Not: 29 Şubat 2008 tarihli gazetede
yayınlanmıştı bu söyleşi, o zamanlar AGOS web yoktu, 26 Şubat doğumlu Osep'e
doğumgünü hediyemdi. Web'e aktarmak bugüne kısmetmiş..
for LINK
Osep Minasoğlu ile
belleğin kadrajında
Geçen
hafta hayata veda eden Yeşilçam’ın efsane stüdyo ve set fotoğrafçısı Osep
Minasoğlu’nun ardından, Tayfun Serttaş’ın usta fotoğrafçıyla yaptığı söyleşiyi
sizlerle paylaşıyoruz…
İnsan hikâyelerini
herkes sever. Farklı yaşam tarihleri üzerine kurulu bu anlatılar, her okuyucu
için özel bir empati değeri taşır. Biyografilerin kişiyi çarpan biricik gizemi
de bu küçük empatilerden, içerisinde saklı olan mahremiyetlerden geçer.
Okuyucunun kendisi ve öznel yaşam kurgusu arasında çok hassas bir noktada durur
bir diğerinin gerçek hikâyesi. Hele ki bu hikâye toplumsal bir azınlığa ait
ise, tüm dünyada aşikâr olduğumuz bir anlam bütünlüğü edinmiştir artık.
Vicdandan
hayranlığa, endişeden ibrete uzanan türlü etkiyi yaratma potansiyeli taşır.
Sosyo-psikolojik bellek, bu küçücük yaşam öykülerinin yarattığı ortak
hafızalarda örülür. Ancak, bazılarının öyküleri öylesine öznel kalır ki,
toplumsal okunduğu ölçekte herkesin, öznel okunduğu boyutta ise kimsenin öyküsüne
benzemeyecek kadar fantastik bir içeriğe bürünür. ‘Fantastik’ sıfatı,
Türkiye’nin yaşayan en büyük portre ve set fotoğrafçılarından Osep
Minasoğlu’nun yaşam hikâyesini çok iyi anlatıyor. Hani şu film gibi hayatlar,
bir duayenin yaşamını yazma cüretinde bulunduğumda, her seferinde işimi çok
kolaylaştırmıştır.
Bundan sekiz sene
kadar önce, konunun fotoğraf olduğu bir yerde, heybetli ancak çekingen bir
ifade ile içeriye girdi sevgili Osep Minasoğlu. Onu fark etmeye başladığım an
iki şeyi daha hissettim: bu koca adamın fotoğraf konusunda ezici bir tecrübesi
vardı ve Ermeni olmalıydı. Her ikisini de nasıl hissettiğimi kendime açıklamam
dahi zor. Derken tanıştırıldık, fotoğraf sanatçısı Osep Bey’le. İçimden,
“biliyordum” dedim. O an bilemediğim şey, yeni yetme fotoğraf tutkunu ben ve bu
eski usta arasında gelişmesi muhtemel bağdı.
Onun mütevazılığı
ile edinilmiş, benim türetmekten hiç sıkılmadığım sorular, onun vermekten hiç
bıkmadığı cevaplar ile büyüyen koca bir dostluk. Ve bu ilişkinin bana en büyük
hediyesi, Osep’in belleğinden benim notlarıma kalan kocaman bir yaşam döngüsü.
Son sekiz sene içerisinde Osep Minasoğlu’nun yaşamındaki düşüş biraz olsun
evrilmedi. Kaç kez yer değiştirmek zorunda kaldığını, kaç kez yeni adres ve
telefonları takas ederek aramızdaki irtibatı sürdürmek için çabaladığımızı
hatırlamıyorum. İnsanların yalnızlıklarını ve dertlerini görünür kılabilmek
için kendilerini ateşe vermek zorunda kaldıkları çağımızda, Osep Minasoğlu’nun öyküsünü
aktarabilmek benim açımdan aynı zamanda bir sorumluluk paylaşımı olarak anlam
buluyor.
Tayfun Serttaş
Tayfun Serttaş
• En baştan
başlayalım dilerseniz, Samatya’dan…
Orası benim
dünyaya gözlerimi açtığım yerdir. 1929 yılının 26 Şubat’ında Samatya’da dünyaya
geldim. Tüm çocukluğum orada geçti. Ailem üç kuşak Samatyalıdır. Babam Yervant Minasyan,
mahallemizin en büyük bakkaliyesinin sahibiydi. Babam öldükten sonra dükkânın
idaresini annem aldı. Ben ailedeki dört kardeşin en küçüğüydüm. Yaşadığımız ev
şimdi ayakta değil, 25 sene evvel yıkıldı. Sahile çok yakındı. Üç katlı,
müstakil, kâgir bir binaydı.
• Nasıl bir yer o
yıllarda Samatya?
O dönemler Samatya
çok gelişmiş, dönemin varlıklı ve eğitimli kişilerinin yaşadığı bir semtti.
Mesela o dönem ‘Gavroş’ adında, sadece Samatya’ya özel, Ermenice bir gazete
çıkardı. Semtin kendi tiyatro ve sinemaları vardı. Bizim evin bulunduğu sahil
tarafı şimdiki gibi değildi, orada çok güzel bir plaj vardı. Yazları oradan
denize girerdik, bol bol balık yerdik. Balıkçılıkla uğraşan çok fazla aile
vardı. Anaokulunu oradaki bir İtalyan rahibe okulunda okudum. O sırada yabancı
okula gidebilmek için ilkokulu Türk okulunda bitirme zorunluluğu getiren bir
kanun çıktı.
• Siz ne yaptınız?
İlkokulda Türk
okuluna gitmek durumunda kaldım. Sanırım o dönem insanların Türkçe öğrenmeleri
için böyle bir zorunluluk getirdiler. Samatya’nın nüfusu o yıllarda neredeyse
tümüyle azınlıklardan oluşuyordu. Türkçe bilmeyen çok aile vardı.
Komşularımızın çoğu kendi dillerinde konuşurlardı. Ama benim ailem Osmanlıcaya
çok hâkimdi, hem okur hem de yazabilirlerdi.
• Bu dönem
Cumhuriyet’in ilk yıllarına denk geliyor, öyle mi?
Evet,
Cumhuriyet’in ilk yılları. O yıllar soyadı kanununa göre ailemizin soyadı da
Minasoğlu olarak değişmişti. İlkokulu Türk okulunda bitirdikten sonra ortaokula
da Türk okulunda devam ettim. Ancak o dönemler türlü dertler açıldı başımıza.
Almanya’da Ermeniler Talat Paşa’ya suikast düzenlemişlerdi. Onun cenazesi
İstanbul’a getirildiğinde büyük bir propaganda oldu. 6. sınıftaydım. Tabii, o
sene biz Ermeni öğrenciler müzik, resim, jimnastik gibi derslerden bile sınıfta
bırakıldık. Baktılar olmayacak, ailem eğitimimi devam ettirebilmem için beni o
okuldan alıp Saint Benoit’ya yazdırdı. Liseye kadar orada devam ettim. Liseden
mezun olacağım sene, aklımıza gelmeyecek vergiler çıkınca okulumu son yılında
bırakmak zorunda kaldım.
• Bahsettiğiniz
Varlık Vergisi olmalı. O dönemi nasıl atlattınız?
Evet, Varlık
Vergisi idi. O dönem herkes büyük sıkıntı içerisinde kaldı. Bizim vergiden
kurtulmamızın ilginç bir öyküsü vardır. 1942 yılında ağabeyim Vahan, Fransız
Renault firmasının İstanbul’da kurduğu ilk şirketin çalışanlarındandı. Vergiden
önce evde çok büyük sayıda oto malzemesi stoklamıştı. Savaş dönemi gelince öyle
bir karışıklık oldu ki, arabanın tek bir lastiği, arabanın kendisinden pahalı
hale geldi. O yokluk ve sıkışıklıkta vergiyi koydular işte. Biz de elimizdeki
oto malzemesi stokunu ve yaşadığımız ev dışında ne kadar mal varlığımız varsa
hepsini satıp vergiyi ödeyebildik. Ama ben eğitimimden oldum mesela, babamın ve
kardeşlerimin düzeni de bir daha yerine gelmedi. Ağabeyimin stokladığı oto
malzemeleri olmasa gücümüz ailemize koyulan vergiyi ödemeye yetmeyecekti.
• Sizce vergi adil
miydi?
Hayır, hiç adil
değildi. Gelip bakıyorlardı, tuhafiyeci Agop. Dükkânı ne kadar eder bu adamın?
En fazla bin lira… Bu adama koyuyorlardı on bin lira vergi! Bu durumda
ödeyemedi tabii kimse... Bize gelen verginin miktarı da mal varlığımızın çok
üzerindeydi. Ancak evdeki otomobil parçası stokunu bilmiyorlardı. Bizi o stok
kurtarmıştır.
• Ödeyemeyenlere
ne oldu?
Herkes biliyor.
Çoğunu Aşkale’ye gönderdiler. Çok soğuk bir yermiş Aşkale. Bizim
tanıdıklarımızdan da gidenler oldu, çok yazık, geri dönemeyenler de oldu. Çok
karışık dönemlerdi bunlar, her gün “başımıza ne gelecek?” korkusuyla uyanırdık.
Bu olanlardan sonra kimse bir daha İnönü’yü seçmedi. Bir tek bizleri değil,
Müslüman halkı da ciddi biçimde etkiliyordu bu olanlar.
• Sonrasında siz
ne ile meşgul olmaya başladınız?
Okula devam
edemedim. O dönemler fotoğrafa ilgi duymaya başladım. 1951’de Kodak şirketinin
laborantlarından olan Joan Armes’in yanında çalışmaya başladım. O benim ilk
hocam olmuştur. Çok sevdim mesleği... O zaman fotoğraf işi çok büyük oranda
azınlıkların elindeydi. Müslümanların pek rağbet göstermedikleri bir işti. Uzun
bir dönem orada tecrübe edindim. Ancak sonrasında başımıza 6-7 Eylül hadiseleri
geldi. Şirket olaylardan çok büyük zarar gördü, devam edemez duruma gelip
kapandı. Ben de işimi kaybettim.
• O süreci aileniz
nasıl atlattı?
Bizim evimiz
Samatya’da idi. En ağır durumlar Beyoğlu civarında yaşandı ancak bizim mahalle
de çok perişan olmuştur. O dönemde mümkün olduğu kadar Beyoğlu’ndan uzak
durmaya çalıştık. Gerçi kalabalıklar birçok kez toplanıp diğer semtlere de
dağıldılar ama biz şanslıydık galiba. Benim ailemde çok fazla dış evlilik
yapanlar olmuştur; böyle dönemlerde Müslüman akrabalarımız bizleri kollardı.
Ancak yine de eşimiz dostumuzdan çok zarar görenler vardı. Samatya’daki Rum
kilisesinin yakıldığını hatırlarım…
• Tüm bu
süreçlerin sonucu olarak, İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldınız sanıyorum…
Evet, 1956’da
İstanbul’dan ayrıldım. Paris’e yerleştim. 1962’ye kadar Paris’te yaşadım.
• Orada neler
yaptınız, geçiminizi ne ile sağladınız?
Paris’e fotoğraf
sanatçısı olarak gittim zaten. Hayatım boyunca fotoğraf dışında hiçbir işten
gelir sağlamadım. Başka bir iş yapmayı da düşünmedim. Orada öncelikle fotoğraf
dalındaki eğitimimi tamamladım. Avrupa’da diplomanız olması önemlidir; alaylı
olmak geçerli değil, diploma yoksa kimse yüzünüze bakmaz. Aynı dönem çok büyük
bir şirkete girdim. İki tane helikopteri vardı; Marsilya’ya kadar iner tüm
Akdeniz kıyılarından işleri toplar getirirdi. Türkiye’de fotoğraf alanında o
büyüklükte bir şirket hiçbir zaman kurulmadı. Çok önemli kimyager ve
fotoğrafçılarla çalıştım. Klasik fotoğrafı öğrendim. Laboratuvar bilgilerimi en
üst seviyeye çıkarttım. Aynı zamanda tüm Avrupa’yı gezme imkânı buldum. Benim
için çok faydalı bir dönemdir...
• Tekrar
İstanbul’a dönme fikri nasıl gelişti?
İstanbul’u çok
özlüyordum. İnsan doğup büyüdüğü yerden bir yere kadar ayrı kalabiliyor. O
dönem fotoğrafta yeni teknikler çıktı, çok ilerleme oldu. İstanbul’daki
kullanımı ve popülaritesinin arttığını duyuyordum sürekli. İstanbul iş
yapabileceğim bir yer haline gelmişti. Zaten aklımda hep dönmek vardı. Aynı
dönem Fransa’nın Cezayir muharebesi başladı. Ülke çok sıkıntılı bir sürece
girdi. Paris özellikle göçmenler için yaşanmaz hale geldi. 1962’de kesin dönüş
yaptım ama oradaki ilişkilerimi, bağlantılarımı hiç kaybetmedim.
• Nasıl bir
İstanbul karşıladı sizi?
Çok değişmişti.
Dostlarımın ve yakınlarımın çoğunu kaybetmiş olduğumu fark ettim. Ben Fransa’da
iken birçoğu kentten ayrılmışlardı. Cemaat çok küçülmüştü. Bitmişti aslında,
kimseyi bıraktığım yerde bulamadım ki… Onca insana ne oldu, şimdi neredeler,
bir çoğunu hâlâ bilemiyorum.
• Dönüşte neler
yaptınız peki?
İlk atölyemi
Sirkeci’de açtım. Diğer taraftan manzara fotoğrafçılığı yaptım, tüm Anadolu’yu
gezdim. O zaman Türkiye’de renkli baskılar yoktu. Fransa’daki laboratuvarın
manzara neşriyatı yapan kısmında çalışmıştım. Keskin Color’un kartpostallarının
bir kısmı benimdir. 2 binden fazla kartpostalım piyasaya çıkmıştı. Çok kıymetli
bir makinem vardı o yıllar, Linhof – Super Technica. Aynı dönemde Sirkeci’de
işler iyice büyümeye başladı, yetiştiremez hale geldim. Daha büyük ve merkezi
bir stüdyo kurma kararı aldım.
• Stüdyo Osep’in
ilk temelleri bu dönem atıldı o halde…
Evet, bu dönemde
işin ilerleyeceğini anlamıştım. Beyoğlu’na taşındım. Ağa Camii’nin sokağında,
şimdiki Hacı Abdullah lokantasının üst katında çok büyük bir atölye kurdum. 350
metrekareden iki katlı bir atölye, siz tahmin edin. Binanın bodrum katını da
depo olarak kullanıyordum. Toplamda bin metrekareye yakın bir alanım vardı. Bu
atölyede 20 metrekarelik dev fotoğraf baskılarından renkli portrelere kadar,
fotoğrafın her türlü alanında çalışmaya başladım. Renkli filmleri de ithal
etmeye başlamıştık bu dönem.
• Fotoğraf
alanındaki altın döneminiz böylece başlamış oldu…
Bir süre stüdyonun
adını‘Stüdyo Osep’ olarak devam ettirdim ancak sonradan ‘Stüdyo Show’ olarak
değiştirdim. Yoğun olarak Yeşilçam’a çalışmaya başladım çünkü... Peri
mecmuasının o yıllardaki sahibi Mahmut Zeki bana geldi, mecmuasının tüm
fotoğraf ve poster işlerini bizim atölyeye verdi. Stüdyo Show’da senelerce
yanımda 35 insan çalıştı. Bugün dahi çok az atölyenin bu kadar çok çalışanı
vardır. O dönem İstanbul’da öyle bir yer yoktu; çok tutuldu. Dönemin tüm
ünlüleri bize gelmeye başladılar, Zeki Müren’den Hülya Koçyiğit’e, Kadir
İnanır’dan Engin Çağlar’a dek, şu an adlarını hatırlayamadığım tüm sanatçılar
bizle çalışmıştır.
• Nasıl bir
meslekti portre fotoğrafçılığı?
Sahne
sanatçılarını tatmin edecek fotoğraf çekmek çok zordur. Mükemmel sonuca
ulaşabilmek için çok fazla çekmek lazım. Hiç ekonomi kabul etmezdi o iş. Şimdi
dijital var, yüz tane fotoğraf çekip bakıyorlar. Eh, elbette bir-iki tanesi iyi
çıkıyor sonuçta. Bizim böyle bir avantajımız yoktu. Çok iyi rötuş yapmak
lazımdı. Bir de, herkesin ayrıayrı kaprisleri var. Müşteri stüdyoya gelir, daha
fotoğraf çekilmeden başlar, “zaten saçım da kötü, iyi çıkmaz bu resim ama sen
yine de bir dene bakalım, nasıl olacak” der. Yani daha başında, fotoğraf
çekilmeden beğenmemiştir aslında; şartlanmıştır kötü çıkacağına. Ama iyi sonuç
aldın mı parası da o derecede iyi geliyordu. Birçoğu bizim sunduğumuz fiyata
hiç bakmazlar, çeki yazıp bırakırlardı. Çok dolgun olurdu karşılığı.
• Stüdyo sadece bu
işle mi dönüyordu?
Hayır, hiçbir
dönem Yeşilçam’la sınırlı kalmadım. Diğer taraftan sanayi fotoğrafçılığı da
yapıyordum. Bu, çok daha büyük teknikler gerektiren bir konudur. Singer’den,
Electrolux’ten, Arçelik’e kadar birçok firmanın görsel malzemelerini ben
hazırlamaya başladım. Akıl almaz paralar kazandık o dönem. İçerisinde
bulunduğum stüdyonun iki katını da satın aldım. Birçok işin Türkiye’deki ilk
örneği bizdeydi, bu nedenle herkes bize gelmeye başladı. Mesela ilk dia pozitif
filmleri Türkiye’ye ben ithal ettim. Bunun yanında, çok büyük bir elektronik
malzeme donanımımız vardı.
• İşin laboratuvar
alanındaki gelişimiyle de ilgiliydiniz o halde…
Benim asıl alanım
laboratuvardır zaten. Stüdyonun fark yaratan en önemli özelliği laboratuvar
teknikleriydi. Bütün malı Avrupa’dan ithal ediyordum, bir aldık mı kamyonla
alıyorduk. İç piyasaya neredeyse hiç çalışmadım. Fransa’da gördüğüm laboratuvar
eğitiminden dolayı kimyasalların çok büyük bir bölümünü kendim üretebiliyordum.
Bu, o dönem için mucizevi bir şeydi ve kimsenin kalkışabileceği bir iş değildi.
O dönemler biraz da “neden bu adam bizden hiç mal almıyor?” diye husumet
başlamıştı. Ama ithalatçı belgem vardı, sanayici kotasından getiriyordum malı.
İç piyasayla çalışmama gerek yoktu, zaten benim ihtiyaçlarımı karşılayacak
malzeme yoktu iç piyasada. Dönemin en iyi rötuşçuları benle çalışırdı o yıllar,
çünkü en iyi imkânları ben sağlardım. Sinema filmleri basan makineye kadar her
türlü donanımı fevkalade biçimde İstanbul’a taşımıştık.
• Şimdiki sürece
uzanan düşüş dönemi nasıl başladı?
Sonrasında işler
gitgide karışmaya başladı. Çalışanlar işi suistimal ettiler. Ben Fransa’daki çalışma
ahlakı ve güvenini buraya taşımaya özen gösterdim, ancak olmadı. Hırsızlıktan
tutun da dolandırıcılığa kadar her türlü problem kendi çalışanlarımdan gelmeye
başladı. Atölyede güven, huzur bırakmadılar. Ben çalışanlarıma çok özen
gösterirdim ve çok alçakgönüllü davranırdım. Sert olmak gerekiyordu belki de, bilemiyorum.
İşin ucunu kaybettiniz mi, hele ki bu büyük bir iş ise, sonra yakalamanız çok
zor oluyor. Borçlulardan alacaklarımın hiçbirini toplayamaz hale geldim. Tehdit
edip zorla para isteyen bile oldu. Umulmadık dertler açıldı başımıza.
• Ne kadar sürdü
bu?
1984’e kadar
direndim. Şöyle bir piyasa idi: zenginseniz kimse size dokunmuyor ama biraz
olsun sendelediğinizi gördüler mi herkes yakanıza yapışıyor. Kıskançlık vardı.
O dönem Beyoğlu’nda neyim varsa yok pahasına satmak zorunda kaldım. Bir dönem Şişli’de
yeniden başladım ama yine olmadı. Mafyasından tutun da tefecisine, yalancısına
kadar herkes bizi buldu. O sırada birkaç fotoğraf işine daha girip kurtarmaya
çalıştım ama, yok... Sonra da ardı ardına ihtilaller geldi zaten. İş falan
kalmadı ülkede, yaşanan onca kıtlığın içerisinde kim ne yapsın fotoğrafı… 90’lı
yıllarda işin içine bilgisayar teknolojisi girince fotoğrafçılık da bitti,
nostalji olup kaldı bizim stüdyolar. Tüm zenginlik, servet uçup gitmişti o
karmaşada. Düşündükçe kendim bile inanamıyorum yaşananlara…
• Ermeni olmanızın
payı var mıydı sizce bu süreçte?
Elbette vardı.
Eğer benim fotoğraf alanında Türkiye’ye sağladığım faydayı bir başkası sağlamış
olsa idi, reisi cumhurdan plaketler, madalyalar alırdı. Bizi kimse görmek
istemedi. Diğer taraftan, piyasada da dışlanıyorduk. Büyük bir kıskançlık
yaratıyordu bizim ilerlememiz. Buradaki fotoğrafçıların dünya ile hiçbir bağı
yokken bizim atölyeye dünyada hangi ay hangi fotoğraf mecmuası yayımlanmış ise
aynı hafta ulaşırdı. Fotoğrafta Avrupa modasını takip ederdik. Müşteriye Avrupa
baskısı fotoğraf verirdik, onlar da bizleri kopya ederlerdi. Yerimize geçmek
isteyen çok oldu elbette.
• Peki, kimse yok
muydu? Cemaatten ya da yakınlarınızdan hiç mi destek alamadınız?
Kimsem yok, hiç
evlenmedim. Ailemizin son çocuğundan 16 sene sonra dünyaya gelmişim ben,
aramızda büyük yaş farkı vardı. En küçük bendim, uzun seneler önce de ailemden
herkesi kaybettim. Fotoğrafları kaldı. Mesela iki Ağavni vardı, ikisi de
sanatçıydı. Büyük Ağavni tiyatro tarihinde çok önemlidir. Küçük Ağavni ise şair
ve sahne sanatçısıydı. Türkiye tiyatrolarının baş rejisörü Kani Kıpçak
eniştemdi. Akrabalarımın bazıları hâlâ hayatta ama bilemiyorum şimdi neredeler.
Kimseye yük olmak istemedim aslında, işin aslı bu. Balıklı Ermeni Mezarlığı’nda,
tapusu bende olan büyük bir aile mezarlığımız var. Geçenlerde mezarlığın
resmini çektim. Zamanında hepimiz için yer almışlar oradan, bana bir şey olursa
en azından gömüleceğim yer bilinsin diye fotoğrafları birkaç tanıdığa bıraktım.
Bir de ilan için para bırakacağım, ölünce ilan koysunlar gazeteye...
• Biraz daha
eskiye dönersek, her şeyi kaybetmeye başladığınız dönem yaşamınızı nasıl idame
ettirdiniz?
Sürekli olarak yer
değiştirdim. Ermeni Katolik Kilisesi’nin yanında vakfa ait bir bina vardı,
bizim Hacı Abdullah’ın sırasında. Bana oradan bir oda verdiler, ama bina öyle
eski ki, cam yok, camı taksam çerçeve dökülüyor. Elli senelik arşivimin en
değerli parçaları o dönemde ıslandı, çalındı ya da fareler yedi. Mahvolup
gitti. Çatı öylesine akıyordu ki tamire imkân yok; bende de tümünü değiştirecek
para yok... Sonra zaten binayı pavyon işleten bir zorbaya kiraya verdiler.
Kapımı kırdılar, neyim var neyim yok sokağa attılar. O dönemler Matmazel Maya
yetişti imdadıma.
• Matmazel Maya
hayatınızın bu evresinde önemli bir yere sahip bildiğim kadarıyla.
Matmazel Maya ile
elli sene evvel tanıştık, ben hâlâ “matmazel” olarak hitap ederim ona. O
dönemler İstanbul’da İsviçre sefirinin yanında sekreterdi. İsviçre’ye
yerleştikten sonra İstanbul’la bağlarını koparmadı. Birkaç sene üst üste gelip
beni bulamayınca endişeleniyor ve en sonunda bana ulaşıyor. Vaziyetim berbat,
hem yaşlılık hem iflaslarla mücadele edemiyordum… Hiçbir düzenli gelirim
kalmadığı için bana kendi cebinden bir miktar para bağladı. İşte o para ile
yaşıyorum. Geçmişte ustaları olduğum bazı fotoğrafçı yakınlarımdan da yardımlar
gördüm. Alman Hastanesi ve Gümüşsuyu’nun oradaki evleri kaybettim.
Tarlabaşı’nda bir bodrum katına taşındım; orası da olmadı, sonrasında çok kez
adres değiştirmek zorunda kaldım. Her adres değiştirmede bir şeyleri daha
taşıyamaz hale geldim, bırakmak zorunda kaldım. Harika kedilerim vardı mesela.
Çok akıllı kedilerdi, son süreçte onları da bıraktım…
• Böyle bir
sürecin travmasını nasıl atlatabildiniz?
İlk başta çok şaşkındım.
Öylesine şaşkındım ki gündelik hayatımı dahi kontrol edemiyordum. Kafam
karmakarışık, kalakaldım. Hiçbir şey yapamıyordum, çünkü ne yapacağınızı
bilemiyorsunuz… Benim yerimde bir başkası olsa idi muhtemelen intihar ederdi.
Ama inat ettim ve hayata asıldım. Yaşamım boyunca hiç alkol, sigara
kullanmadım, bunun faydasını şimdi görüyorum. Çok dürüst çalışırdım, kimsenin
hatırını kırmadan, bozmadan, kötülük yapmadan. Dostum İbrahim Zaman çok iyi bir
insandır. Ondan da maddi manevi büyük destek gördüm o dönem.
• Şimdilerde
günleriniz nasıl geçiyor?
Ayazağa köyü diye
bir yerde yaşıyorum. Burası benim olmam gereken eski muhitimden çok uzak bir
yer. Gecekonduları yıkılan insanlar için bir site yapmışlar buraya. Bu sitenin
kapıcı dairesi var giriş katında. İşte orayı ben kiraladım. Kiradan kalan para
ile zor bela faturalarımı ödeyebiliyorum ve Beyoğlu’na gelip gidiyorum.
Satranca çok büyük ilgim vardır. Çoğunlukla satranç kulübünde zaman
geçiriyorum. Artık pek oynayamıyorum ama oradaki oyuncuların, oyun esnasında
fotoğraflarını çekiyorum. Sonra o fotoğrafları bastırıp masanın üzerine
diziyorum. Bir kartpostal bir lira. Kimisi almıyor, kimisi peşin alıyor, kimisi
alıp “sonra veririm” deyip gidiyor. Yani hayat, peygamber pazarı işte…
(Bu
söyleşi, 29 Şubat 2008 tarihinde Agos’ta yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder