29 Kasım 2012 Perşembe

dikiz aynası, fosforlu cevriye ve residential life


Bugün elimizde İstanbul diye bir enkaz varsa, bir defa hakkını verelim, bu şehrin 2.000 yıllık başkentliğini bir gecede elinden alan, Cumhuriyet'in ilk 40-50 yılı boyunca bu şehre çivi çakmayan, İstanbul'u Antep kadar bile onurlandırmayı reva görmeyen, kanalizasyonu Haliç'ten fışkıran, hava gazı diye bir şey icat edip ahalisi dondurulan, sokaklarından çamur akan, taşı toprağı Bizans ve Osmanlı kokan, orospusu bol, gayrimüslimi bol, esrarkeşi bol, İslamı bol, serserisi bol, katiyen "Ulus Devlet"e başkentlik yapamayacak bu ne idüğü belirsiz banker çöküntüsü şehirde, bu buram buram köhnelik kokan eski başkentte, şöyle ağzının tadıyla Kurtuluş Savaşı bile veremeyelerin, HASETLİKLERİ VARDI. İstanbul'a her baktıklarında cinnet geçiriyorlardı bir defa, hakkını verelim.

İşte o karanlık yıllarda, ele güne karşı rezil olmayalım diye heralde, morara morara, yapılmış birkaç modern yapıdan birisidir AKM, diğeridir IMÇ, Askeri Müze, Radyo Binası vesaire, vesaire birkaç beton çelik yığını daha.. Cumhuriyet tarihinin bu köhne şehre lütfettiği "güzelliklerdir" onlar. Güzellerdir zira, insan doyamaz bakmaya. Mesela şahsen ben, önünden her geçisimde, dalar dalaaaRRRRR giderim duvarları egzoz dumanından ebruli Askeri Müzenin güzelliğine, modernliğine.

NEtEkim, 1970'lerin akabinde gerisi tümden Laz müteahhitlerin infasına terkedilen koca Konstantiniyye, koca karı misali, yönetilirken Kütahya yasaları ile, kimsenin tahmin etmeyeceği kadar yüksek bir sesle, al sana "Sanayi Devrimi!" yapcem diye, dağda bayırda ne kadar adam varsa toplanınca bu şehre, şehrin o en köhne sokakları malum tecrübesiyle, iş yapar hale gelince, birisi sanayi devrimi mi dedi? Al sana arabesk, al sana pavyon, al sana dönme diye, şamar oğlanına çevirmişken modern ülkenin bütün tarihini, çökünce ütopya dibe, allah kimsenin başına, İstanbul gibi lahmacun kokulu bir bela vermesin. Kalpten gider insan.

Dönelim bugüne.

Hadi ilk kez İstanbul'u seven, sevdiğine inandıran, ilk kez İstanbul'a adam akıllı yatırım yapmak isteyen bir iktidarımız var. Fakat o da İstanbul'u, bizim sevdiğimiz gibi sevmiyor. Bizim gibi okumuyor. Okurken gözü dalıyor, heceliyor. Ona bir kol vermek yerine, hala üzerinden ne çıkar sağlayacağının hesabına düşüyor.

Zaten yıkılmak üzere olan bir takım mahalleler, yıkılıyor da yıkılıyor, çirkinliği konusunda hiçbir meydanının boy ölçüşemeyeceği bir takım meydanlar, deliniyor da deliniyor, bir takım araziler sahipleniliyor da sahipleniliyor, bir takım asfaltlar döşeniyor da döşeniyor...

Sanki bu şehir M.Ö 4.000'de, ilk kez kuruluyor.

Her tarafı çelik raylarla örülmüş bu ulu, büyük, güçlü, mübarek falan filan, afedersin ziktiğimin ülkesinin, tarihindeki en büyük gerçeklik, tüm bir ülkenin tarihine ayna tutan, o kırılgan ama SERT AYNA ETKİSİ, ışık ortadan kaldırılıyor.

Adeta bir savaş enkazını ortadan kaldırır hızıyla, şehrin tüm hafızası un ufak ediliyor, kazınıyor. Halbuki basit bir korunmacı yaklaşımla bile, savaş enkazlarını da korumaya değer idi, değil mi? Korunmalıydılar ve belki de korunmaya en muhtaç olanlardı onlar. Bazan, sırf bakıp bakıp ağlayalım diye. Yerlerinde kalmalıydılar.

Bir karanlık tarihin dikiz aynasıydı Beyoğlu,
Ondan bakmak, hep geriye bakmaktı.

Şimdi hangi sokaklar ayna tutacak bu şehrin fosforu kaçmış travmasına? Bilinmiyor.

Keşke geleceği kuracak daha boş araziler bulsaydıynız diyeceğim,

Dikiz aynamızı kırmasaydık diyeceğim,

Ama galiba ayna tuzla buz. 

Hiç yorum yok: