28 Temmuz 2024 Pazar

Is this France?

 











Uzak sayılmayacak bir tarihe kadar ‘Batı Dünyası’nın gösteri fenomenlerinden biri olan Freak Show’ların yasaklanmasının temel bir hukuki gerekçesi vardı; insanları varoluşlarından dolayı sergilemenin ve gösteri nesnesi haline getirmenin’ artık suç sayılması. Aktörleri engellilerden, cücelerden, anomalilerden, devlerden, sakallı kadınlardan, obezlerden vb. meydana gelen Ucube Şovları 21. yy ile birlikte tamamen yasaklandı. 


Bu endüstrinin bir diğer ayağı ‘İnsan Bahçeleriydi’. Kolonyalizm ile birlikte aynen hayvanat bahçelerinde olduğu gibi insanların farklı morfolojik özellikleri sebebiyle (ten rengi, kalça büyüklüğü, boy kısalığı, göz formu, iskelet yapıları vb.) Avrupa’ya taşınıp kafesler içerisinde kamusal alanlarda sergilenmesi bir norm halini almıştı. Vaktiyle üzerinden milyonlar kazanılan bu iki endüstri üzerine çokça paylaşım yapıldığı için meraklılarını araştırmaya davet ederek 2024 Paris Olimpiyatlarına odaklanmak isterim. 

Modern Amerikan kültürünün ‘nostaljileri’ arasında sayılabilecek Woke Kültürü aslında Fransa’da doğmadı. Bir Amerikan fenomeni olarak doğdu. Kuşkusuz hiçbir zaman ‘Freak Show’ ya da ‘İnsan Bahçeleri’ düzeyinde bir egzotizm içermedi, son derece progresif bir iç ses, bir alt kültürün kendi temsil kodlarını tanımlanması olarak okundu, ortaya çıktığı yıllar için... LGBT+ topluluğu bu gösterileri öncelikle birbirlerine izletmek üzere hazırladı, parodiler ve ironiler birbirlerine yönelikti, bundan ancak yıllar sonra toplumun diğer kesimleri bu şovlara dahil oldu. Peki aynı gösteriyi alıp ana akım kanallar aracılığıyla 2024 Paris Olimpiyatları’nda bir buçuk milyar insana aynı anda izletirseniz ne olur? 

Hayli eski bir kültür aslında Woke, demode olduğu kadar bir yanıyla nostaljik bile sayılabilir... Öncelikle bunun gözümüze çok ilerici “Yüksek Sanat” gibi sokulmasını bilemedim. Diğer yandan bir alt-kültür özünde underground, ana akıma dönüştürüldüğünde ortaya çıkan iticiliği kestiremedim. Açılış töreni, mekânsal ve zamansal bağlamından tamamen kopartılmış, bir devletin resmi temsilinde araçsallaşmış, ve hatta ‘Son Akşam Yemeği’ gibi klişelerle adeta karikatürize edilmiş izlenimi yarattı.    

Bu kitsch sahnenin, 2024 yılında Paris Olimpiyatlarına taşınması ise Batı Dünyası’nın uzun zamandır pek bir ‘kültür’ üretemediğini kanıtlıyor gibi... Belki de burada asıl sorgulanması gereken, Avrupa’nın tıkanmış kültür endüstrisi olmalı. 

Benim Fransam hala biraz Gilles Deleuze, biraz Jean-Paul Sartre, biraz Simone de Beauvoir, biraz Roland Barthes... Bir progresif kültürden bahsedeceksek şayet, bunu kendi entelektüel geleneği içerisinde hala harikulade üretme olanaklarına sahip bir komün. Üstelik LGBT+ hakları konusunda kendini kanıtlaması gereken bir ülke olduğunu hiç sanmıyorum. Diğer yandan Fransa uzunca zamandır zaten biraz Amerika, yalnızca gündelik yaşam eğilimleri değil, kültürel anlamda da bir ‘uydu’ görünümünde. Alt kültürlerin bile Amerika'dan ithal edildiği, insanların ne kadar 'Amerikalı' hissettiklerini kanıtlamaya çalıştıkları bir yere dönüşüyor.  

Son derece haklı sosyo-politik sebeplerle benim yakın çevrem %99.9 oranında dünkü gösteriyi ayakta alkışlama, savunma ve yüceltme eğiliminde. 1936 Nazi Olimpiyatlarına kadar giden, sanat tarihinde daima hararetle tartışılmış bir temsil problematiğinin son halkası olarak okumak da çok elzem. Ancak meseleye biraz mesafelendiğimde ben aynı motivasyonu hissedemedim. Böylesine ciddi bir temsilde Son Akşam Yemeği’ne kadar düşülmesi bir yana, (ki sanıyorum artık bu eser ile ilgili üretilmemiş klişe yoktur ve olimpiyatların din eleştirisi ile ilgisi yoktur) velev ki gösteri harikuladeydi, şahaneydi, en iyisiydi; Freak Show nerede biter(?), Woke nerede başlar(?) sorusu baki. 

LGBT+ partisinde Woke yapmakla, olimpiyat sahnesine Woke koymak arasında bir nüans farklı var. Şov ve izleyici arasında bu kez başka parametreler var. Bu parametreden payımıza düşen, sansasyon mudur(?) yoksa hayli zor bir eşiğin akılcılıkla aşılması mıdır(?) sanıyorum tartışmanın ana ekseni olmalı.   

Tartışmaya çok değer bir konu olduğu için. 


27 Temmuz 2024 Cumartesi

Bir ‘Utopia Station’ olarak; Arkhe Projesi

 


Modern zamanların gelmiş geçmiş en kuvvetli bienallerinden Venedik Bienali’nin 50. edisyonu, 2003 yılındaki kontekstini ‘Utopia Station’ (Ütopya İstasyonu) olarak belirler. Buckminster Fuller "günümüz dünyası ütopyadan daha azı için çok tehlikeli" demiştir bir defa... Ütopya kaşiflerinin kurduğu istasyonlar bir duraklama noktasından fazlası değildir. Durup bakılacak, konuşulacak, tartışılacak, yeni güzergahlar ve rotalar belirlenecek en doğru adrestir istasyon. 

Buluşmalar/ayrılışlar/kavuşmalar/kopuşlar aynı zamansal ve mekansal düzlemde gerçekleşir. Hayli çetrefilli bir geçmişte sayısız sabit ideolojiye bürünen ütopyanın kendisi, önce bir katalizör haline gelmek veya her zaman olduğu gibi hiçbir yer olmamak, daha iyi bir gelecek için bir umut olmak üzere gevşetilecektir. 

Her biri kendi içinde ayrı birer istasyon niteliği taşıyan Osep Minasoğlu ve Maryam Şahinyan arşivleri üzerine, basit bir sebeple uzun süredir konuşmadım. Bir işi bir tarihte iyi yaptığınıza eminseniz, - bu bir konser, sergi veyahut spor müsabakası olabilir - ve ilerleyen yıllarda daha iyisini yapamayacaksanız, hiç yapmamayı yeğlersiniz. Hatta engellersiniz. Bu yüzdendir ki kreatiflerin büyük bölümü, işlerini en iyi yaptıkları pik tarihlerde saplantılı yaşarlar. Her iki projeyi de sessize almamdaki motivasyon, aynı fiziksel ve teknolojik imkanların (mekan, prodüksiyon, sunum, bütçe vs.) yakın bir zamanda bir araya gelemeyeceğine dair önyargımdı. 

20-28 Temmuz tarihleri arasında Arkhe’de gerçekleşen ‘Maryam Şahinyan Fotoğraf Kampı’ bu önyargının kırıldığı yer oldu, cırcır böcekleri arasında, hayli zaman sonra kendimi ilk kez kendi istasyonlarımda duraklarken buldum. 

Bu süre boyunca Arkhe’yi bir alternatif eğitim kurumu gibi değil, Venedik Bienali’nin 50. edisyonunu dolaşır gibi dolaşıp izlemek de gerek. Küçük yapılar, modeller, duvarlar, asimetrik merdivenler, volta tavanlar, replikalar, asma katlar, çekme katlar, taş yapıların duvar ayrıntılarına tuğlalarla işlenmiş hayat ağacı ve güneş kursları, yarım bırakılmış heykeller, tamamlanmış heykeller arasında yaşayan bir performans alanı, cıvıltı, devasa bir sinema perdesi, kot farkları, Ortaçağ kuleleri, yanı başınızda bir kabare, ziyadesiyle bolluk bereket, kaya mezarı, dehaz devrimi...(?) En son Gezi Parkı’nda bıraktığımız; gündelik hayatın, sanatın bir adım ötesine geçtiği, ve hatta sanatın bazı durumlarda gerçek hayatın hayli gerisine düştüğü türden bir deneyim. Gerçek bir istasyon. 

Modern kentlerin kapıları havalimanlarıdır. Bir önceki tarihin kent kapılarından farklı olarak sivildir ve rastlantısallığa dayanır. Civarında imar bile bulunmayan 350 rakımda çam ormanları arasında bir ‘kent kapısıyla’ aynı karşılaşmaları ve rastlantısallığı kurgulamak ise bizim bildiğimiz anlamda alternatif eğitim kurumlarını aşar, o kapıdan girdiğiniz andan itibaren sizi Frankfurt Okulu’na götürür, dönüştürür. Arkhe’nin asıl mucizesi, sürekliliği sindirmesinde yatıyor. Atalardan miras, ve hatta yanı başındaki Efes Okulu’nun kalıntılarına uzanan bir sürekliliğin sağduyu ile güncellenmesi.  

Zamanı geriye almak gibi bir olasılık yok, 2003 yılındaki 50. Venedik Bienali edisyonu bir daha gerçekleşmeyecek. Ütopya İstasyonları ise varlıklarını türlü yaklaşımlarla sürdürmeye devam edecek. 

Yaz ayları boyunca Ege Kıyılarını basan tek tip kalabalıklardan boğulursanız rotanızı yükseklere çevirin. Selçuk’un bu serin dağlarında, Türkiye’de bir arada bulmanız pek muhtemel olmayan insanlar tanıyacaksınız. Dâhilerden şamanlara, materyalistlerden ezoteriklere, şifacılardan matematikçilere, sanatçılardan dervişlere, sosyal bilimcilerden simyacılara, felsefecilerden bilişimcilere uzanan bir yolculuğun aktörleriyle aynı jestlerde buluşacaksınız. Yegane ortak noktaları ‘azim’ olan bu insanların hikayelerinden, kendi hikayenize sağlayacağınız katkının toplamı; ARKHE.  

Bana kalırsa günübirlik bir ziyaretle yetinmeyin. Mümkünse kendinize harikulade programlardan birini seçip bütün haftayı Arkhe’de geçirin. Üstelik bu ‘rizomatik’ bir öğrenme modeli. 
Dağınık ve karışık varlıklar gibi görünmesine karşın rizomlar, kendi aralarında bağlantılıdır ve hiyerarşik gelişme göstermezler. Rizomatik öğrenme ağaçsı düşüncenin; ağaçsı düşünce ise rizom düşüncesinin anti-tezi gibi okunabilir. Formel eğitim kurumlarının sunduğu ağaçsı düşünce hiyerarşik, tabakalı, sınıflara ayrılmış bütünleri temsil ederken, rizomatik düşünce hiyerarşik olmayan yatay düzlemdeki çokluğu ve çeşitliliği temsil etme eğilimdedir. 

Arkhe’nin sunduğu çoğulcu düşünme pratiği, arka planda hangi disipline dayandığınızdan bağımsız olarak, size mütevazi sayılamayacak bir istasyonun kapılarını aralayacak. Ben eve döndüğünüzde aldığınız dersten çok daha fazlasını ‘öğreneceğinize’ garanti ederim.

İyi ki varsın Arkhe.  



12 Kasım 2022 Cumartesi

"Remedy for the Soul" @ Vision Art Platform


Vision Art Platform'un Artweeks Akaretler'e paralel yeni karma sergisi "Remedy for the Soul", 2-13 Kasım 2022 tarihleri arasında Akaretler No:35'teki binasında ziyaret edilebilir. Galeri binasının 3 katına yayılan sergi, 13 Kasım'a kadar her gün 11.00-20.00 saatleri arasında açık.   





"Remedy for the Soul" @ Artweeks Akaretler



"Anomaly" | 2015

mixed media, ∅ 30x40 cm 

species: Capra aegagrus hircus 

___





3 Kasım 2022 Perşembe

"Remedy for the Soul" @ Vision Art Platform




"Remedy for the Soul" 
@ Vision Art Platform 
2-12.11.2022
Artweeks Akaretler 

 

17 Haziran 2022 Cuma

"Sanatçı Sohbetleri: Tayfun Serttaş" / Uğur Ugan @OGGUSTO

 Sanatçı Sohbetleri: Tayfun Serttaş 

"145 yıl sonra Dr. Abdullah Bey’e ait Doğa Tarihi Müzesi’ni Bursa’da sergileyen sanatçı Tayfun Serttaş ile müzenin hikâyesini antropolojiden yakın tarihe kadar tüm yönleriyle ele aldık." 

 

by Uğur Ugan,



Haber kaynağına ulaşmak için TIKLAYIN

Nilüfer Belediyesi'nin altı farklı mekânda, 27 sanatçının çalışmalarına yer veren; "Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları” adlı sergisi sanatseverlerle buluştu. Yekhan Pınarlıgil küratörlüğünde her mekânın atmosferine uygun bir şekilde kurgulanan sergi şehrin kültürel kimliği, tarihi, dönüşümü ve geleceği ile diyaloğa geçen lokasyonlarda mekân ve sanat arasında güçlü ilişkiler kurmayı amaçlıyor.

 

İzleyicilere birbirinden bağımsız atmosfer yaratmayı başaran mekânlar farklı disiplinlerdeki sanatçılar için eserlerini sergileyebilecekleri bir olanak sunuyor. 14 Mayıs – 31 Temmuz tarihleri arasında görülebilecek grup sergisinin en dikkat çekici çalışmalarından biri ise Nâzım Hikmet Kültürevi’nde sergilenen sanatçı Tayfun Serttaş’ın “Doğa Tarihi Müzesi” adlı sergisi.  

 

Post – kolonyalizm ve sanat antropolojisi konularında üretimler veren Serttaş çalışmalarında sosyal bilimler ve disiplinlerarası sanat metodolojilerinden yararlanarak kendi diliyle bir yakın tarih anlatısı sunuyor. Uzmanlık alanı olan antropolojiden referansla sanatsal bir estetikle ekolojik formların sergilendiği çalışma çarpıcı bir görsel sunum sağlıyor. Doğa – özne perspektifinden hareketle ortaya çıkan çalışma izleyenlere doğa için yeniden bir keşfin kapılarını açıyor.

 

145 yıl sonra sanatçı Tayfun Serttaş’ın kısmen bugüne ulaşan bir dizi kurumsal dokümana dayandırarak araştırmaları sonucu oluşturulan Doğa Tarihi Müzesi “Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople” adıyla yeniden izleyicilerinin karşısına çıkıyor. 1871 senesinde Dr. Abdullah Bey’in (1800 Viyana - 1874 İstanbul) girişimleriyle Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane (bugünkü Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü) bünyesinde kurulan Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk doğa tarihi müzesi ile ilgili Tayfun Serttaş sorularımızı yanıtladı.

 

Doğa tarihi müzesinin kuruluş hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz? 

 

Mektebi Tıbbiye-i Şahane, Osmanlı’nın o günkü ikonik okullarından biri. Aynı zamanda Cumhuriyet devriminin ve aydınlanmasının ilk jenerasyonunu yetiştiren okul. Aslında Cumhuriyet’i kuran çocuklar buna benzer okullardan çıktılar. O tarihlerde Fransız aydınlanmasına daha yakın bir aydınlanmacı fikir önem taşıyordu. Biz Osmanlı batılılaşmasını genelde mimariden, sanattan, müzikten ve buna benzer şeylerden okumaktan yanayız. Bunun yanı sıra bilimsel alanda da çok ciddi bir dönüşüm vardı o günlerde de. Doktor Abdullah Bey, Viyana ayaklanmasından kaçıp Osmanlı’ya sığındıktan sonra bir natüralist olarak ilk başta kendi işini yapamasa da zaman içinde kendi işini yapabilmek adına çeşitli olanaklar talep etti ve bu olanaklar ona sunuldu. İlk müzenin yeri bugünkü Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü’dür. Orası Askeri Tıbbıye-i Şahane’ydi. İlk anatomi deneyleri, ilk modern anlamda tıp, matematik gibi derslerin yanı sıra sanat da burada okutulmaya başlandı. İlk ciddi koleksiyon bir müze anlamında burada kamuya açıldı. 1871’de o günkü tam adıyla “Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople” adıyla açıldı.


Kurumsallaşmış anlamda böylesi ciddi bir konunun resmi makamlar tarafından desteklenmemiş ve kapsamlı bir çalışma yapılmamış olmasını neye bağlıyorsunuz? Bir göz ardı etme durumu mu var yoksa bununla ilgili bir geleneğin olmaması mı altında yatıyor? Sizce neden?


Modernizmin üzerine bilimsel alandan değil de başka bir açıdan ele geçirme arzusu diye okuyorum. Buradaki toplum, modernizmi biraz gösterişli unsurlarıyla aldı. İçselleşmiş bir modernizm ve aydınlanan yeni bir ulus, bilimsel teorilerin üzerinden çok sığ ve çok yüzeysel geçti aslında. Sadece tarihi alanda değil, birkaç farklı alanda da bu durum karşımıza çıkıyor. Mimariyi de bir gösteriş ve iktidar unsuru olarak aldı 19’uncu yüzyılda. Kısmen orduyu kuvvetlendirdi, müziği aldı, çeşitli sanatlarda böyle şeyler oldu ama müze kısmı bir şekilde atıl kaldı. Bunun üzerine çok net bir tartışma yapılamadı Türkiye’de ne yazık ki. Neden tercih edilmedi? Aslında edilmiş gibi anlıyoruz. Devrimden sonra da insanlar bu konuya yeterli özeni göstermiyor gibi okuyoruz.


Osmanlı’da kurumsal anlamda bilimsel olarak çalışılmış bir antropoloji envanteri var mı?


Evet var, çalışmışlar. Cumhuriyet döneminde de çalışmışlar, kafatası ölçümleri var. Daha nasyonalizme giden bir antropoloji yaklaşımı var. Osmanlı’da bu çalışmalar kurumlar bazında değil de daha çok padişahın himayesinde oluyor. Onun özel ilgileriyle, hayata bakış açısıyla, yaşamı nasıl algıladığıyla alakalı bir durum. Zaten Tanzimat sonrası son bir modernleşme hamlesi var ki imparatorluk ayakta kalabilsin diye ama olmuyor. Ne kadar samimiydi ne kadar değildi bilemiyoruz tabii. O günlerde padişah himayesinde olsa dahi yapılan şeyler daha sonra bir süreklilik kazanmıyor. Ülke muhtemelen bir kıtlıklar dönemine girdi o dönem. Son 40 yılı çok sıkıntılı. O süreçte müze kuracak halleri yoktu. Arada “karambol”e geldi diye anlıyoruz ama net olarak şu nedenle yapılmadı diyebileceğimiz bir neden yok.


Abdullah Bey’den aldığınız ilhamla 145 yıl sonra sadece kurumsal yazışmalar üzerine nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz ve sizin bu girişiminiz bir ilk mi?


Ben Doktor Abdullah Bey’i ilk başta Türkiye’deki kaynaklarda değil Fransa’daki kaynaklarda keşfettim. Daha sonra buradaki Osmanlı arşivlerinde çalışma yapma imkânım oldu. Kızılay arşivlerinden birkaç şey bulabildim. Çok temel monografilerle ilgili karşılaşma yapılabilecek metinlerdi. Şu an mesela Doktor Abdullah Bey’in wikipedia’sı var, o zaman yoktu. Daha sonra öyle zannediyorum ki birileri ilgilendi sadece ben değil. Ben bu müzeyi yaptıktan sonra açanlar oldu. Saint Joseph’te bir sergi yapıldı.


Sadece yazılı envanter vardı değil mi, görsel bir done yoktu?


Görsel bir iki şey var ama tam emin değiliz onunla ilgili. Bu işin 450 sayfa civarında çok kapsamlı bir kitabı da var ayrıca. Ben onları kitaba da koymadım. Hiçbir zaman basılamadı bu kitap. Çünkü kaynak ve fon yaratılamadı kitap bütçesi için. Ben aslında natüralist ya da doğa bilimci değilim. Benim yaptığım genel verilere ulaşmak. Müzenin bir koleksiyonu var, epey kapsamlı bir koleksiyon. Abdullah Bey hayatının son dönemini bir İttihatçı olarak geçiriyor. Bunlar bir şekilde oradaki imparatorluğu yıkmaya çalışıyorlar. Sanırım onların akıbetleri de çok parlak olmuyor sonra. Abdullah Bey’in bireysel monografileri çok fazla açık kalmıyor. Hâlâ malzeme toplamaya değer bir adam diye düşünüyorum.


“İnsanlık yüzünü doğaya döndü, yukarı bak’ biraz da ‘doğaya bak’ demek.”

Tayfun Serttaş


Bursa’daki “Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları” sergisine nasıl dâhil oldunuz?


Ortaçağ biterken Mendel gibi papazlar bezelyelere baktı, Darwin gibi bilim insanları ispinoz kuşlarına baktı. Aslında insanlık yüzünü doğaya döndü. Doğa bazı şeyler söyledi ve doğadan gelen verilerin ezoterik anlamdaki tahakküm ilkeleriyle uyuşmadığı ortaya çıktı. Doğanın kendi başına yeni bir söylem ve yeni bir tavır geliştirmesi söz konusuydu. Reform ve rönesans hareketlerinde bu tüm dünyaya dalga dalga yansıdı. Bugünkü ulus devletlere kadar bu okumayı devam ettirmek mümkün. Bugün son derece ezoterik, insan gerçekliğine ve doğasına aykırı, Türkiye’deki 200 yıllık modernizm projesine de tezat bir söylem var ortada. Böyle bir ortamda ortaya çıktı bu sergi. Aydınlanma fikrinin sorgulanmasıyla ilgili Yukarı Bak’a da bu bağlamda eklendi. “Yukarı Bak” aslında biraz da doğaya bak demek.


Müzedeki eserler yalnızca Türkiye florasını içermiyor değil mi?


Abdullah Bey’in kendi adını verdiği dört tane hamamböceği türü var. Sanırım Avusturya’ya gidip gelirken orada kendi kariyerini ve bağlantılarını kullanıp getiriyor. Yine Paris’te ona gönderilenler var ama ağırlıklı olarak kullanılan Türkiye coğrafyasından ama şempaze ve aslan  da var.


Onu belirlerken kendince içeriksel bir konsept düşünmüş mü peki?


Kendisi küratif bir yaklaşımda bulunmamış.


Siz peki küratif bir dokunuşta bulunurken tematik olarak nasıl bir yaklaşım belirlediniz?


Benim temam; bugün böyle bir müze olsa hangi fikirlerden yola çıkardım ve nasıl bir “context” içerisinde şekillenirdi üzerine gelişti. Aslında bir “antimüze” gibi ortaya çıktı. O yüzden daha küçük köşe taşlarıyla meydana geldi. Şu anda görünen koleksiyon toplam serginin içeriğinin biraz eksiği. Akdeniz’in son vurulmuş foklarından bir tanesi orada. Anadolu coğrafyasında yakın tarihte vurulmuş son leopar örneğine dair fotoğraf da resmedilmişti. Osmanlı’dan kalmış baskılar da vardı orada. Hem sosyal, hem siyasal, hem toplumsal atmosfere bakan işler bütünü diyebilirim. Kaçan ceylanlar gibi, sistemden ve kendi sorumluluklarından ve gerçekliğin de içinden kaçan bir yapı oluşturuldu. Benim müzemin iddiası bilimsel olması.


Bir antropolog olarak sizi en çok şaşırtan hangi bulgular oldu?


Hikâyenin toplamı zaten çok çarpıcı. Böyle bir müzenin varlığı ve eğitim sisteminde okutulmuyor olması çok çarpıcı benim açımdan. Bizim bugün teknik olarak arkeoloji müzelerine gider gibi büyük kentlerimizde doğa tarihi müzelerine gidebiliyor olmamız lazım. Çok ciddi bir kurumsal altyapı ne yazık ki yok. Beni en şaşırtan olmayışı aslında. Bulduklarım değil de bulamadıklarım. Yakın zamana kadar boğazdaki balık türlerini düşünün, 25 yıl içerisinde boğazda 70’e yakın balık türü yok oldu. Galiba 5-6 tür kaldı. Geriye kalan 70 türü bugün görebileceğimiz bir müze yok. Bir “Boğaz Ekoloji Müzesi” yok mesela. Benim bulduklarım küçük veriler, küçük analizler, küçük anekdotlar. Tabii ki Osmanlı metinlerinin tamamını okumak mümkün değil. O dönemde yabancı uyruklu daha sonra Osmanlı tebaasına geçmiş bilim insanlarının iki kat dezavantajlı olduğunu görüyoruz. Abdullah Bey Bursalı bir adam olsaydı üzerinden daha farklı bir söylem geliştirilebilirdi.


Eserler içeriksel olarak gerçekçilikle kurmacayı sentezliyor mu? Var olan doğal gerçekliğin üzerine sizin dokunuşunuzla estetize edildiğini söyleyebilir miyiz?


Benim sergimde bir klasifikasyon mümkün değil. Benim bireysel çabalarımla zaten bir doğa tarihi müzesi kurmam mümkün değil. Çok maliyetli müzeler bunlar. Çok özel birikimler gerektiren ve devletin yapması gereken şeyler. Benim sergimde bir doğa tarihi müzesi nasıl olmalı ya da nasıl olmamalı gibi küçük güzergâhlı arayışlar var. Aslında işlerin hepsi kendi içinde bir arayış içerisinde. Tam yerini bulamamışlık var. Yoksa benim sergim bir müzenin rasyonel anlamda bir doğa tarihi müzesinin ortaya koyduğu hiçbir iddiayı ortaya koymuyor. Eleştirel bir dille açıklanmak isteyen, kendi temsiliyetini ironiden ve espriden alan bir tarafı var. O kurgunun içerisinde kısa bir süre yer almak ya da ona bir noktada dâhil olmak bile insanlarda bir şeyin kayıp olduğuna dair bir his uyandırıyor.


Görsel sunumla ilgili sizin imzanızı belirginleştiren özel bir üsluptan söz edebilir miyiz peki? Jesus’la hamamböceğini ilişkilendirmek gibi mesela…


Onlar yine nasyonalizm ertesi okumalardı. Buradaki nasyonalizm hikâyesine de bir göndermesi vardı. Ben genel olarak bunları çalışan bir sanatçı değilim. Ne önceki işlerim ne de sonraki işlerim buradaki işlere benzemiyor. Bu iş, benim pratiğim içerisinde de son derece ayrıksı ve beni ne kadar temsil ettiği tartışılır. Oradaki her “context”in tabii ki her biri benim imzam ve benden çıkma ama tek başına ayrı ayrı değil bir bütün olarak bakmayı tercih ederim tabii.


Ekolojinin doğal formlarına “creative” açıdan bir sanatçı gözüyle nasıl bir yaklaşım sağlanabilir?


Ekoloji dediğimizde “Nature Art” var biliyorsunuz. Onlar doğanın var olan bütün unsurlarını kullanarak sanat ve doğa arasında çok daha başka bir dil oluşturuyorlar. Benim yaklaşımım “Nature Art”dan ziyade sosyal bilimlerin bir kritik alanı gibi işliyor ve ilerliyor. Tartışması da zaten toplumsal olana. Kolonyalizm belki bugün Kıta Avrupası’dan değil de Ruslar üzerinden ilerleseydi tam da Rus konstrüktivizmi üzerinden bugün nasıl bir bilimsel altyapı bizi bekliyordu gibi sorular var kendi içerisinde. Bunların toplamı ekoloji içerisindeki tartışmaları değil de tam da toplumsal politiğin bize yansıyan tartışmaları. Tam da toplumsal politiğe kurban edilmiş bir müze çünkü bilimsel bakılmamış. Bu yaklaşımların toplamına da bir eleştiri ve sorgulama var.


Batı’daki örnekleriyle bir kıyaslama yaparsanız?


Batı bunu bir kanıt gibi istiyor. Türkiye’deki kültür biraz avcılıktan gelmiş, batıdaki kültür ise biraz bilimden ve akademiden gelme. Madem sen bir yılanın üç tane kafası olduğunu iddia ediyorsan, o yılanı getir görelim demişler bir süre sonra. O yılanı dondurmanın ve mumyalamanın çeşitli teknikleri ve yöntemlerini geliştirmişler. Bunu olabilecek en iyi seviyeye getirmişler zaten anatomist gibi çalışıyorlar. Buradan bir ekol ve anlayış kalmış. Sen bir hayvanı, hayvanat bahçesine hapsetmek yerine aynı hayvanı bu şekilde sergilediğin zaman insanlar yine o hayvan hakkında bilgi ediniyor. Bu sefer o hayvana işkence yapmış olmuyorsun.


Türkiye’deki izleyicinin aklında hangi mesajla serginizden ayrılmasını isterdiniz?


Aydınlanma fikriyle. “Aydınlanmanın dayanakları nereye dayanıyor?”, “Geleneğe, yaratılmış öngörüye karşı doğadan tezlerimizi nereden alıyoruz?” ve bu fikir “İnsanın modern dönemde geçtiği bir pratiğe nasıl dönüşüyor?” gibi sorgulamalarla ayrılmasını isterdim.

 







Kaynak: "Sanatçı Sohbetleri: Tayfun Serttaş"
by Uğur Ugan - 13 Haziran 2022, OGGUSTO  


14 Haziran 2022 Salı