18 Eylül 2015 Cuma

"Sanata katkı sunmak" üzerine; TAYFUN SERTTAŞ / Mısra Gökyıldız - IstanbulArtNews
















“BU ÜLKEDE SANAT BURJUVASI YOK, 
OLAN DA ZATEN KAYIP”

1848 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Karl Eduard Hammerschmidt İslamiyeti kabul eder ve Abdullah Bey ismini alır. Kariyerini doğa bilimleri üzerine yapmış, onlarca hamamböceği türüne kendi ismini vermiş olan Hammerschmidt (Dr. Abdullah Bey) 1871 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk doğa tarihi müzesini açar. Araştırma içeren tüm çalışmaları için “Ben bu katkıyı İngiliz ya da Amerikan tarihine sunsaydım, kimse bana kraliyet nişanı takmazdı elbet ama en azından birileri çıkıp tüm samimiyetiyle teşekkür edebilirdi”, diyen Tayfun Serttaş ile 18 Eylül’de Studio-X Istanbul’da açılacak olan “Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople” sergisi ve çok daha derin konular üzerine konuştuk.     

Mısra Gökyıldız

Studio-X Istanbul’dayız. Galeride hummalı bir çalışma yürüten Tayfun Serttaş, yitirdiklerimizi bize en görkemli haliyle, göstermek istediği ‘müzesinin’ değerli parçalarıyla baş başa, incelikli bir hazırlık içerisinde... Kökleri, bu topraklarda Fransız ekolüyle kurulmuş ve talihsiz bir yangınla kül olmuş gerçek bir doğa tarihi müzesine uzanan metaforik müze Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople” ilkin Tayfun Serttaş’ın tahayyülünde, ardından da tam burada, bulunduğumuz yerde ayaklanıyor. Peki ya nasıl? Serttaş, Paris Doğa Tarihi Müzesi’nde ‘tanıştığı’ Dr. Abdullah Bey’in Osmanlı arşivlerinde izini sürerek yitip gitmiş bir doğa tarihi müzesine rastlıyor. Hem de bu topraklarda! Elinde müzeye dair yalnızca Osmanlı alfabesiyle kağıda geçirilmiş Fransızca yazışmalar var; bir de bu toprakların yazısız tarihi, modernist hamleler, doğa ve insanlık üzerine ilişkisi üzerine derin bir birikim ile siyasetler üstü bir bakış açısı... Ve iş başa düşüyor. Hikaye işte böyle başlıyor.      

Serginde İstanbul’un kamuya açık ilk doğa tarihi müzesini kurgusal olarak baştan yaratıyorsun ve çıkış noktası olarak 20. yüzyılın sonunda ortadan kaybolan müzenin kurumsal yazışmalarını baz alıyorsun. İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin hikayesi ile başlayalım dilersen?

Hikaye, 1848’de kanlı biçimde bastırılan Viyana Ayaklanması sonucu Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Karl Eduard Hammerschmidt (1800 Viyana - 1874 İstanbul) isimli bilim adamının çabalarıyla başlıyor. Fransız Aydınlanması’ndan hayli etkilenmiş, kariyerini doğa bilimleri üzerine yapmış, daha spesifik olarak entomoloji (böcek bilim) alanında ün kazanmış, Viyana’da 1.000’den fazla böceğin metamorfozunu sergilemiş, onlarca hamamböceği alt türüne kendi ismini vermiş, dönemin dergilerinde makaleleri yayınlanmış, uluslararası saygınlığı olan biri... 1848 İhtilali sonucu tüm yaşamı alt üst olan Karl Eduard Hammerschmidt önce Macar Ordusuna katılıyor, ertesindeyse hayatını kurtarmak için Polonyalı direnişçilerle beraber Osmanlı İmparatorluğu’na sığınıyor. İslamiyet’i kabul ediyor ve Abdullah Bey ismini alıyor. Bu tarihten sonra uluslararası saygınlığına rağmen bir daha gerçek ismini kullanmıyor ve hayatının geri kalanını Dr. Abdullah Bey olarak sürdürüyor. Doğa tarihinin Osmanlı bilim dünyasındaki öncüsü olmaya uzanan serüveni kısaca böyle başlıyor. Aslında bir mülteci entelektüelin hikayesi.  

İmparatorluğun farklı kentlerinde saklandıktan sonra doğa bilimleri alanındaki uluslararası kariyerini İstanbul’da sürdürmek isteyen Abdullah Bey’in girişimleri Osmanlı bilim çevreleri ve saray tarafından memnuniyetle karşılanıyor. 1870 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane (bugünkü Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü) bünyesinde bir doğa tarihi müzesini kurmakla görevlendiriliyor. 1871 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun kamuya açık ilk doğa tarihi müzesi, tam adıyla; ‘Le Musée d'Histoire Naturelle d'École Impériale de Médecine de Constantinople’ açılıyor. Avrupa'daki doğa bilimcilerle temasa geçerek binlerce örneğin İstanbul’a taşınmasını sağlayan Dr. Abdullah Bey, Osmanlı İmparatorluğu’na çağdaşları arasında saygın bir müze kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda Fransız Aydınlanması’nın bilimsel alandaki en önemli etkilerinden birinin İslam coğrafyasındaki öncüsü olarak tarihe geçti. Bu emsalsiz misyonundan dolayı 1873 salnamelerinden itibaren Dr. Abdullah Bey’in adı ‘Numunehane Müdürü’ unvanıyla onurlandırılır.
 
Osmanlı Batılılaşması çok geniş bir perspektif, Karl Eduard Hammerschmidt öncesinde doğa tarihi alanında hiç girişim yok mu?

Yok diyemeyiz, var. Çünkü Fransız Okulları var ve haliyle bu okulların bağlı olduğu ekollerden dolayı her okulun içerisinde birer doğa tarihi laboratuvarı diyebileceğimiz ‘cabinet d’historie naturelle’ koleksiyonları var. Fakat bu koleksiyonlar çok sınırlı olduğu gibi yalnızca okulların öğrencilerine açık olması nedeniyle kamusal bir misyondan bahsedemeyiz, eğitim amaçlı. Daha kapsamlı bir çalışma ise Galatasaray Tıbbiyesi bünyesinde 1839'da gerçekleşiyor. Ancak bu müze girişimi henüz kamuya açılmadan 1848’deki Beyoğlu Yangını esnasında tahrip oluyor... Dr. Abdullah Bey, 1870 yılından itibaren çok daha kapsamlı ve yeni bir doğa tarihi koleksiyonu oluşturmaya başlıyor ve 1871 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na gerçek anlamda kamuya hizmet eden bir doğa tarihi müzesi kazandırıyor. Ben bu tarihi baz alıyorum, çünkü öncesindeki kişisel ya da kurumsal koleksiyonlar modern anlamda bir müzeye eşdeğer değil.

Modern bağlamda bir doğa tarihi müzesinin, temsil ettiği bilimsel yaklaşım açısından Osmanlı İmparatorluğu’ndaki önemi nedir?
  
O yıllarda İstanbul’da bir doğa tarihi müzesi kurmak, örneğin arkeoloji müzesi kurmaktan çok daha öncü bir tavır. Çünkü doğa tarihi içinde çok geniş tartışmaları barındıran bir alan. Fransız Aydınlanması’nın öncüleri ve ilk ansiklopedistlerin büyük iddiası, her şeyin sınıflanabilir olduğuna dair katıksız inançları ve bu yeni akılcılığı bilim, sanat, estetik ve tabiat gibi farklı alanlarda etkin kılmaktı. Bu çaba 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kolonyalizmin ivme kazanmasıyla, insanlar da dahil doğada yer alan canlı ve cansız bütün varlıkların sınıflandırılması, kıyaslanması, konumlandırılması ve nihayetinde baştan tanımlanması ihtiyacını doğurdu. Böylelikle, bir önceki dönemin sıradışı ve nadir olan her şeyi toplama/koruma/gösterme tutkusundan doğan karmaşık seçkinciliğine tezat, çok daha sistematik temsillerin makul sayıldığı yeni bir anlayışa geçildi. İnsanın karşısına belli bir tasnif ve kronolojik düzen içinde yer küredeki tüm varlıkları seren doğa tarihi müzeleri, gözlem sonucu kendi algısını yaratmakla yükümlü sayılan insanın aynı zamanda dünyaya - doğaya - karşı özneye dönüşmesinin evrensel sahneleriydi artık... Böyle bir sahneyi İstanbul’a kazandırmak, bugün dahi doğa tarihi etrafında dönen tartışmaları göz önüne aldığımızda, azımsanmayacak bir çaba.

Bu aynı zamanda Batı kökenli bir tartışma ve Batı dünyası için dahi böylesine yeni bir tartışmanın Osmanlı’daki izdüşümünü nasıl yorumluyorsun?

Osmanlı bir Avrupa İmparatorluğu'ydu. Üstelik Avrupa’daki toprakları bugünküne oranla mukayese edilmeyecek kadar genişti, son 300 yıl boyunca tüm yatırımlar Avrupa’ya yapılmıştı. Sınırları içinde yaşayan ahalinin bugüne oranla kendini çok daha Avrupalı hissettiğini de eklemek gerekir, evet Şark hep vardı ama imparatorluğun kalbi orada atmıyordu. Güney Amerika sömürgeleri nedeniyle İspanyolları ‘Amerikan Yerlisi’ olarak tarif edemeyeceğimiz gibi, Arap ve Afrika sömürgeleri nedeniyle Osmanlıları da bir ‘Orta Doğu Şeyhliği’ olarak göremeyiz. Bu benliğimizdeki Avrupa’yı, kendimizi inkar etmek olur... Bugün Batılı değerlere sahip olmak sanki bir aşağılık kompleksinin ürünüymüş gibi yansıtılıyor. O kişilerin şahsi kompleksidir, kültürde böyle bir kompleks yoktu.

19. yüzyılın ikinci yarısında ivme kazanan Osmanlı Batılılaşması; siyaset, mimari, teknoloji ve sanat gibi alanlarda olduğu kadar, bir dizi bilimsel reformun da öncüsü sayılmalı. Biz o dönemi yalnızca siyasi bir dönüşüm gibi izliyoruz, hatalı. Batılılaşmanın mimariden sanata, teknolojiden toplumsal yaşama geniş bir karşılığı var. İfade özgürlüğünde karşılığı var. Bence bu dönemin en karakteristik göstergelerinden biri, İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin Paris, New York, Londra gibi kentlerdeki çağdaşlarıyla aynı yüzyıl içinde İstanbul’a kazandırılmasıdır. Bu yeni misyon, 19. yüzyıl müzeciliğindeki gelişmeleri anbean takip etmekten ziyade, evrim teorisinden nasyonalizme, teolojiden ekosisteme uzanan hayli geniş bir çatıda tartışılagelen ‘modern doğa tarihi’ anlayışının Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında tanınması demekti, ki küçümsenemeyecek bir reformdur.

Dr. Abdulah Bey’i keşfetmen ve onun üzerine çalışmaya başlaman nasıl oldu?

Dr. Abdullah Bey’i İstanbul’da keşfetmedim, Paris’te keşfettim. Onun varlığına Paris’te emin olduktan sonra İstanbul’da çalışmaya yöneldim... Paris Doğa Tarihi Müzesi’nin Mineraloji Bölümü’nde hala bir kürsüsü var. Çünkü o yıllarda Anadolu’dan Paris’e 400’e yakın fosil gönderiyor. Karşılığında ise 900’e yakın türün İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’ne bağışlanmasını sağlıyor. Dönemi için büyük bir işbirliği, tamamıyla kişisel çabalar. Avrupa’da Karl Eduard Hammerschmidt olarak edindiği saygınlığı kullanıyor. Örneğin yine müzeye koleksiyon sağlamak için şehri terk ettikten sonra ilk kez iki aylığına Viyana’ya dönüyor ve oradaki kişisel nüfuzunu kullanarak 27 sandık dolusu (Osmanlı kaynaklarında ağırlığının 1.000 okka olduğu geçer) koleksiyonu İstanbul’a taşıyor. Yalnızca Viyana ziyaretinden 11.891 örnekli mineraloji ve jeoloji, 2.725 örnekli bitki, 5.900 örnekli böcek ve 2.500 kadarı diğer hayvanlardan oluşan bir zooloji koleksiyonu yanında, 249 nadir kitap getiriyor... Yol masraflarının karşılanması dışında Osmanlı Devleti’nden finansal destek almıyor, büyük çabalar bunlar.

Ve bugün Haydarpaşa Kampüsü gibi görkemli bir binada böyle bir koleksiyonun sergilendiği fikrini hayal etmek bile çok heyecan verici... Nasıl oluyor da müzenin akıbeti öylesine trajik şekilde son buluyor?

Dr. Abdullah Bey’in ölümü bence önemli bir faktör, çünkü ondan sonra müzeye aynı motivasyonla sarılan birilerini göremiyoruz. Fakat daha belirleyici olan İstanbul Darülfünun’unun lağvedilip İstanbul Üniversitesi’nin kurulması. Bu süreçte Tıp Fakültesi ve bünyesindeki bütün kurumlar kentin Avrupa yakasına taşınıyor. Bu iki etkeni birlikte düşünebiliriz çünkü Dr. Abdullah Bey yaşıyor olsaydı belki de bazı şeylere engel olabilir ve en azından koleksiyonun daha korunaklı bir noktaya sevk edilmesini sağlayabilirdi, fakat o esnada böyle bir aktör de yok. İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin bütün koleksiyonu İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Jeoloji Bölümü’ne devrediliyor. 28 Ağustos 1918 tarihinde gerçekleşen Büyük Vefa Yangını sırasında ise müze koleksiyonun tamamı yanarak yok oluyor... Bu trajediyle beraber doğa tarihi müzesi ideali Osmanlı İmparatorluğu topraklarından sonsuza dek siliniyor.

Burada bir kasıt görüyor musun ya da araştırmaların süresince böyle bir olasılıkla karşılaştın mı?

Sanmam, çünkü o olayda bütün bir Vefa semti yanmış. Kurtarabildikleri bir şeyler bilsem ‘peki bu koleksiyonu neden kurtaramadınız?’ diyeceğim, fakat olay başlı başına trajedi... Bir de İstanbul’un geçtiğimiz yüzyılı yangılar yüzyılıdır. O dönem İstanbul oranında yangın geçiren bir kent için pek de şaşılacak bir son değil, birçok şey İstanbul yangınlarında kayboldu. Fakat bazıları sonradan olduğu gibi ihya edildi, bazıları ise ihya edilmedi. Belki bunu sorgulamak gerekiyor.

Serginin adı da mı bu yüzdenLe Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople”; yani  Fransızca?

Dr. Abdullah Bey’in Osmanlıca öğreneme fırsatı olmadı. Gündelik hayatta eminim birçok kelimeye hakimdi, ama Osmanlıca konuşamıyor ve yazamıyor. İmparatorluğa sığındıktan sonraki tüm makalelerini Fransızca ya da anadili olan Almanca olarak yayınlamaya devam etmiş. Osmanlı bilim çevrelerinde o yıllarda hakim dil zaten Fransızcaydı ve müzenin orijinal ismi de haliyle kaynaklarda Fransızca geçiyor. Bunu modern Türkçeye çevirmeyi bir de araya İngilizce sokmayı anlamlı bulmuyorum. Serginin tek bir ismi var; Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople. Anlamayanlar için musée/müze, d’historie/tarih, naturelle/doğa, Constantinople/İstanbul. Çok zor değil, artık en azından bu kadarını olduğu haliyle ihya edebilelim istiyorum.  

Yalnızca müzenin değil Dr. Abdullah Bey’in akıbeti de çok düşündürücü, bugün mezarının üzerinden bile otoyol geçtiğini öğreniyoruz... 

Evet ve o olayda ben bir kasıt arıyorum. Aynı zamanda Türk Kızılayı’nın da kurucusu olan Dr. Abdullah Bey, 30 Ağustos 1874 tarihinde İslami ritüellere uygun geniş katılımlı resmi bir törenle Eyüp Defterdar Camii Kabristanı’na defnediliyor. Ertesinde anıt mezarı inşa oluyor, Osmanlı Hükümeti saygıda kusur etmiyor. Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu 1994 yılında mezarlık çevresinde gerçekleşen yol ve iskan çalışmaları esnasında anıt mezarının otoyolun altında kalarak tamamen kaybolduğu tespit ediliyor. 2012 yılında Türk Kızılayı tarafından farklı bir noktaya Dr. Abdullah Bey’e atfen sembolik bir mezar taşı yerleştiriyorlar fakat gerçek mezarının üzerinden şu an araçların geçtiğini bilmek, üstelik Neo-Osmanlıcılık oynayan bir anlayış tarafından bunun önünün açılması ‘hangi Osmanlılar?’ sorusunu bir kere daha sormamızı gerektiriyor. Doğa tarihi anlayışını bir kenara koyuyorum, hadi diyelim o ekolden zaten nefret ediyorlar, fakat bu insan Türk Kızılay’ını kurmuş, hiç mi hakkı yok bu kentte rahat uyumaya? Birkaç metrekarelik mezarı taşımak zor değil, en azından taşınabilirdi.

Doğa tarihi anlayışından neden nefret ediyorlar?

Yalnızca bugün Türkiye’deki bilgi ve iktidar rejimleri bağlamında değil, genel olarak dini otoriteler doğa tarihinden nefret ederler. Çünkü doğa tarihi anlayışı, varoluşu akılcılık bağlamında ele aldı ve ortaya sürdüğü teorilerin tamamı dine aykırıydı. Bu açıdan daima çatışmalı alanlar olduklarını akılda tutmak gerekir. Fakat gerçek çatışma buralarda olmadı, ki zaten buralarda tartışmaya yol açacak bir bilimsel zeminin olup olmadığı bile muğlak. Gerçek çatışma kilise ile doğa tarihçileri arasında Avrupa’da cereyan etti. 

Peki bu tartışmadan kim galip çıktı?

Herkes kendi baktığı yerden yorumlar ama bana soracak olursan doğa tarihçilerini de kucaklayan Aydınlanma Çağı galip çıktı. Kilise çok sıkıştırdı, çok zorladı, çok oto-sansür vakası var, keşfini tamamladığı halde yıllarca tezini savunamayan bilim insanları var, tüm bunların sonunda Avrupa bugünkü Avrupa. Doğa tarihi müzelerini kaç kişi ziyaret ediyor, kiliseyi kaç kişi ziyaret ediyor? Ona bakmak lazım.

Tek tanrılı dinlerin doğa ve insan arasındaki ilişkiyi çok keskin çizgilerle biçimlendirmesi de burada bir etken sanırım?

Zaten bütün sorun tek tanrılı dinler. Diğer dinlerde ya da tek tanrılı dinler öncesi dinlerde böyle bir sıkıntı yok. Doğadan kopuş tek tanrılı dinlerle başladı. Şaman kendini doğanın bir parçası ve temsilcisi olarak hisseder fakat Hristiyan ya da Müslüman doğayı kendine sunulmuş bir nimetler dizisi olarak algılar. Restorana girdiğinde önüne koyulan bir menü gibi algılar doğayı. Doğayla ilişkisi menüsüyle ilişkisi kadar yüzeyseldir esasen. Çünkü tek tanrılı öğretide insan doğaya karşı üstün özellikleriyle tanımlanır. Yani doğanın eşdeğer bir bileşeni olmaktan çıkıp, ona hükmeden pozisyonuna geçmiştir artık. Tabi bu ruh halinden insanı geri çevirmek kolay değil.

Doğa tarihi müzeleri içerisinde bu tartışmayı izleyebileceğimiz bölümler var mı?

Adı konmamakla birlikte ‘din ve doğa tarihi’ özellikle bu konuda daha fazla efor sarf eden Avrupa’daki doğa tarihi müzelerinde sık karşılaşabileceğiniz bir başlık. Müzelerin özellikle evrim ve primatlarla ilgili olan salonlarına girdiğinizde, mutlaka konunun farklı belgelerle de açıklanmaya çalışıldığını görüyorsunuz ve anlıyorsunuz ki, verilmiş bir mücadele var.

Fakat konu din ve doğa tarihi tartışması olduğunda benim favorim New York Doğa Tarihi Müzesi’ndeki Willamette meteorudur. 1902 yılında Oregon Eyaleti sınırları içindeki Willamette Vadisinde, Oregon Demir ve Çelik Şirketi çalışanlarınca keşfediliyor. Keşfedildiği noktada krater benzeri bir düşme izine rastlanmayan 15 ton ağırlığındaki meteorun nehir suları ve insanlar aracılığıyla o noktaya taşındığı tahmin edilmekte. Çok heybetli bir taş, sanırım dünya üzerindeki en güzel meteor olabilir... En azından ben bugüne kadar daha etkileyici bir örnek görmedim. Birkaç kez el değiştirip fuarlarda sergilendikten sonra New York Doğa Tarihi Müzesi’ne bağışlanıyor. Ancak bu esnada bir gerçek ortaya çıkıyor ki; bu taş aynı zamanda bölgede yaşayan Clackamas Kabilesi’nin tanrısı. Kabilenin yüzlerce yıllık dini ritüelleri içerisinde Willamette meteorunun büyük önemi var. 1990’lı yıllarda kabile New York Doğa Tarihi Müzesi’ne tanrılarını iade etmesi için dava açıyor. Dava sonucu müze, koleksiyonun yasal sahibi olduğu için taşı iade edemiyor ancak kabileyle sonsuza dek sürecek olan ilginç bir uzlaşmaya varıyorlar. Senede bir kez kabile üyeleri uçakla New York’a getiriliyor. O özel günlerde müzenin giriş çıkışları kamuya kapanıyor ve müzedeki taşın etrafında diledikleri gibi dini ayinlerini gerçekleştirdikten sonra Oregon’a geri gönderiliyorlar. Böyle bir şey doğa tarihi, sizin o tarihin neresinde konumlandığınızla ilgili.  

Türklerin doğa ile ilişkisinde de Şaman geleneklerin gelen olağanüstü bir kültürel mirasları var ama bugün bunu ne derece yorumlayabiliyoruz emin değilim.

Türklerin göçebe ve Şaman kökenlerinden dolayı doğa ilişkileri çok derin, fakat bu ilişkinin nereye evirildiğini iyi yorumlamak gerekiyor. Çünkü Türkler uzun süredir bir Arap kabilesine dönüştürülmek isteniyor. Konya’ya gidin mesela, oradaki gündelik yaşamın Bağdat ya da Şam’da süregiden yaşamla hiç farkı yoktur, ortalama bir Arap kent hayatıdır ve Türklüğe dair bir göstergeyle karşılamazsanız... Ne bir müzik, ne bir yemek, ne bir renk, ne bir koku, yoktur Konya’da, her şey silinmiştir. Buna karşın Ege’de bir Tahtacı Köyü’ne giderseniz ve biraz şansınız varsa orada Şamanı görürsünüz, eğer Alevi Köylerini ziyaret ederseniz eski Türk geleneklerine dair sayısız izle karşılaşırsınız, adakları izlersiniz, Yörükler de böyledir, şifacıları vardır örneğin... Bunlar son temsilciler, fakat ideal Sünni Arap yaşantısı ithal edilirken aşağılandılar ve asimile olmaya zorlandılar.   

Peki doğa tarihi anlayışının kendisi, insanın doğa karşı olan üstünlüğünün bir sonucu değil mi?

Çok doğru, tam olarak bunun sonucu. Fakat bu sorgulanan bir üstünlük. Yani o pozisyonu kutsamaktan ziyade, o pozisyonu sorgulamak da var işin içinde... Topyekun bir iddia yok, anlamaya çalışmakla başlıyor. İçinde hata yok mu? Çok fazla hata var, gözleme dayalı bir bilim nihayetinde ve görmek sübjektif bir eylem, deneme yanılma payı çok yüksek. Sadece insanın doğaya karşı değil, insanın insanı tanımlama sürecinde girişilen ciddi handikaplar var... İnsan bahçeleri var örneğin, kayıtlara geçen kamuya açık son insan bahçesi, 1958 yılında Brüksel Dünya Fuarı'nda sergilenen Kongo Köyü. Düşün 1958’e kadar, ki bu çok yakın bir tarih, Brükselliler kalkıp Kongo yerlisi görmek için insan bahçesine gidiyor, bugün Brüksel’in dörtte biri Afrika kökenli. Avrupalılar da bu noktaya çok hızlı geldiler, onlar açısından da tartışma sürüyor.   

İnsan bahçeleri, aynen bir hayvanat bahçesi düzeninde bildiğim kadarıyla...

Hayvanat bahçelerindeki düzeneklere çok benzer, farklı coğrafya ve kültürlerden insanların doğal yaşam alanları gibi tasarlanan kafeslerde sergilendiği insan bahçelerinde, bazen büyük maymunlar ve insanlar arasında çeşitli sıralamalar yapılarak, kategorik bir sürekliliğe işaret edildiğini biliyoruz. Yakın tarihte Batı dünyasının en ırkçı uygulamalarından biri olarak yeniden gündeme taşınan ve yoğun eleştiriye maruz kalan bu organizasyonlar, doğa tarihi ve kültürel tarih arasında inşa edilen ‘ulusal kimliğin’ keskinleşmesinde azımsanmayacak bir öneme sahip.  

Orta Çağ’dan bahsetmiyorum, insan bahçeleri 20. yüzyıl boyunca Avrupa ve Amerika’nın neredeyse tüm büyük kentlerinde milyonlarca ziyaretçi çekti. Farklı kültürlerden tutsak edilmiş insanların sözde ‘doğal’ ya da ‘ilkel’ halleriyle sergilenmelerini ifade ediyordu. Avrupa ve Amerikalıların, Batı medeniyetine mensup olmayan halklarla aralarındaki kültürel uçurum vurgulanırken, ‘modern bireyin’ tanımlanmasında büyük rol oynadılar. 1931 Paris Dünya Fuarı’nda kurulan ‘Zenci Köylerini’ ilk altı ay içerisinde 34 milyon kişi ziyaret ediyor, bu o tarihlerde hiçbir sanat sergisinin kıramayacağı bir rekor. İlkel insanın neye benzediğine tanıklık etmeden, moderni tarif etmenin yolu yoktu. 

Modernizmin daima ‘kendi ötekilerini’ yaratma arzusunu anlıyorum ama bu boyutu düpedüz ırkçılık, nasıl bir bilimsel nedenselliğe dayanıyor olabilir ki?   

Diderot ve D’Alembert’in ansiklopediler aracılığıyla yapmaya çalıştığı dünyayı sınıflandırma uğrası, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sömürgeciliğin hız kazanmasıyla sınırlarını insanları sınıflandırma çabasıyla genişletti. İnsanlar, bu ‘bilimsel uğraş’ içerisinde insandan ziyade nesne/hayvan/insan arası bir kategoride temsil edildiler. Bu bağlamda gelişen çabayı bugün salt ırkçılık olarak okumak mümkün ama o günün koşullarında asıl problem merak.

Burada en büyük etken kolonyalizm, yeni kıtalar keşfediliyor ve artık birilerinin çıkıp Avrupalıların meraklarını gidermesi gerekiyordu. Çünkü ortada sayısız asparagas dolaşıyor, cinler, devler, kara büyüler, canavarlar, hibritler... Her tekneye binip altı ay ortadan kaybolan yeni bir kıta daha keşfettim diye dönüyordu Avrupa’ya. Artık bunun bir sağlamasını yapmak gerekiyordu. Avrupalılar kanıt istediler, günümüzdeki seyahat olanakları yok. Tüm bu süreci aynı zamanda keşiflerden taşınan ganimetlerin bir parçası olarak okumak mümkün.

Örneğin Columbus, 1493 tarihinde yeni dünyada keşfettiği ve yanında getirdiği Amerikan yerlilerini İspanyol Mahkemesine ‘keşif kanıtı’ olarak sunmuştu. Çünkü eğer bunu yapmazsa Kıta Avrupası’ndakilerin ona inanmayacaklarını biliyordu. Avrupa’da tüm anatomik inceliklerin temsiline dayanan bir taxidermy kültürü bu süreçte gelişti. Keşfedilen her hayvanı canlı yakalayıp Avrupa’ya taşımak, velev ki getirmeyi başardılar, onu Avrupa ikliminde yaşatmayı başarıp insanlara göstermek o sırada mümkün değildi. Doğal olarak öldürüyor ve içini dolduruyorlardı. Bunun av geleneğindeki trofe’den bir farkı var, bilimsel nedenlerle yapıyorlardı. Bugünden bakarak ‘neden insan sergilediler’ denebilir, ama o günkü soru bu değildi. Kitapta insan bahçeleri başlığı altında ayrıntılı bir döküm yer alıyor. Mümkün olan çerçevede eleştiriyorum, ama bunu yaparken anlamaya da çalışıyorum.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında özellikle Nazilerin, doğa bilimleri ile nasyonalizm arasında derin bir köprü kurmaya çalıştıklarını izliyoruz.

Din ile doğa bilimleri arasındaki çatışmaya karşın, nasyonalizm ve doğa bilimleri arasında olağanüstü bir ten uyumu var, ne yazık ki... Nazi antropolojisi gibi radikal örneklere gerek yok, en yüzeysel nasyonalizm fikri dahi doğa bilimleri teorilerine dayanır. Modern bir olgu olarak milliyetçilik, doğa bilimlerinden fazlasıyla beslendi ve referanslarını büyük oranda bu anlayıştan devraldı. Bunun için doğa bilimciler bir şey yapabilirler mi? Yapamazlar, çünkü siz taşın, toprağın, minerallerin, bitkilerin ve hayvanların çeşitliliğini belli sınıflandırmalar altında tespit edip yeni kategoriler yaratmaya başladığınız andan itibaren, ister istemez konu insanlar arasındaki çeşitliliğe dayanıyor. Birileri de çıkıp bu kuramı kendi politik iddiası bağlamında üretmeye çalışıyor. Nasyonalistler doğa tarihi tezlerini marjinalize ederek, bir anlamda kendilerine bilimsel bir zemin yakalamış oldular.

Paris Doğa Tarihi Müzesi’nin bahçesinde Fransa’nın orta kesimlerinden getirilmiş bir kaya durur, son derece sıradan çirkin bir kaya... Parkta görsen dönüp bakmazsın. Bu kaya parçasını benim açımdan özel kılan ise, altında durmakta olan eski tabeladır. Fransızca olarak aynen şöyle yazar; "bu kaya Fransız jeoçeşitliliğinin olağanüstü bir kopyasıdır (ve büyük harflerle) SAYGI DUYUN!" Yani diyor ki, haddiniz bilin, çünkü o kaya bir Fransız! Yerli malı yurdun malı meselesi aslında, Arap petrolü gibi, Rus doğalgazı gibi ya da Amasya elması gibi... Onlar artık doğanın bağımsız birer bileşeni değil, mensup olduğu toplumu ya da coğrafyayı temsil etme sorumluluğu edinmiş sembollerdir. Doğa tarihinin bu aşamasında nasyonalizmden kaçış yok. Hem sergide hem de kitapta eleştirinin ana arterleri bu güzergahta ilerliyor.     

Buradan İstanbul Doğa tarihi Müzesi’ne dönersek, bir kez daha arşivlerle çalıştın fakat yine farklı bir yöntem izledin... Bu kez bizi ne bekliyor?  

Dört belgeyi yan yana koyup sergilemeyi arşiv çalışması saymak gibi bir yanılgı var. Hayır, arşive dair sorumluluk arşivi yorumlamaya başladığın noktada ortaya çıkar. Yoksa arşiv zaten durduğu yerde arşiv, sana ne gerek? Bazı durumlarda her şeyi olduğu gibi göstermek de gerekebilir, bazen ise asla. Benim buradaki misyonum belge göstermek değil. Bunun öncelikli nedeni orijinal belgenin zaten arşiv olarak tanımlanmış ve koruma altına alınmış olması. Müzeden geriye kalan tek kanıt niteliğindeki kurumsal yazışmaların tamamı Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı bünyesinde korunuyor. Röprodüksiyonları göstermek mümkün mü? Mümkün, ancak onu kitaba sakladım. Sergide belgelerden kaçınmamın bir diğer nedeni de tüm kurumsal yazışmaların Osmanlıca ve Fransızca olması. Yani belgelerin görsellerini paylaşsam bile, alt yazı geçmek zorundayım. Mekana bu kadar enformasyon sokamam. Bu kez daha farklı bir yol izledim ve kurumsal yazışmalara dayanarak, oradaki hikayeleri baştan kurguladım. Arşivsel veri, yeni işlerin üretimine zemin hazırladı. İzleyici önce bunlarla karşılaşacak, en son aşamada tüm bu işlerin referansları ortaya çıkacak. Daha önce arşivden plastiğe gitmiştim. Bu kez plastikten arşive gidiyorum.

Eldeki veriler müzeye duyulan ilgi konusunda fikir veriyor mu?

Kurum içi ve diğer kurumlarla olan yazışmalardan bunu anlamak güç. Fakat kurum ve kamu arasındaki mektuplaşmalar, ki benim en çok ilgimi çekenler bunlar, müzeye olağanüstü bir ilgi olduğunu kanıtlıyor. Osmanlı sınırları içerisindeki onlarca vilayetle süregiden yazışmalar var. Mesela Kayseri’de annesinden doğar doğmaz ölen çift başlı bir bebek var. Müzeye transfer etmeye çalışıyorlar, ispirto içerisinde bedenini bozmadan koruma mücadelesi veriyorlar. Kıbrıs Lefkoşa’da yedi bacaklı bir keçi dünyaya geliyor. Tipik bir anomali, doğduğu anda ölüyor. Böyle bir keçinin dünyaya geldiğine dair müzeyi bilgilendiriyorlar ve İstanbul’a nakledilmesi için çalışılıyor. Bu gibi örnekler çok etkileyici, diğer yanda Sarıyer sahillerinde yürütülen mineral çalışmaları var, önceki örneklere oranla daha az heyecan verici fakat ne gibi çalışmalar yürütüldüğünü bilmek açısından önemli. Fosiller ve benzeri doğal buluntular üzerinde süregiden çalışmalar var ve çoğu kamu desteği ve ilgisiyle yürütülüyor.  

Peki müzenin ziyaretçi sayısıyla ilgili bir istatistik var mı incelediğin bu yazışmalarda? Kaç kişi girip çıkmıştır? Çünkü bu ciddi bir kesimin belleğine işaret ediyor...

Müzenin kapısına gizli kamera yerleştirip gireni çıkanı saymak bugüne dair bir incelik (gülüyor). O günlerde hiç öyle bir kaygıları olduğunu sanmıyorum. Fakat o sırada İstanbul’un nüfusu kaç kişi, bu kesim aynı zamanda nasıl bir entelektüel atmosferi paylaşıyor, Batılılaşma süreci zaten bu gibi konuları teşvik ediyor... Yani boş kaldığına da inanmıyorum, bütün İstanbul ahalisinin fikri ve bilgisi olan bir yer. Ancak tarih çok eski olduğu için, müze hakkında konuşabilecek birilerine ulaşmak imkansız, 1950’lerde bile çok zor olmalı... Kişisel günlüklerden ve gözlem yazılarından incelemek gerekir ki, bu da farklı bir çalışma demek. 

Hiç görsel kaynak var mı?

Var ama henüz ‘işte bu’ diyebileceğim bir imajla karşılaşmadım. Fakat bu görsel eksikliği, beni daha fazla hayal etmeye ve kurgulamaya itti. Belki de çok fazla görsel kaynak olsaydı, işi bu kadar sahiplenemeyecektim. Sonuçta üç aşağı beş yukarı o yıllarda kurulan bir doğa tarihi müzesinin neye benzeyeceğini biliyoruz, ne mutlu ki bina hala ayakta, girip gezme şansı var, müzede yer alan bütün koleksiyonun listesi elimizde, madde madde bütün parçaların nereden toplandığına kadar her şeye hakimiz, ama tüm bu detayları tek bir karede birleştirmek araştırmacının hayal gücüne kalıyor. Yani aslanlar nerede sergileniyordu, balıklar neredeydi, kuşlar hangi bölümdeydi diye sorarsan bilemem. Bu açıdan müzenin kendisi başlı başına bir metafor zaten.

Cumhuriyet Devrimi neden böyle bir konuya kayıtsız kalıyor? Hem sekülerizm hem de yeni ulus inşası açısından yaklaştığımızda, Cumhuriyet ideologlarından doğa tarihi müzesi gibi bir kurumu kucaklamaları beklenmez miydi? 

Kesinlikle Cumhuriyet Devrimi’nden bu alanda bir şeyler yapması beklenirdi ama yapmıyorlar. Olumlu olumsuz bir söylemle de karşılamıyoruz; “şu gibi nedenlerle bir doğa tarihi müzesi kurmayacağız...” türevi bir açıklama da yok. Burada iş biraz akıl yürütmeye kalıyor.

Doğa tarihinin en büyük dezavantajı kolonyalizm ile ilişkilendirilmesi ve haliyle bu tartışma biraz Fransızların başına kaldı. Cumhuriyet teorisyenlerinin Osmanlı ve Fransız alerjisi malum. Bir ihtimal bu çok ‘Fransız’ bir iş dediler. Çünkü Cumhuriyet Devrimiyle birlikte Osmanlı Batılılaşmasına tezat bir anlayış benimsediler. İkisi de modernizm, ikisi de batılılaşma, ikisi de seküler ama kesinlikle aynı referansları ve güzergahları kullanmıyorlar. Böyle çok katmanlı moderniteler içerisinde, muhakkak bir önceki modernite anlayışına muhalif olma duygusu yatar. Osmanlı aydınları ne dediyse Cumhuriyet entelektüelleri tam tersini yaptılar ve onlar da bunun adına modernizm dediler. Alman ve Rus ekolü bir modernizm anlayışını benimseyip Fransız modelinden imtina ettiler, unutturmak istediler belki... O aradaki birikim de tamamen reddedildi haliyle.

Doğa tarihi anlayışının Osmanlıya taşınmasında Batılılaşma süreci esastır. Cumhuriyet teorisyenleri ise Osmanlı’nın en büyük hatasını Batılılaşma süreci olarak okurlar. Toplumu kendi Batılılaşma modellerine ikna etmenin başka yolu yoktu çünkü. Tıpkı mimaride neo-klasik denemelerin inkar edilmesi gibi... Üstelik Osmanlı bir kolonyal devletti. Bundan bahsedilmez ama ne işi vardı Mısır’da, Libya’da, Cezayir’de, sorsanız yanıtlanmaz. Nitekim bir doğa tarihi müzesi de vardı ve bu dönemin toplamına kuşkuyla yaklaşılır.  

Diğer yandan buna ayıracak bütçemiz yok, taşla toprakla uğraşamayız demeleri de muhtemel. Fakat milliyetçilikle flört eden bir ekol doğa tarihi. Ben milliyetçi bir Cumhuriyetten beklerdim ki taşları toprakları dizsin ve işte Türk taşı toprağı desin. Dağlara taşlara Türk yazarken bunu atlamazlardı. Belki de sadece karambole geldi, art niyet yoktu... Ama bir daha devlet bünyesinde bu alanda bir kurumsallaşma gerçekleşmedi.

Birkaç akademik teşvikli doğa, tabiat müzesi girişimi var aslında.

Özel teşvikler oldu yakın dönemde, özel koleksiyonlar derlendi. Ege uğraşıyor; İTÜ bir şeyler yapmak istedi son durumunu bilmiyoruz. Ankara’da bir tabiat müzesi olgunlaşmak üzereyken, AKP iktidarıyla birlikte önce müzeden primat koleksiyonu kaldırıldı, sonra da müze tamamen kamuya kapandı diye biliyorum. Fakat bu örneklerin hiçbiri tam teşekküllü bir doğa tarihi müzesine eşdeğer değil, naif çabalar. Her zaman ideolojik bir tartışma süregider doğa tarihinde. Doğa tarihi bir bakıma insanın kendini anlama uğraşı olduğu için, doğa dışında her şey bu çatıda tartışılabilir. Absürt ama bu doğanın pür bağımsız tarihi değil, modern insanın doğayla olan hikayesinin tarihidir. Yoksa bir kutup ayısına sorsanız muhtemelen size doğa tarihini çok farklı kurgulayacaktır.

İnsanın doğayla ilişkisi şu an nasıl peki?

Fırat nehrinde yeni sazan türleri keşfedildi: “alburnoides recepi”, “alburnoides emineae” şeklinde adlandırılan... Fakat bu hep böyleydi, yüzyıl başında keşfedilen canlılara da daha orijinal isimler verilmiyordu. Kim iktidardaysa onların isimleri aileleri, yakınları... Bir yanda sazan balıkları var, diğer yanda nasyonalizm tartışması sönmemecesine devam ediyor. Geçtiğimiz sene Türkiye’de 64 yıl aradan sonra bir Anadolu Leoparı görüldü ve Diyarbakır’da vuruldu. Burada asıl heyecan yaratan Anadolu Leoparı gibi bir canlının izine tekrar rastlamaktan ziyade, bu canlının Diyarbakır gibi sicili kabarık bir kentte, bir Kürt tarafından öldürülmesiydi. Sergide yer alan ‘Kürt ve Leopar’ isimli tablo bu ‘tarihi rastlantıya’ referans veriyor. Malum fotoğrafın yayınlanmasının ardından sosyal medyada kıyamet koptu. Tartışılan şey Anadolu Leoparı değil, onu vuran kişinin kimliği ve bu olayın Kürtlerin ne kadar cani ve cahil olabileceğini kanıtlamış olması. Son dönemde ırk ve tür, kimlik ve tür arasında kamuya yansımış ilginç muhasebelerden biridir... Kendilerine bir leopar saldırsa muhtemelen üzerine tüm şarjörü boşaltacak arkadaşlar, bir anda radikal ekolojistlere dönüşüverdi. Av ve avcının pozisyonu da çok ironik, biri kimlik mücadelesi veriyor, diğeri soy mücadelesi veriyor. Türkiye’nin geri kalanı ise oturduğu yerden olayı yorumluyor. Günümüzde insanın doğayla ilişki tam olarak bu.

Ekolojist milliyetçilerin bu tartışmaları bu noktaya indirgemelerinin bir sebebi de, daha önce hiç şahit olmadıkları bir doğa tarihi tartışması ve geleneği değil mi?

Elbette, bu sergi bunu tartışmaya açar umarım. Çünkü serginin temel sorularından biri de, bugün Türkiye’de bir doğa tarihi müzesi olsa malum siyasi atmosfer içerisinde neye benzerdi? İçinde ismi Recebi ve Emineae olan sazan alt türleri mutlaka sergilenir, Kürdün vurduğu leopar da baş köşeye koyulurdu muhtemelen... Yorumlanmaya çok açık ve bol örneklemli bir mesele. Fakat bu noktada sıkışmış milliyetçilik tartışmasına düşmek de anlamsız. Cumhuriyet yoktan var etti ve elbette bunun bedelleri olacaktı. Cumhuriyet’e burun kıvıranların günümüzde ne önerdikleri de tartışılmalı. Daha geniş bir perspektife bu tartışmanın ana arterleri doğadan geçiyor. Çünkü aynı tartışma Avrupalılara kim olduklarını öğretti ve onları bir dizi teorik ve bilimsel sınırı çizmeye zorladı. Türklerin, doğadan gelmelerine rağmen böyle bir eleştirel zeminleri yok. Doğayla aralarındaki ilişkiyi adlandıramamış bir toplum.

Peki, bu müze bugüne taşınabilse Türk insanının doğayla ilişkisi daha sağlıklı olur muydu? Metaforik müze önermesi aynı zamanda bize bunu mu anlatıyor?

En azından ortalama insan kendi kendine şöyle sorabilirdi; ‘peki felsefe ve bilim bana doğayla ilgili ne öneriyor?’ Avrupa’nın kat ettiği büyük tartışmalar Türkiye’de gerçekleşmedi. Hep tekrarlarım, post-modern olabilmek için ucundan da olsa modern olmak gerekiyor değil mi? Sen moderniteyi içselleştirmeden, yaşamadan, kıyaslamadan, ben post-modernim yalanına kendini bile inandıramazsın. Alt kültür post-modernizm değildir çünkü. Sanatta da böyle bir şey var; modern sanata hakim olmadan, onu içselleştirmeden eleştirisini vermek gibi. Doğa tarihi de böyle. Zemini bilmedikleri için Adnan Oktar gibi bir adam çıkıp Anti-Darwinist oluyor. Ama sen evrimle ilgili akademik olarak ne tartıştın, hangi tezleri ortaya koydun da, neye karşı çıkıyorsun? Yoksa doğaya şefkatle yaklaşan bir toplum var özünde, toprakla uğraşır, iki karış bahçesi olsa bir tavuk alır koyar içine, eker biçer, ama artık bunu sokaktaki adama anlatmak ne kadar güç değil mi? 

Doğaya ilişkin tartışmalar en genel düzeyde kentsel dönüşüm ve devletin çevre politikaları düzeyinde tartışılıyor, doğadan anladığımız bir itiş kakış, haklı haksız meselesi, bir siyaset alanı yalnızca.

İnsanın doğaya karşı mesafesi ve bu mesafeyi hangi açılardan kurması gerektiği sorgulanmıyor. Evet, Avrupalılar insanları kafeslere tıkıp sergilediler, daha tonla hataları oldu ama tüm bu hatalardan bir şeyler de öğrendiler. Burada doğaya karşı dersini çalışmamış bir toplum var ki, bugün nükleer santral konuşabiliyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde bu rahatlık ve konforla bir devlet başkanı nükleer santralden bahsedemez ama adam çıkıp Mersin Akkuyu falan diyor. Bu yüzden buradaki ekolojistlerin de propagandanın yanında aslen doğanın ne olduğunu, insanın doğayla ilişkisini nereden kurması lazım’ı tartışmaları gerekli. Bilmem nereye bilmem ne olmasın, zaten olmasın! Ama biz nereden geldik de buralara dayandık?

Sürpriz bir şekilde karşına çıkan, kaybolan bir şeyden metaforik bir anlatım örmen, arşivden plastiğe doğru bir yolculuğa çıkman çok ilgi çekici. Bu anlayışla ilgili kafanda başka taslaklar, kaybolan ve merakını cezbeden başka projeler var mı aklına not ettiğin?

Stüdyo Osep’te, Foto Galatasaray’da ya da Mimarlar Mezarlığı’nda birbirinden tamamen farklı metotlar kullanarak bunu yaptım. Gelecekte de bundan farklı olmayacak. Kayıp bir yerde yaşıyoruz, ‘neden benim başıma kalıyor’ bu işler derim hep. Ben de illüstratif detaylara odaklanıp, soyuta koşan işler yapmayı çok isterdim. Ama bizim Türkiye’deki konumumuz pek buna elverişli değil. Kültürel şizofreniden bize miras kalan koca bir enkaz. Hala o enkazla boğuşuyoruz aslında... Nereye baksak, ne kadar büyük bir parçamızı yitirdiğimiz hissiyle karşı karşıya kalıyoruz. Her yerimiz biraz kayıp, bedenle, doğayla, mimariyle, dille olan ilişkimiz... Kendine 600 yıl ‘imparatorluk’ dedikten sonra mimariye dair birikimin nedir diye sormazlar mı? TOKİ bloklarını mı göstereceksin? Temsille ilişkimiz kayıp. Stüdyo fotoğrafı o yüzden çok önemliydi benim için. Resimle aynı ilişkiyi kuramazdım, orada temsil edilen seçkinlerin portrelerinden bir yere kadar okuyabilirdim gündelik yaşamı. Sokaktaki adam temsille ilişkisini nereden kurdu, bu ilişki ne boyuttaydı? Bu sorular hep devam edecek.

Bu sorulara cevap buluyor musun?

Ben sorulara mutlak yanıtlar bulmuş olmuyorum, ben olasılıkları tartışıyorum, güzergahları keşfediyorum, metotları araştırıyorum. Sergilerin her biri için farklı bir yol izliyorum. Orada kendi iradem de var. Bugün tarih ne demek Türkiye’de? Tarih Türkiye’de lineer değil çünkü. İyi gittiği noktada 50 yıl öncesine dönüyor, sonra 100 yıl önceki tartışmanın içine düşmüş halde buluveriyorsun kendini. 2015 yılında hilafet tartışıyoruz. 13 senedir Onur Yürüyüşü gerçekleşiyor mesela. Sonra bir anda sanki hiç Onur Yürüyüşü yapılmamış gibi devlet saldırısına maruz kalıyorsun. E ben bu riski geride bırakmıştım, çoktan o tartışmayı bitirmiştim değil mi... Peki şimdi ben nereye dönmeliyim? Şoke oluyor tabi insan. Zira kürtaj böyle, kadın hakları böyle, azınlık hakları böyle. Bir hakkı edindin her şey artık öyle devam edecek gibi bir konforun yok bu ülkede, hayat boyu uğraşmak zorundasın.

Bu, mekanizmanın tarih düşürmesiyle alakalı değil mi?

Çünkü psikolojik savaş henüz bitmedi. Paradoks buradan besleniyor. Tarihin içinden ganimetleri göstermek gerekiyor. Bir noktada bunu yapıyorum, ganimetleri ayıklıyorum. Daima pozitif temsilin gücüne inandım. Hiçbir sergimi, sırf bir şeyleri eleştirmek adına yapmadım. Zaten bunun için sanat yapmam, gerekirse yazarım, çok kafam bozulmuşsa daha sert yazarım ama pratiğimi bu tartışmanın içine çekmem. Orada başka bir korunaklı alan var, sanata karşı hoyratlaşmamak gerekiyor. Gündelik meselelerle sanatı çarçur etmek gibi görüyorum bazı çabaları, ki sanatın tartışması çok farklı bir aksta devam ediyor. Türkiye’de kurcalanması gereken yer orası. Bir de saygı duymadığım hikayenin sanatını yapamıyorum ya da ona sanat diyemiyorum. Bu da tamamen kişisel bir tercih.

Bu sergide bundan 140 yıl öncesine dönüp de oraya projeksiyon tutmanı sağlayan da bu tutumun mu?

Üzerine çalıştığım konularda mutlaka bende hayranlık uyandıran bir detay olmalı. O zaman o konuyla yıllarca uğraşıp ilgili her şeyi toparlayıp, devşirip, bozup tekrar onu ortaya koymanın ve tartışmaya açmanın yollarını aramaya başlıyorum... Başka bir motivasyonla bu gibi ağır işlerin altına girmem mümkün değil. Ermeni meselesinde de bu böyledir, ben çok pozitif bir temsil yöntemi benimsedim ve çok bozuldu bana diasporadaki bazı izleyiciler. Süreci senin işlerinden okursak her şey harikulade görünüyor dediler. Onlara parçalanmış bedenler göstermedim çünkü. Objektife doğru gülümseyen şık ve zarif insanları gösterdim. Tüm dünyanın gözü önünde cereyan etmiş öylesine vahim bir sürece işaret ederken hangi imgeleri kullanmamı bekliyorlardı ki? Düz mantık ajitasyon beni ilgilendirmiyor sanat yaparken. Ben bunun için yazı yazarım ‘kahretsin!’ derim, ama onun sanatını yapmam. Çünkü sanat, içimizdeki cenaze marşını farklı notalara dökebilme imkanı sunduğu için sanat.

Sanat senin için katharsis değil o halde.

Değil. Katharsis varoluşsal olarak benliğimizde, potansiyeli hayatın içinde. Sanat elbette katharsisten de beslenir, ama tüm ifade biçimlerini katharsise indirgemek bugünün olasılıklarını inkar etmek gibi geliyor. Bugünkü hesaplaşma daha farklı olmalı, en azından eğer sinema yapmıyorsanız ya da edebiyatta olduğu gibi bir okuyucu hedefiniz yoksa, farklı göstergeler kullanmak mümkün. Benim arşivlerle yaptığım şey hayatı tozpembe ifade etmekle ilgili değil… Elbette kaybedileni temsil etmekle ilgili. Fakat onları en idealize edilmiş anlarında yakalamayı önemsiyorum. Mimarları zirve dönemlerinden ayıklayarak, fotoğraflardan masalsı seçkiler sunarak ‘işte bugün olmayan şey bu’ demek benim için yıkıntı binaları ya da ölmüş bedenleri göstermekten daha gerekli. Bir şeylerin yolunda olduğuna ve yoluna girebileceğine olan inancımla ilgili. İçinde umut barındırmayan, salt kötücül bir yaklaşımdan ibaret değil sanat ve umudu var etmenin yolları var.

Sanat dünyasında insanlar böyle düşünmüyor sanırım.

90’lardaki arabesk akımı Türkiye güncel sanatına had safhada yansımıştır. Metaforik olarak değil, fikren ve ruhen arabeskten bahsediyorum. Buradaki sanat ortamı psikolojik olarak yenik. Sorunlarını samimiyetle paylaşmayan insanlar, isim vermeden konuşanlar... Korkuyorum öyle insanlardan. Bu kadar çok sorunun ve problemin var da neden hiçbirinin muhatabını bilmiyoruz? Benim bütün sorunlarım/sorularım kamuya açıktır mesela. İnsanın düşmanı ve dostları biraz belli olmalı. Her şey çok umutsuz, hiç çıkış yok, peki kendin ne koydun ortaya? Sürekli bir yakınma hali, gökyüzüne bakarak şikayet etme hali. Şikayet edilen kaygan zemini kişilerin kendileri yaratıyor.   

Bu, camianın tamamı için mi geçerli?

Tamamı değil elbette ama motivasyonu belirleyen ruh hali bu. Sanata katkı sunmak önemlidir. Ben bugün sağlıklı katkı sunarsam, benden 30 sene sonra gelen benim katkım üzerine kendi katkısını ekler, süreklilik böyle mümkün... Fakat sürekli bir kapkaç var, durum biraz kriminalleşti Türkiye’de. Küratöründen kurumuna, müzesinden sanatçısına ‘oradan ne kapabilirim’ var. Halbuki oraya bir katkı versen, bu hem senin ve hem de mecranın lehine olur. Londra’daki gibi 16. yüzyıldan beri piyasası olan bir yerde yaşarsın, belki o zaman ‘ne kapacağını’ düşünme lüksün olabilir. Ama sen bir üçüncü dünya ülkesi olduğunu unutma! Buranın bir sanat burjuvası falan da yok, zaten olan da kayıp.

Kaybettiğimiz burjuva neye dayanıyor?

Osmanlı burjuvazisi Türklerden ibaret değildi. İstanbul özelinde değil İzmir, Selanik, Halep ve Anadolu’da önemli aileler var, onların bir kısmı kaysaydı, belki daha farklı sorumluluklar üstlenenler çıkabilirdi aralarında. Cumhuriyet imalatı burjuva, birkaç aile hariç zaten malum psikolojik koşulları paylaşıyorlar. Onların üzerine gitmeyi de çok anlamlı bulmuyorum, çünkü moral bozukluklarını tüm samimiyetimle paylaşıyorum. AKP sonrası ortaya çıktığı söylenenleri zaten tanımıyorum, kim olduklarını bile bilmiyorum. Fakat konu salt ekonomik değil, çok büyük yatırımlar yapılsa bile ben Türkiye’deki ruh halinin değişeceğine inanmıyorum. Aktörler problemli, entelektüel kaygılarla kişisel çıkarlar tamamen birbirine karışmış durumda. Yine de birçok alanda katkı sunabilirsiniz ve bunun için çok büyük fonlar beklemenize gerek yok. Ben stüdyo arşivlerini açtığımda olmayacak şeylerle itham edildim, halbuki arka planda kimin kimi sırtında taşıdığı bilinmez. Bugüne kadar bir tane kitabımdan para almadım, o para bana geleceğine bir vakfa gitsin, üç dört çocuk okuyorsa okusun, ama bunları mı çıkıp anlatayım? Bunları insanın kendisinin bilmesi yeter.

Bunun anlatılmasını bekliyor aynı zamanda o kitle. Çünkü bu tartışılacak ki suyunun suyu çıkarılacak, meze edilecek. Bunu bekleyen de o kitle değil mi?

Benimle şahsi olarak iletişimde olan herkes arka planda neler olup bittiğini iyi bilir, çok fazla sırrı olan biri değilim, ama bilmeyen böyle devam etsin. Çünkü art niyetli insanlara bir şey anlatmaya çalışmak dahi yersiz. Lisede ailemin uyuşturucu kullandığıma dair şüpheleri oluştu, çok sinirlendim. Sen öz evladına inanmıyorsun gidip şunun lafıyla... Bütün şüphelerini canlı tutmak için elimden geleni yaptım. Çünkü bana güvenmiyorlarsa, o zaman öyle bilmeleri daha iyi. Boğuşsun dursunlar o bilgiyle, bu da bir cezalandırma yöntemi. Oturup aksini mi kanıtlayacağım? İnsanları kendi iddialarıyla yüzleştirmenin çok yolu var. Türkiye’de biraz böyle davranmak gerekebiliyor. Hikayenin içindeki koşullar belli zaten, ama sen inatla koşulları okumadan konuşuyorsan kötücülsün demek ve kötücül insanlara bir şey anlatamazsın.

Peki, katkı sunmaktan yorulmuyor musun? Geçmiş röportajlarından birinde henüz otuzlu yaşlarımın başındayım ve gözlerimin altındaki çizgiler yorulduğumun kanıtı minvalinde bir yanıtın vardı.

Hayır, ama ben bu katkıyı İngiliz ya da Amerikan tarihine sunsaydım, kimse bana kraliyet nişanı takmazdı elbet ama en azından birileri çıkıp tüm samimiyetiyle teşekkür edebilirdi. Hiçbir karşılığını alamamak var burada. Daima bunu bilerek hareket etmek gerekiyor, diğer türlü çok yıpranırsın.

Peki, çalışmalarını yurt dışında devam ettirme fikri yok mu kafanda?

İlkin, yurt dışında benim uğraştığım işlerle devletler ve kurumlar uğraşır. Burada bu iş bizim başımızda, yoksa daha da yitecek, üzeri silinecek... İkincisi ben çok direndim burada kalmak için. Duygusal bağlar, buraya olan inancım, bir gün her şeyin güzel olacağına dair heyecanım. Fakat son beş altı senedir inancımı kaybettim ve beklentilerimi törpüledim. Sanırım burası daha da kötüye gidecek. Her günü, bunlar son iyi günlerimiz diye düşünerek geçiriyoruz. Artık tek kişilik sivil toplum örgütleriyiz, kendi hayatlarımızda yapabileceğimiz dönüşüm bu kadar. Ötesini beklemek hayal. Ben herhalde bunlar biraz toparlar ve yüzleşirler diye inanıyordum, ama görüyorum ki kendimi kandırmışım. Türkiye o zamanlar bazı şeyleri konuşmak ve yüzleşmek için iyi bir laboratuvardı, bugün değil. Beş sene önceki durumdan çok daha trajik bir noktadayız.  

Yurtdışında benim yaptığım işi devletler ve kurumlar yapıyor dedin, burada öncelikli kurtarılabilecekler arasında neler görüyorsun?

İstanbul nispeten ayakta ve korunmuş bir şehir, ama Anadolu’da nereden başlanacak? Orası toz toprak, çalılar uçuyor, taş üzerinde taş bırakmadılar... Konu İstanbul’dan ibaret değil, tüm bir coğrafyasıyla ele almak gerekiyor. Üstelik Osmanlı son dönemde gerçek yatırımını buraya değil Balkanlar’a yaptı ve orası koptu. Selanik arşivleri, Sofya arşivleri, Makedonya arşivleri ne oldu? Bilmiyoruz. Şimdi oraya bakıp ‘bizim orada medresemiz var, camimiz vardı’ diyorlar. Hayır canım; senin orada sadece medresen değil; kolonyalizmin yarattığı kültürel bir misyonun, ticari bir tavrın, bilimsel bir anlayışın, akademide ve entelektüel alanlarda bir yerin, yazarların ve pazarların vardı. Medreseyi her yere kondurabilirsin ama kültürel dinamiği öyle kolay yakalayamazsın. Gerçek miras budur ve bu mirasın bugün ne olduğu büyük bir soru(n).

Bu ülkenin kendinden büyük diasporası var. Bugün hala Yunanistan’da, Paris’te, İsrail’de Türkçe konuşan insanlar var, aramızdaki bilgi akışı ne düzeyde? Peki Türkiye bundan sonra nasıl bir konsensüse varabilir kendi diasporasıyla? Bence acilen bir Diaspora Bakanlığı kurulmalı. Osmanlı’nın dağılma döneminde sürgün edilenleri ya da kaybedilen kentlerde kalan toplulukları bir kenara bırakalım, Cumhuriyet tarihi süresince de devam eden bir sorun bu.

Peki, ne yapmalı?

Devlet bu devletse bir şey yapmayacak, ne yapılacaksa bizler yapacağız. Fakat entelektüel, akademik ve bilimsel tezatlarla dolu bir yerdeyiz. Anadolu’da ardı ardına açılan o yeni üniversitelerde ne oluyor, bilmiyoruz. Sanatı nasıl analiz ediyorlar örneğin, felsefedeki anlayış nedir, oradan mezun olanlar yarın bize ne önerecekler, öngöremiyoruz. İstanbul İmparatorluğu dersen... ArtInternational’da Taner Ceylan’ın yeni resmi gösterilecekmiş, güzel, samimiyetle olağanüstü haber, ama yarın da onun kaça satıldığını konuşacağız, ve bitecek. Bilmiyorum nasıl çözülecek… Avrupa Birliği nostalji oldu, Büyük Ortadoğu Projesi ellerinde patladı, Arap Baharı desen kabus, son birkaç senede her şeyin sonunu gördük. Buradan başka bir devinimle çıkmak gerekiyor.

Tüm bu olumsuzluklara karşın sorumluluk duygusu hissediyor musun?

Elbette hissediyorum. Şu an tüm çabalar boşa kürek çekmek gibi görülebilir fakat bunun böyle olmadığını jenerasyonlar kanıtlayacak. Kültürü aktarma sorumluluğumuz var. Ben, içinde yaşadığım zaman dilimiyle yüzleşebilmek için bana intikal edeni aktarma peşindeyim, bugün kaybettiklerimizi ise sonraki jenerasyonlar belki bizlerden daha iyi görecek ve gösterecekler. Biri yapmıştı, biri de yapılanı bulmuştu, ama yapılanı bulanı bulmak da var. Bunu yapamadığın noktada güne yabancılaşıyorsun. Tüm olumsuzluklara rağmen, tarihten kaçmak doğru değil. Arada çok önemli referanslar var çünkü, günü analiz edebilmek için tarihin itibarını iade etmek gerekiyor. Türkiye gibi ülkelerde itibarın iadesi daima bir sorun olarak görülür. Nedenlerini iyi çözümlemek ve gelecek jenerasyonların yükünü hafifletmek gerekiyor. Benim ajandam bir dizi referansı daha konumlandırmaya çalışmakla yüklü. Hızla sonuç veren güzergahlardan ilerleyip, daha serin sularda da yüzülebilir, ama bu bir tercih meselesi.

Kaynak: İstanbulArtNews / IAN.CHRONICLE, Eylül 2015
Mısra Gökyıldız, sayfa: 38-49     


Hiç yorum yok: