2009 yılında İstanbul’da, Galeri NON’da Stüdyo Osep adlı bir sergi düzenlenmiş, sergiye paralel olarak da Tayfun Serttaş tarafından hazırlanan Stüdyo Osep adlı önemli bir çalışma Aras Yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Osep Minasoğlu’nun yaşam ve fotografik belleğini yeniden üreten bir çalışmaydı bu, bir kültür ve şehir tarihi tanıklığıydı. İstanbul’un en eski stüdyo fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybetti. Tayfun Serttaş ile Osep’i, ardında bıraktıklarını, yanında götürdüklerini konuştuk. Yakın tarihin en efsanevi aşkına sonsuz saygıyla...
Nazlı Berivan Ak
Çok önemli bir İstanbul okuması Osep’in hikayesi ve fotoğrafları,
sen nasıl konumlandırıyorsun Stüdyo Osep’i, kültür ve özellikle şehir
tarihimizde fotoğraflarıyla, hikayesiyle Osep neye karşılık geliyor?
85
senelik, neredeyse Cumhuriyet tarihine eş değer yaşamıyla Osep, aslında o
tarihin bize ders kitaplarında okutulmayan karanlık sayfalarını aydınlatıyor. O
tarihin içerisinde ortalama her on senede bir felaketlerle yüzleşen, maddi ve
manevi çöküntüye uğrayan toplulukların kendi içerisinde de aykırı bir temsili
Osep. Bir kent efsanesi olmanın yanında, yeni bir sistem inşa edilirken, o
sistemin hem içinde hem dışında kalarak, varoluş mücadelesi verenlerin çok özgün
bir temsili.
Bugün siz Varlık Vergisi dediğinizde, 6-7 Eylül dediğinizde,
Vatandaş Türkçe Konuş kampanyalarından bahsettiğinizde, ya da 80 ihtilalinin
aynı zamanda azınlıklar üzerinde ne gibi etkileri olduğunu soruşturduğunuzda
sokaktaki ortalama insanın bunlarla ilgili mutlaka söyleyecek bir şeyleri
var... Fakat bizim tanıştığımız 1999 senesinde işler böyle değildi, özgürce
konuşabilen çok az insandan birisiydi Osep. Çünkü artık kaybedecek hiçbir şeyi
kalmamıştı… Çıldırmıştı. Her şeyini kaybetmiş, enerjisi tamamen tükenmiş, yaşı
70’e gelmiş, bağışlarla yaşıyordu.
2007’de
çok şey değişti, Hrant Dink’in ardından biz bunları konuşmaya başladık. Öncesinde
ben kültürel antropoloji eğitimi aldığımı ve azınlıklar üzerine uzmanlaştığımı
söylediğimde, insanlar şaşırıyorlardı; “Peki sen ne iş yapacaksın, kilisede mi çalışacaksın?”
diye soruyorlardı, bu algı hep öyle kalacak sanıyordum, bugün öyle değil.
Bundan
13 sene öncesi için, özellikle benim Osep Minasoğlu’nun hikayesine duyduğum bir
meraktan söz edilebilir. Çünkü onunki, asla klişe bir azınlık hikayesi de olmadı.
Ancak hayatta bazı istasyonlar var ve yaşam belli insanları, belli istasyonlara
yığıyor. Yaşınız kaç olursa olsun aynı istasyonda iseniz aranızda umulmadık bir
dil doğabiliyor. Bu şartlar zaten böyle belirlenmiş, siz içine doğuyorsunuz,
sonra birbirinizi buluyorsunuz.
OSEP’LE
AŞKLARIN EN DERİNİNİ YAŞADIM
Osep ile çok özel bir tanışma hatıran var, devamında da
bir dostluk hikayesi... Çok özel olmazsa anlatır mısın Osep’i ve hikayenizi
biraz? Duygularını bilmek ve paylaşmak isterim, onu tanımak, devamında onun
tarihini çalışmak ve şimdi kaybını yaşamak... Söyleyeceğin her şey çok kıymetli.
Bence
modern dünyada aşk yoktur, birlikte üretmek vardır. O yüzden rahatlıkla ifade
edebilirim ki; Osep Minasoğlu ile ben aşkların en derinini yaşadım. Tarih denilen
enkazın altından kalkmayı, yoktan var etmeyi öğrendim ben onunla... Birimiz
yolun en başında, birimiz en sonunda iken, zamana karşı gerçek bir zafer kazandık.
Yakın tarihin en efsanevi aşklarından birisidir bu, zamanla anlaşılacaktır…
Herkese bizim ki kadar güzel bir aşk diliyorum. Umarım, herkes hayatında bir
kez olsun bu derece anlamlı bir aşk yaşamanın tadına varır.
HAYATI
PAYLAŞTIK BİZ
Osep’in vefatı, çok kıymetli
bir şehir hikayesinin de kaybı anlamına geliyor bence. Stüdyo Osep çok önemli
bir çalışmaydı, başka çalışmalar, derlemeler de yapılacak mı, var mıdır aklında
böylesi bir proje? Daha çalışılacak çok şey var Osep söz konusu olduğunda.
Ben
Osep’in hemen akabinde Maryam Şahinyan’ın Foto Galatasaray arşivi üzerine çalışmaya
başladım. Ancak Maryam Şahinyan hayatta değil, hiçbir zaman tanışma fırsatımız
olmadı. 200 bin imajı kapsayan devasa bir görsel külliyat, 2011 senesinde SALT –
Galata’da kamuya açıldı. Osep’te ise tam tersi bir durum vardı, hiyerarşinin başında
fotoğraf arşivi değil, Osep’in kendisi vardı. O serginin öznesi Osep Minasoğlu’ydu.
Dışarıdan
bakıldığında iki farklı fotoğrafçı, iki farklı arşiv ama sonuçta aynı iş gibi görülebilir
ancak içerisine girdiğinizde durum hiç öyle değil, çok farklı. Stüdyo Osep’te
fotoğraflar fotoğrafçının yaşam tarihini destekleyici konumda kullanıldı
diyebilirim. Çünkü orijinal arşiv zaten yanmıştı, o sergide biz Osep’in anı
nesneleri olarak evinde kalan, sandık altı diyebileceğim son parçaları kullandık,
mektuplar, çizimler, geniş bir biyografik bölümün yanında yalnızca Osep’in yer
aldığı “Osep Minasoğlu Recalls” isimli üç saate yakın bir video, tanıklık bölümü
vardı. Farklı katmanlar arasındaki ortak zemin; Osep Minasoğlu’nun hafızası ve
bu tekil hafıza üzerinden yakın tarihi nasıl sorgulamamız gerektiğiydi. Osep
Minasoğlu dışında kimsenin yaşam hikayesi ile bu düzeyde ilgilenmedim. Bir daha
ilgileneceğimi de sanmıyorum. Zaten insan bir yaştan sonra kimseyi öyle
sevemiyor. Bizim ilişkimizi iş ilişkisinden ibaret sananlar, çok yanılırlar.
Petites Souvres’e taşınmadan önce, on sene içerisinde dokuz adres değiştirmek
zorunda kaldı Osep. O dokuz evi ellerimle, sırtımda taşıdım ben. Hayatı paylaştık
biz, hayata karşı mücadele kazandık.
Şu
an her şey çok taze, ona karşı sorumluluklarım çok şahsi, o yüzden profesyonel
anlamından mümkün olduğu kadar uzak tutarak, olası projeleri düşünmeyerek, yalnızca
ona odaklanarak, dostluğumuza odaklanarak, hareket etmek istiyorum. O nedenle
kafamda hiçbir fikir yok, bence şu an önemi de yok. (İstanbul/EVRENSEL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder