise sonraki
jenerasyonlar belki bizlerden daha iyi görecek ve gösterecekler. Biri yapmıştı,
biri de yapılanı bulmuştu, ama yapılanı bulanı bulmak da var. Bunu yapamadığın
noktada güne yabancılaşıyorsun. Tüm olumsuzluklara rağmen, tarihten kaçmak
doğru değil. Arada çok önemli referanslar var çünkü, günü analiz edebilmek için
tarihin itibarını iade etmek gerekiyor. Türkiye gibi ülkelerde itibarın iadesi daima
bir sorun olarak görülür. Nedenlerini iyi çözümlemek ve gelecek jenerasyonların
yükünü hafifletmek gerekiyor. Benim ajandam bir dizi referansı daha konumlandırmaya
çalışmakla yüklü. Hızla sonuç veren güzergahlardan ilerleyip, daha serin sularda
da yüzülebilir, ama bu bir tercih meselesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder