Modern zamanlar efsanesi; Stüdyo Osep
Yeşilçam’ın efsane stüdyo
ve set fotoğrafçısı Osep Minasoğlu, bir süredir yaşamını sürdürdüğü Bomonti -
Petites Soeurs Bakımevi’nde 86 yaşında hayata gözlerini yumdu. Stüdyo
fotoğrafçılığının duayeni Minasoğlu ile çok özel bir gönül bağı kuran Tayfun
Serttaş, onun kişisel tarihini ve arşivini en iyi bilen isim olarak, son
yıllarda onun değerinin anlaşılmasına vesile oldu. Serttaş ile, sanatçının
üretimleri ve sahip olduğu farklı kimlikler üzerine konuştuk.
Yeşilçam’ın efsane stüdyo ve set fotoğrafçısı Osep Minasoğlu, 6 Ağustos
sabahı, bir süredir yaşamını sürdürdüğü Bomonti - Petites Soeurs Bakımevi’nde
86 yaşında hayata gözlerini yumdu. Osep Minasoğlu’nun İstanbul’un yakın
tarihine en önemli armağanı olan Stüdyo Osep, 2009’da, sanatçı, yazar ve sosyal
bilimci Tayfun Serttaş’ın bir sergisine konu olmuştu. Sergiye paralel olarak,
stüdyo ile aynı ismi taşıyan bir kitap da Aras Yayıncılık tarafından
yayımlanmıştı. Stüdyo fotoğrafçılığının duayeni Minasoğlu ile çok özel bir
gönül bağı kuran Tayfun Serttaş, onun kişisel tarihini ve arşivini en iyi bilen
isim olarak, son yıllarda onun değerinin anlaşılmasına vesile oldu. Serttaş
ile, Stüdyo Osep, sanatçının üretimleri ve sahip olduğu farklı kimlikler
üzerine konuştuk.
Zeynep Ekim Elbaşı
Stüdyo Osep’in, dönemin diğer stüdyolarından farkı neydi?
Stüdyo fotoğrafında
beyaz yılların başlangıcı oldu Osep Minasoğlu. Tüm fotoğrafçıların yere halı
serip, berjer koltukta, palmiye yaprakları, kadife perdeler arasında fotoğraf
çektiği bir dönemde, o ‘white cube’ (beyaz küp; Brain O'doherty'nin ‘Inside the
white cube’ adlı eserinde 20.yüzyılın sanat mekânlarını tasvir etmek için
kullandığı tanım. ) kullanıyordu. 1960’lardan bahsediyorum...
Fotoğraflarında
yerli yersiz dekorasyon objelerine kesinlikle yer vermiyor, doğrudan
fotoğraflanan kişinin beden pozisyonuna odaklanıyordu. Çok performatif, dönemi
için şaşkınlık uyandıracak kadar steril bir fon, olağanüstü ışık tercihleri ve
bu fonun önünde yaratılan sıradışı mizansenler; şapkadan çıkan tavşanlar, ipte yürüyenler,
birbirine ayak masajı yapanlar... Bunların hepsi stüdyoda gerçekleşiyordu ve
bir önceki dönemde olanın aksine, etki, dekorasyon aracılığıyla yaratılmıyordu.
Dönem
fotoğraflarında insanlardan çok dekoru izlersiniz. Dekorun birer parçası gibi
konumlanır insanlar; hatta mizansene o kadar saksı gibi dahil olurlar ki, bazen
onları dekordan ayırmak için büyüteçle bakmanız gerekebilir. Bu da bir tavır,
küçümsemiyorum. Fakat Osep’te durum tam tersidir. Klasik fotoğrafta beden
fotoğraf çektirilirken durmakla yükümlüdür, durur ve bakar. Osep’te ise hareket
ederler, tüm bedenler hareket halindedir ve o en doğru hareketi yakalar.
Fotoğraflarını 8-10 metre uzaktan tele objektiflerle çekiyordu;
“Kamerayla insanların burnunun dibine girilerek fotoğraf çekilmez, gerilirler,
ve bu gerilim yüzlerine yansır, kameranın orada olduğunu onlara unutturmak
zorundayım” derdi. Olağanüstü bir hassasiyet yatıyor bunun altında. Başarısının
sırrı mesafeydi, o daima en doğru mesafede durmasını bildi.
Her müşteriyle böyle bir üretim sürecine girmek pek kolay olmasa
gerek...
Stüdyo Osep
demografik bir stüdyo değildi, oraya giden insanlar zaten aile fotoğrafları
çektirmek için gitmiyorlardı. Koca stüdyo arşivinden bir tane olsun düğün
fotoğrafı çıkmadı, çünkü hiç çekmemiş, böyle talepleri kibarca reddetmiş. Aynı
zamanda set fotoğrafçılığı yaptığı için, başta Yeşilçam olmak üzere, sahne ve
şov dünyası ile çalışıyordu. Müşterileriyle arkadaştı, onlarla saatler, bazen
günler geçiriyor, hepsini havaya sokuyor, ve bir biçimde en etkili kareyi
yakalıyordu.
1960-80 arası, sinemanın altın yılları olmasının yanında, köyden kente
göçün tavan yaptığı, derin bir sosyolojik geçiş dönemi İstanbul için. Bugün çok
önemli simalar haline gelen yıldızların gençlik fotoğrafları var Osep’in
arşivinde, fakat bir o kadar, aynı amaçla yola çıkıp, kaybolup gidenlerin
fotoğrafları da var. Bugün daha kolay analiz edebildiğimiz o efsanevi tarihin
iki farklı katmanı...
Sizce kendisi o yıllarda ne kadar önemli bir sürece tanıklık ettiğinin
farkında mıydı?
Yaptığının teknik olarak ne denli önemli bir iş olduğunun daima
farkındaydı. Ancak, bunun sosyolojik zeminini çözümlemek Osep Minasoğlu’nun
sorumluluğu değil. Bugün aynı fotoğraflara tarihçiler, sosyologlar,
antropologlar baktığında Osep’in üretimi yeni anlamlar kazanıyor. Fotoğraf
daima tüm diğer disiplinlerle ilişki halindedir, yalnızca belgeleyici
sorumluluğu ile dahi, eninde sonunda buna mecbur kalır.
Sözünü ettiğiniz teknik farkındalık neleri kapsıyor?
Osep, sahip olduğu teknik altyapıyı kendi başına keşfetmedi, Paris’te
öğrendi ve orada öğrendiklerini aynen burada uygulamaya koyuldu. Paris, dönemi
için çok kilit bir şehir, çünkü o yıllarda modanın başkenti. Modanın sanata
yegâne katkısı, ‘moda fotoğrafı’ dediğimiz, fotoğraf sanatı içinde de bağımsız bir
alanın ortaya çıkmasıdır. Bugün daha basit biçimde ‘styling’ dediğimiz
imajların en çarpıcı örnekleri Paris’te üretiliyordu o yıllarda. Osep’in bundan
etkilenmemiş olması düşünülemez. İstanbul’un en ‘parisienne’ stüdyosuydu Osep,
ve ‘parisienne’, o zamanlar öncelikle modayı çağrıştırıyordu.
Peki, bu fotoğraflar kimin için üretiliyordu?
Elbette Yeşilçam
için, ama daha da önemlisi, İstanbul’un doğusu, Anadolu için üretiliyordu.
Fotoromanlar aracılığıyla fotoğraflar Anadolu’da dolaşıma giriyordu. Fotoğrafın
modernizme en büyük katkısı, insanlara artık ‘kimin gibi olmaları gerektiğini’
göstermesi oldu. Nasıl giyinmeleri, saçlarını ne şekilde modellemeleri, hangi
aksesuarları kullanmaları gerektiğini fotoğraflar aracılığıyla takip
ediyorlardı. Kültürel kimlik kodları fotoğraflar aracılığıyla paylaşılıyordu.
Türkiye’de bir kuşak bu fotoğraflara bakarak yaşadı gençliğini, ve onlar daima
bu fotoğraflardaki modeller gibi görünmeyi arzuladılar. Yalnızca Türkiye değil,
dünyada da bu böyle oldu. Böylelikle ikonlar oluştu.
Osep Minasoğlu,
fotoğrafçılığının yanı sıra, mensup olduğu kimlikler ve bu kimlikleri bir arada
yaşama deneyimiyle de çok özel bir figür. Sizce onun bireysel tarihine nasıl
yaklaşmak gerekiyor?
Yuvarlak laflar
etmek istemiyorum. Yani, Ermeni’ydi, gay’di, ateistti, ötekinin ötekisiydi
değil mesele. Her şeyden önce çok önemli bir sanatçıydı Osep Minasoğlu, ve bu
ülkede sanatçı olmak, çemberin dışına itilmek için yeterli olabilen bir etken.
Konunun kimlik boyutuna gelince; ‘Paris is Burning’ (Paris Yanıyor) çekileli
otuz yıl olacak neredeyse, yani ‘zenci, HIV pozitif ve gay’, evet, çok önemli
ama bizler artık New York’un 80’lerinde modası geçmiş bir söylemin arkasından
tempo tutamayız.
Bugün biz bu
söylemin üzerine ne koyabiliyoruz, bu insanların üretimlerine ve hayat
deneyimlerine hangi ölçekten yaklaşabiliyoruz? Aslolan bu. Mensup olduğunuz
bazı kimlikler, mensup olduğunuz ve sahiplenmeniz beklenen bazı diğer
kimliklerinizden, beklenenin aksine, uzaklaşmanıza yol açabilir. Kimse verili
kimliklerinin tümünü sahiplenmek durumunda değil. Benzer bir şey benim için de
geçerli. Politik olarak benden beklenen (arzulanan) bazı söylemleri
sahiplenmiyorum, bunları sahiplenmemek için başka geçerli sebeplerim var çünkü.
Osep Minasoğlu’na
biraz bu perspektiften yaklaşırsak rahatlarız. O aynı zamanda kendisine
atfedilen kimliklerin tümünü taşımakla yükümlü olabilir, doğrudur, ancak
hiçbirini taşımakla yükümlü de değildir bir taraftan. Böyle bir sorumluluğu yok
çünkü, böyle bir sorumluluk hissettmiyordu zaten. Hiyerarşinin başında onun
sanatçı kimliği var benim için, bahsi geçen tüm diğer etmenler çok gerilerden
geliyor.
Onun umrunda olan tek şey fotoğraftı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder