16 Mayıs 2010 Pazar

Yıkılan Beyrut, Yapılan Beyrut

Önce şehirler kurduk, sonra onları bir güzel yıktık. Ve sonra aynı topraklara yeni şehirler kurduk. Sonra, onları da yıktık. Ve bir kez daha... Son iki bin senedir şehir "hep" kurulmakta. Bazıları, kurulurken yıkılmakta. Bizlerin tanımında şehir, artık "transformasyon" demek. Şehirlerin kadimliği üzerine tüm yargılarımızı bir kenara bırakalı çok oldu. Dünyanın en büyük açık hava şantiyesi ve harabesi olarak Beyrut, yıkılmaya ve kurulmaya sonsuz kere devam ederken, tüm çıplaklığıyla size yok olmanın kolaylığını formüle ediyor. Bu kadar kolay olacağına, yer yer kendiniz bile ikna olmak istemiyorsunuz. Beyrut'da insanlar konuşmayı bırakalı çok olmuş. Haklılar, Beyrut üzerine bir kelam etmek, biraz cürret istiyor. Şimdi onlar yerine, şehir konuşuyor. Binalar, "insanlar" adına yakın tarihin yazımına soyunuyor. Onları, olanları ve olacakları anlatıyor. Geçmişten ve gelecekten haber veren başka bir aygıt yok burada. Kimse, daha fazlasını bilmiyor...




"İktidar namlunun ucundadır" lafının bu kadar yoğun telaffuz edildiği bir şehir olmadı dünyada. Bu şehirde herkes "tanrının bir orduya ihtiyaç duyduğuna" ikna oldu. Tanrılar çoktu ve herkes bir diğerinin tanrısının kendi zaferine şahit olmasını istedi. Onun tapınağı önünde, zafer fotoğrafı çektirmek istedi... Bu fotoğrafı çekebilmek için 60 sene boyunca durmaksızın "çarpışıldı". Derken bir fotoğraf fonu olarak önce tapınaklar, ardından evler, sonra insanlar, bebekler ve sokak hayvanlarına kadar herşey yok oldu... Ve şimdi Beyrut'da, hiçbir tapınağın kulesi dev inşaat vinçlerinden daha yüksek değil. Bu vinçler, tanrının evleriyle dolu kent silüetini lanetli korkulular gibi kuşattı. Hiçbir kuşatma bundan daha büyük olamadı...

60 seneyi bulan savaş boyunca önce çürüyen cesetler şehirden uzaklaştırıldı. Ne acı, kendilerini tanrılarına adayan bu bedenlerin hiçbirisi için dua edilemedi. Bazıları hiç uzaklaştırılamadan yıkıntılar arasında toprak oldu. Kentin ruhuna karıştı. Dört kez baştan sona yıkılan şehrin yığınları, dünyanın en büyük kent çöplüğü olup Akdenizin sıcak sularına atıldı. Bir süre sonra, bu kalıntılar dahi patlamaya hazır bir bombaya dönüştü. Akdenizin kıyısında, Beyrut'un çürüyen kemikleri, çok tehlikeli gazlar yaymaya ve tüm kente tuhaf kokular salmaya devam ediyor. Dünyanın en büyük şehir mezarlığı, her geçen gün gerildikçe geriliyor... Hayaletler sırada bekliyorlar. Burada hayatlerin bile bir ordusu var artık.




Savaşın izleri yanlızca insanların bedenlerine, zihinlerine ve göz bebeklerine işmememişti. İnsanın en mahrem alanı olan mekanlar, en az bedenler kadar... Havan toplarının açtığı oyuklar, roket ve mermi delikleri, duvarları kötü bir ressamın soyutlamasına dönüştürürken, artık her biri heykelsileşen bu hiçlik mekanları insanlık tarihi adına kimsenin dillendiremediği bir nefreti kolaylıkla dillendidiyordu. "biz - sizi istemiyoruz!" diyordu... Biz'in kim, siz'in kim olduğuna ya da olacağına kimse karar veremiyordu. "Dünyanın G Noktası" burasıydı artık. Bir zamanların multi kültürel yaşam formu, sonraki zamanların kimlikler çöplüğüne dönüşmüştü. Arap Gotiği; yerini Arabesk'e bırakıyordu... Kimsenin buna katlanmaya niyeti yoktu.

Bu haliyle Beyrut kesinlikle multi-kültürel bir yer değil artık. Osmanlı dönemindeki milletler sisteminin modernize olmuş hali demek dahi, güç. Konu Beyrut olunca kazananın modernizm mi, gelenek mi olduğu hala büyük muamma. Ondokuz farklı toplum - cemiyet - yaşıyor bu küçücük coğrafyada. Tarif edilmesi zor bir yoğunlaşma ve bu yoğunlaşmanın getirdiği zorunlu bir kimlik genleşmesi... Toplum modeli mezheplerden - aşiretlere uzanan hayli çetrefilli bir reçete üzerinden belirleniyor. Ülkede medeni hukuk yok. Bu nedenleki örneğin, Hıristiyan olma çatısı altında birleşmelerine rağmen bir Arap Ortodoks ile bir Maronit'in evlenmesi dahi mümkün değil. Çatışma içerisinde olan İslam mezhepleri arasında da aynı yasaklar var. Ülkenin üçüncü büyük dini topluluğu Dürziler zaten geleneksel olarak dış evliliğe kapalı. Gündelik yaşamda ise gençlerin flört etmeleri dahi olanaklı görünmüyor. Konu flörtden de ibaret değil elbet, herkesin olumladığı bir ayrışma kamusal alanın tüm detaylarına nüfuz etmiş durumda. Toplumsal hayatın ihtiyaçları ve koşulları yalnızca dini kurumlar tarafından belirleniyor. Bu sıkışmışlık içerisinde sınırlar çok keskin. Müslüman Mahalleleri ve Hristiyan Mahalleleri dışında bu mahallelerin içerisinde de mezheplere ya da etnisitelere göre ayrılmış birçok mikro bölge var.

Kollektif kamusal alandaki karmaşa "dresscode"lar sayesinde kolaylıkla çözümleniyor. Dini sembol kullanımı o kadar yaygın ki, sokakta yanınızdan geçen herkesin kolaylıkla hangi inançtan hatta o inancın hangi mezhebinden olduğunu kavrayabiliyorsunuz. Bu, sosyal yaşamda bir tür savunma kalkanı oluşturuyor. Bir tür dokunulmazlık. Çünkü mensup olduğunuz cemaatin varlığı olmadan, burada kolay kolay birey olunamıyor... Ortadoğu'da yaşayan Hıristiyanlar, genelde ya boyunlarına taktıkları bir haçla, ya da araçlarında bulundurdukları sembollerle Hıristiyan olduklarını size bir biçimde fark ettiriyorlar. Ortadoğu için en önemli kimlik, dinsel kimlik. Fakat bu toprakların Hıristiyanları, Avrupa'da yaşayan Hıristiyanlardan oldukça farklı. Gündelik yaşamda ikinci kriter olan kültürel kimlik, Arap Hıristiyanların Avrupalılar ile aralarındaki sosyo-kültürel tezatları belirliyor.




Çok ani bir kararla Beyruttayım. Topu topu birkaç günde hazırım, hayatımın en hızlı yer değiştirmesi bu. Halbuki kendimi hazırlamak için en az iki haftaya ihtiyacım olmalı diye tasarlardım Beyrut'u düşünürken. Koşturmacanın ortasında kendime birkaç saat süre veriyorum. Gitmeden önce en çok düşünmem gereken şehirlerden birisine gidiyorum. Bir süre düşünüyorum. Kendimi, ona ve kendime hazırlıyorum daha doğrusu. Çocuk gözlerimle hatırladığım, dünyanın en güzel şehrinin üzerine yağan bombalar ne kadar taze. Bir şehir, ne yazik ki içimden böyle geçiyor. Telefonda "orası Ortadoğu'nun cenneti" diyor annem, cenneti göreceğim için seviniyor, yazık. Sonra ekliyor "acaba ne halde şimdi..?" İşte o acaba kısmını hiçbirimiz bilmiyoruz. Cennetten ve cehennemden kalanların oranlarını hesap edemiyoruz. Ben cenneti umuyorum.. Eskilerin zihnindeki Beyrut'u, bir nebze olsun görebilmeyi. Kalmamıştı en son, biliyorum ama bilmek ile umud etmek arasında hep bir fark vardır.

Ucaktan iner inmez suratıma carpan bir alev, biraz toprak, biraz gübre, biraz barut kokuyor. Polis kontrolünü geçer geçmez herkes sigaralarını yakıyor. Bende yakıyorum bir tane. Ağzımda sigara ile bagaj bekleyip, free shop gezdiğim tek havalimanı. En olmayacak yerde böylesine rahat içilmesinden fena zevk almış olarak dışarıya çıkıyorum, etraf zeytin tarlaları... Bildiğin, Akdeniz bahçesi işte. Bahçe burası.

Koluma yapışan taksici downtown için 20 dolar diyor ve asla bu fiyata bu konforu bulamayacağımı söylüyor, çürük mercedesini göstererek. Yaşlı bir adam. Arabanın dikiz aynasından küçük bir haç sallanıyor. Bu fiyatın çok yüksek olduğunu bile bile kabul ediyorum. Ve zeytin tarlalarına dalıyoruz...

Yaşamımda ilk kez bir şehre girerken gülümseyemiyorum. Belki de ilk kez göreceklerimi çok iyi bildiğim için, görmekten çekiniyorum. Ağaçları izlerken aklımda hep o soru; "şimdi bu zeytin bahçelerini mi vurdu İsrail? Bu zeytin dallarının üzerine mi, yağdi o, bombalar..?" Derken aniden şehir ve duvarları şarapnel deliklerinden her birisi ayrı bir yapıta dönmüş apartmanlar. Beklediğimden kat kat daha fazlalar. Heryerdeler, etrafımdalar. Lanet olsun! Saramamışlar yaraları... Lanet olsun! İçlerinden geçiyoruz. İçlerinde insanlar yaşıyor. Delik deşik. Deliniyorum. Ve hayatımda ilk kez bir şehre girerken kendimi kontrol edemeyip...

Beyrutlular için bunun hoş bir durum olmadığını çok iyi bildiğimden şoföre farkettirmeden güneş gözlüklülerime sarılıyorum. Ağlarken onu incitmekten çekiniyorum. "Hiçbir şehre girerken ağlanmamalı, şehirler bunu haketmez. Hele ki kutsal şehirler, bunu hiç istemez" diye telkin ediyorum kendimi içimden.

Derken önümde Beyrut, Beyrut gibi, Beyrut kadar görkemli, Beyrut kadar harabe, Beyrut kadar dik, Beyrut kadar janti ve Beyrut kadar şantiye. Beyrut, aynı anda cenneti ve cehennemi baş başa kurmak gibi. Beyrut, Beyrut gibi yıkılmaya ve Beyrut gibi kurulmaya devam ediyor.


Hiç yorum yok: