25 Nisan 2010 Pazar

İstanbul'da "24 Nisan"ı An(la)mak..


24 Nisanlara sersem uyanırım. Bir önceki gecenin uykusuzluğudur bu. Her 23 Nisan’da önce uykum kaçar, sonra göz altlarım morarıp başım koltuğa düşene kadar bilgisayar başında okurum o gece. 1915’e dair bulduğum ve dilini çözebildiğim ne varsa anlamaya çalışırım... Çok iyi bildiğim tüm o fotoğraflara tekrar tekrar bakarım. En çokta kasaba manzaralarına bakarım. Bulanık Anadolu manzaraları içerisinden konik kubbeli kiliseleri keşfederim. Keşfettiğime sevinmekle yetirim. O nedenle sanırım, ben bir gün önceden başlarım 24 Nisanı ‘an(la)maya’...

Bu sene bir fark vardı. 15 gün kadar önce geldi “Türkiye’de ilk kez kamusal alanda bir anma töreni gerçekleşeceği” haberi. Beklemiyordum değil. Hatta dediler gibi istiyordum bunun yapılmasını ama işte gerçekleşeceğini öğrenince bir tuhaf oluyor insan. Günler yaklaştıkça kontrol dışı olarak gerilmeye başladım. Ve bu 23 Nisan gecesi, ilk kez kendi 24 Nisanımı düşünmekten uyuyamadım. İlk kez tezahür edemiyor ve belki de hayatımda ilk kez bir törenin nasıl gerçekleşeceğini öngöremiyordum. Benim 24 Nisanım, sokakta nasıl an(laş)ılabilirdi ki...?

Yine sersem fakat hayli diken üzerinde bir sabah. 19:00’da olacak toplantı. O saate kadar yataktan çıkmamak için elimden geleni yaptım fakat bedenim izin vermedi. 14:00 gibi zıpladım nihayet. Simsiyah giyindim. Bugün benden başka “simsiyah giyinenler” daha olmalıydı etrafta. Plansızca sokağa attım kendimi. Siyah camlarımın arkasından gözümü koyu giyinenlere diktim. Adeta aradım, tek tek tespit ettim hepsini ve dinledim. Derken hissettim, bir şey daha var havada tuhaf.

Kendimi Panter Kırtasiyede buldum. Üst katta yağlı boya seçiyorum. Neden alıyorum, o alışverişi neden yapıyorum hiç belli değil... Sanırım yapabildiğim en hafifletici şey renk seçmek. Bir saate yakın seçtim. Viridian Yeşili mi olsun, Emerald Yeşili mi? Yok yok, en iyisi Burnt Yeşili! Sonra tek tek seçtiğim tüm renk tüplerini sırayla yerlerine yerleştirip 12 renkli bir kutu alıp çıktım oradan. Elimdeki poşeti stüdyoya bırakmalıydım. Yolda yine aynı oyun. Gözüm siyah giyinenlerde, sayıları çok az... “Heryere bahar geldi, buralara kar yağıyor” misali, herkes rengarenk. Bu havada siyah giyinen ya deli ya da Ermenidir!

Tekrar eve attım kendimi. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum ama artık korkmuştum. Caddeyi dolduran renk cümbüşü bastı diyelim... Yerini kendim bile unuttuğum biber gazımı aramaya başladım. Aradım, buldum, salladım, evet içi dolu! Avcumun icinden, çantamın kolay bir ic cebine soktum. O gazı neden yanıma alıyorum, birşey olsa o gazı kime sıcakağım, hiç belli değil... Saat 16:30! Siyah çerçevelerimi gözüme geçirdim ve tekrar cadde. Havayı kokluyorum, leş gibi bir bahar! Meynada doğru yürüyorum ve yanımdalar. Hayır sadece yanımda değil, etrafımdalar! birbirleri ile konuşuyorlar, onlarla birlikte yürüyorum, 15 kişi kadar;

- Hızlı yürü Kadir!
- Başlamış mı ya muhabbet?
- Başlamış başlamış koş! He! He! He!
- Gel gel şuradan şuradan, hadi çabuk olun...

Tanrım kim bunlar! Hiçbirisi siyah giyinmemiş ve hepsi çok çirkin. Ayırdına varmaya çalışırken onlarla beraber hızlanıyorum. Geride kalırsam kaçırırım ve müdahale edemem. Önlerinden gitmem için koşmam lazım çünkü çok hızlılar! Evet, en mantıklısı onlarla birlikte ritm tutturmak. Solcu mu bunlar, alevi mi, kim bunlar? Kendime bir işaret dili arıyorum ve nihayetinde buluyorum. Aralarından birisinin gözüme çarpan bıyığında...! Katilim bunlar! Katillerimle yürüyorum, 24 Nisan’ı an(la)maya..

Tüm hikaye aniden değişiyor. 24 Nisan’i an(la)maya giden ben, bir anda hızır hafiye kesiliyorum aralarında. Topluluğa ulaşamasınlar ve kimseye zarar veremesinler diye aklımdan türlü opsiyon geçiyor. Bir taraftan koştura koştura yürüyoruz, bir taraftan siyah çerçeverimin altından hepsinin yüz fotosunu kaydediyorum zihnime. Tekrar görünce tanıyabilmeliyim! Ve tabi diğer iç sesler; “çıkar şu gazı, sık işte, olay çıkart, hayatının ilk olayı olmaz ya oyala şunları.. Yok yok saçmalama, şu an değil, polisi bekle, çok kalabalıklar, polisi gördüğün an bağırmaya başla, onlar katil!” Ve Taksim Meydan. Sinyal kopuyor. Yaklaştıkça kalabalık büyüyor. Sinyal kopuyor. Yaklaştıkça flulaşıyor. Sinyal kopuyor. Ayırd edemiyorum. Sinyal kopuyor. Polis, Ermeni, Türk, Katil. Sinyal kopuyor. Hangisi hangisi bunların? Sinyal kopuyor...

Türk polisi; - Eyleme mi geldiniz?
Bendeniz; - Ha? Evet, evet ben eyleme geldim...
Türk Polisi; - Lütfen şöyle geçin, arama yapılacak, çantanızda ne var?
Bendeniz; - Çantamda mı?
Türk Polisi; - Özel bir durum var yalnızca arama ile alıyoruz.
Bendeniz; - Buyurun bakın, güneş gözlüğü kutusu var.
Türk Polisi; - Tamam geçin!

Katillere ne olduğunu, neden aniden kaybolduklarını o sırada anlayamıyorum. Adım gibi eminim, oradalardı ve şimdi yoklar. Polise hiçbir şey söyleyemiyorum. Taksim Meydan’ı ilk kez tanıyamıyorum ve kestiremiyorum. Meydanın ne tarafındayım? Kim nerede? Derken uzaktan sesler geliyor. İçime bir rahatlık düşüyor. Evet oradalar ve herkes onların farkında. Olanca nefretleriyle bağırıyorlar. Türkiyaaa, Türkiyaaa! Katilimle birlikte 24 Nisan’i anıyorum... 24 Nisan’ı böyle anlıyorum... Terden sırılsıklam olan avuç içlerimi soğuk kaldırıma yapıştırıp yere çöküyorum. Artık gönül rahatlığıyla hıçkırabilirim. Polis aramızda etten duvar. 24 Nisan'ı an(lı)yoruz. Hep birlikte... Korkulacak hiçbir şey yok. Hepsi geçti. Çok azız ve yine hepimiz buradayız. Hepsi geçti.

Hiç yorum yok: