Bugünkü Taraf'ın manşetinden verilen bir duyuruyla "Tuvale Karşı" isimli yeni köşemde ilk yazımı yayımladım.
Bugünden itibaren her Cuma düzenli olarak "Taraf - Kültür Sanat" sayfalarında yazmaya devam edeceğim..
Gazeteyi takip edemeyenler için, yayından bir gün sonra paylaşmak üzere tüm yazılarımı arşivlemeye karar verdim. Ancak bunun için ismimle kullandığım kişisel blogum yerine "Tuvale Karşı" yazılarına özel yeni bir hesap yarattım. Blogda takipcim olan ve köşede neler olup bittiğini merak eden herkesi beklerim.
Link: http://tuvalekarsi.wordpress.com/
ya da kısaca; BURADAN
25 Şubat 2012 Cumartesi
22 Şubat 2012 Çarşamba
20 Şubat 2012 Pazartesi
18 Şubat 2012 Cumartesi
17 Şubat 2012 Cuma
Upcoming Program: TWICE A STRANGER
What is Twice a Stranger?
‘Twice a Stranger’ is a cross media project about the greatest forced migrations of the 20th century, when millions of people were uprooted and moved to new homelands.
Based on oral video testimonies, rare film archives and photos this project brings visitors face-to-face with the survivors of these traumatic events. From the Greek-Turkish exchange in 1923, ‘Twice a Stranger’ travels to the German-Polish forced migration at the end of WW II, to the Partition of India, and to the Cyprus crisis of the 1960’s and 70’s.
‘Twice a Stranger’ is distributed online and via a multi-media exhibition, hosted at the Benaki Museum in Athens, the Leventis Municipal Museum in Nicosia and the Bilgi University in Istanbul.
The project is accompanied by educational programmes, storytelling sessions, documentary screenings, music workshops, community and outreach events.
See our CALENDAR for a detailed list of scheduled events.
13 Şubat 2012 Pazartesi
12 Şubat 2012 Pazar
Ortadoğu Havayolları ile Belleğe Zorlu Bir Yolculuk / BİRGÜN - Nihan Çetinkaya
Ortadoğu Havayolları ile Belleğe Zorlu Bir Yolculuk
Nihan Çetinkaya
Sanatçı ile bundan 5 ay kadar önce, Viva Dag! isimli işi üzerinden, sanata ve Ortadoğu’ya bakışını çok iyi sentezleyerek ortaya koyduğu ilham verici bir sohbet yapmıştık. “Maksat zaferse, gerisi teferruattır Ortadoğu için” diyen Serttaş o sohbeti şöyle sonlandırmıştı; “Beyrut’u düşündükçe hala öfkemden ağlıyorum”. O konuşmayı tekrar hatırladığımda, beni çok heyecanlandırmış olan cümlelerin aralarını açabilmek şansını, bu sergiyle, “kendi gündemini de” yaratarak veriyor olduğunu görüyorum.
Yanıbaşımızda, bize Adana’dan yalnızca birkaç adım kadar uzaklıkta bulunan Beyrut, dünya üzerindeki sömürü düzeninin ve savaş ekonomisinin doğrudan ve dolaylı bütün senaryolarını okumanın mümkün olduğu mübarek şehirlerden. Bu düzenin asıl kurbanları hayatta kalma mücadelesiyle burdayken, onun emrindeki bütün araç ve gereçlerin de bu kentte inciler gibi en uçlarda sırlandığını görmek mümkün. Sergideki çalışmalardan “Porsche ve Kurşun Delikleri” hologramı, Beyrut’un örtülerini aralamamız gerektiğine dair çarpıcı bir gösterge. Çünkü sabahın dördünde dağlardan gelen bomba sesleriyle üzerinize bırakılıveren savaş örtüsünün alt katmanlarında, kimliklerini göstere göstere yaşamak zorunda bırakılanların din örtüleri, ve yeniden şekillenen bu kenti oyun sahasına çevirmiş, tüm kenti bombalayarak yıkma-yeniden inşa etme ve gentrification’u her boyutta yaşatma hakkını kendinde gören düzen sahiplerinin örtüsü, en kalın haliyle bu kentin üstüne çekilmiş. Beyrut Ortadoğu’yu ve Ortadoğu master planındaki yerimizi anlama yolunda, çözmeğe başlamak için çok doğru bir bilmece.
Bugün yine gazetelerden birinde bir haberin başlığı Ortadoğu halkları kastedilerek şöyle atılmıştı: “Türkiye onlara güzel.” Peki onlar kim? Biliyor muyuz? Yakın zamana kadar Ortadoğu ile ilgili bildiklerimiz, sayabildiğimiz birkaç sınır komşusu ülke isminden ibaretti oysa ki. Belleklerimize böyle bir şeridin çekilmiş olmasından doğal birşey yok. Çünkü bizler de bu toprakların insanları olarak Ortadoğu’da yaşananların bir benzeri senaryoya dahil edildik. Kültürel sınırlarımızın altı kalın kalemlerle adeta yeniden çizildi. Cumhuriyet sonrası bir Batılılaşma metaforu olarak Türkiyelilerden beklenen en olağan refleksti bu; Ortadoğu ile bir daha asla ilişkilenmemek, adını dahi anmamak, aramamak, sormamak, mümkün mertebe sorgulamamak. Ortadoğu’yu olduğu gibi bırakmak, hatırlamamak.
Halbuki, örneğin Anadolu’nun kaybettiğimizi sandığımız “zenginliğinin” önemli bir parçası, tıpkı anakaradan kopmuş devasa bir kara kütlesi gibi bugün Beyrut’da varlığını sürdürmekte. “İlk Kamp” isimli iş, 1915 yılından bu yana eve dönüşü beklerken kurulan bir “ev” olan Bourj Hammoud’un üzerinden batan güneşe bir kez olsun tanıklık edebilmemizi sağlıyor. Aynı mahallede tanıştığım Bedros’un muazzam Türkçesiyle elimdeki fotograf makinesini kastederek sorduğu bir soru aklımı ve kalbimi deliyor: “Şimdi güzel kızım, bu makneyi birisi senin elinden rızanı sormadan almış olsa.. Sana ait olmaya devam eder mi, etmez mi?”
Benden rızam olmadan alınmış onca gerçekliğimle yüzleşirken, sergi katman katman açılmağa başlıyor. İşler Beyrut olmaktan çıkıp üzerimize çekilen örtüleri aralamak için verilmiş harika bir askıda zaman oluveriyor; Osmanlı sonrası. Çerçeve her ne kadar Beyrut üzerine çizilmiş olsa da (ve de sanatçı bilerek tüm bir sergiyi “yurtdışı deneyimleri” gibi kandırmaca bir çağrı üzerinden kurgulasa da) içeriye adımımızı attığımız andan itibaren serginin merkezine oturan şeyin bu küçük şehir özelinde o büyük imparatorluğun uzak kaldığımız okumalarına geri dönmek olduğu açık. Geri dönmek, konu Ortadoğu olduğunda zamansız bir eylemlilik olarak her Türkiyeli için askıda bekliyor.
Zihinlerimizde Ortadoğu üzerine çekilmiş şeritler gibi yüzlercesi mevcut. Dolayısıyla Türkiye’de sanatın da biribirinden kopuk farklı düzlemlerde varolması kaçınılmaz gibi. Güncel sanatın sokakla, gündelik hayatla diyaloğu yok. Dünya üzerinde çoğu travmayla dolu kentte olduğu gibi, sanatçıların büyük bölümünün siyasi gündemi bir çeşit mercek altına alan işlere yoğunlaştıklarını gözlüyoruz.
Bu noktada önemli olan bana göre, sanatçının o iş özelinden kendine tuttuğu aynadan görünenleri de izleyici için okunabilir kılıyor olup olmadığıdır. Yani sanatçının kendini konumlandıramadığı bir travmayı betimlemeğe çalışma olasılığı bu tarz iş üreten sanatçılarda gözlediğim yumuşak karın. Serttaş bize kendi estetiği bütününde, kendisini de eleştiri oklarının ucuna koyabildiği, bildiğimiz hiyerarşileri kıracak yönde bir karmaşıklık içerisinde verebiliyor mesajını. Ortadogu Havayolları’nı özel ve nadir kılan, sanatçının kendi varlığını da sorgulayan bu alaycı halinin altındaki yüzleşmede yatıyor.
Serttaş’ın “Biliyorum” diyerek anlatmağa çalıştığı da bu diye düşünüyorum. Hayat ağacımızın tekrar yeşermesi için, köklerini zamanında beslemiş olanın önemine yani bize ötekileştirilmişlerle ve kendi öteki’lerimizle diyaloga girmenin en güvenli yoluna, bana kalırsa biraz da kolektif bilincimize işaret ediyor.
Deleuze 1000 platoda’da şöyle sormakta: “Sürekli olarak katmanlaştırılırız. Ama kimdir ben olmayan bu biz?” Zihinlerimize çekilmiş perdeler… Sanat ise bu katmanlara yeni refleksler geliştirebilmemize olanak veren bir özgürlük alanı. Beyrut’un katmanlarını kazıdıkça sanatçı bizi kendi katmanlarımızla ve her katmanda artan korkularımızla da başbaşa bırakıyor.
Korku demişken.. Devekuşu yumurtalarını soruyorum sanatçıya.. Akdeniz’de bir gelenekten bahsediyor. Balkonlardaki çiçekleri başka kuşlar gelip didiklemesin diye saksının yanına bir yumurta konurmuş. Öteki kuşlar da yanaşmazmış o yumurtaya. Bizi de içi boşalmış yururtalarla korkutuyor olmasın bağlı bulunduğumuz hatta zincire mahkum edilmiş olduğumuz statülerimiz, kimliklerimiz ve maskelerimiz? Oysa Serttaş’ın bu soruya çok net bir yanıt verdiğini görüyoruz “Social Balance” isimli serinin bir parçasında. Tüm dikte edilmiş olandan bağımsızlaşıp kendi kendimizle dengeye geçme fazını atlayamadıgımız sürece, dış dünyamızla kurmamızın imkansız oldugu bir denge halini imliyor. Dolayısıyla sanatın, insanların kendileri üzerinde söz sahibi olabilmeleri yolunda gözle görünür bir umudu barındırdıgını Serttaş’ın işlerinde okuyabiliyorum.
Araf 47 isimli çalışmada, ekilen korku tohumlarının, yerini, ötekini tanımlamak üzerinden varettiği umutlu bir haykırşa bıraktığını izliyorum. Araf suresinin 47. Ayeti’ne atıfta bulunan yerleştirme; “Ey Rabbim; bizi zalimler topluluğuyla birarada bulundurma” mesajından yola çıkarak, neredeyse her asırda “zalimin” yeniden tanımlanageldiği bu kutsal topraklarda ötekinin zulmünden kurtulmaya adanmış bir umudun temsiline dönüşüyor. Bu kez İstanbullu bir Rum Kilisesinin okuma masanın gözlerine istiflenen yumurtaları izlerken, her türlü temsil edilişe karşı yükselen başkaldırının sembolleri olarak sanatın gücünü duyumsuyorum.
Sergi mekanından ayrılırken Ortadoğu’da herhangi bir meseleye “taraf” olmanın imkansızlığından dem vuruyor Serttaş, “bu topraklar aynı zamanda yeryüzünün en derin zihinsel ve ruhsal girdabı, hele ki bir yabancı için, pragmatik anlamda asla sonucunu göremeyeceğiniz bir davaya kapılmaktır burada fikir beyan etmek. Kapılır gidersiniz, kısa sürede kontrolünüz elden gider ve kendinize rağmen içinden asla çıkamayacağınız bambaşka yüzleşmelere dahil olursunuz, ama varsın kurt kapsın, sürüden ayrılmanın huzuru bambaşka”.
İçimde bir parça daha huzurla çıkıyorum sergiden.
Tatlı sert bir rüzgar da çıkıyor.
Not: Sergi 18 Şubat'a kadar ArtSümer galeride görülebilir.
ArtSümer adres; Kemankeş Mahallesi. Mumhane Caddesi. Laroz Han. No:47 - Karaköy
Kaynak: Nihan Çetinkaya / BirGün Pazar - 12 Şubat 2012
10 Şubat 2012 Cuma
The Istanbul Art-Boom Bubble / THE NEW YORK TIMES - Suzy Hansen
The Istanbul Art-Boom Bubble
By SUZY HANSEN
Earlier this winter, the giant 120-year-old Ottoman bank building in Istanbul reopened as a multimillion-dollar contemporary art space called SALT. This was surprising. Turks were never big on contemporary art, and for years rich people didn’t visit that part of town. When I moved to the neighborhood five years ago, it was all electrical-supply stores and abandoned buildings and men smoking. My building didn’t have heat; girlfriends wouldn’t visit after dark; a neighbor once attacked another neighbor with a small sword. I don’t see swords in Istanbul anymore. I do see a lot more art.
One evening in November, Turks and foreigners traipsed up the cobbled sidewalks to SALT’s huge, heavy doors for the opening-night party. The headline exhibit featured thousands of old black-and-white photographs taken by a dead Armenian studio photographer and carefully assembled by the young artist Tayfun Serttas. Another exhibit was an installation by Gulsun Karamustafa, Turkey’s doyenne of contemporary art. Another was about archaeology and Europeans looting the Ottoman Empire.
But the space overwhelmed the art. It was too magnificent. Nothing like SALT existed in Istanbul. Inside, the building was five floors and 100,000 square feet of carved white marble. Curators, bankers, interior designers, writers, musicians, academics, artists and wealthy wives craned their necks to take in the soaring ceiling as they climbed the grand staircases. They gaped at the stylish library, and the plush movie theater, and the smoking terrace that was also a restaurant. The great imperial bulk of SALT loomed over the Golden Horn and the forlorn rooftops below.
Foreigners and expats gushed with approval. Even the fatalistic Turks, skeptical of Westerners’ enthusiasm, couldn’t help admitting that this strange art institution was awesome.
It appears that Istanbul, which went from a cosmopolitan wonderland in the 19th century to, in the Nobel-winning novelist Orhan Pamuk’s words, a “pale, poor, second-class imitation of a Western city” for much of the 20th, is having its moment of rebirth. These newly wealthy corners of the East seem full of possibilities, but what kind of culture will the Turks create?
On my way out, I ran into Mari Spirito, a longtime director at 303 Gallery in New York. Spirito had just moved to Turkey to set up a nonprofit called Protocinema. Above our heads, Arabic script was etched into the marble: “He who earns money is God’s beloved servant.”
“In New York it feels like the best years are behind us,” she said. “In Istanbul it feels like the best years are yet to come.”
Those best years might be a long way off, many Turks would joke, but still, it is a heady time to be young and talented in Istanbul. One summer night I accompanied a group of women as they finished their dinner at a meze tavern, put on red lipstick and stopped for a bottle of raki (Turkey’s national liquor) and cigarettes on their way to a party not far from SALT. Especially on muggy evenings, Istiklal Caddesi, the central pedestrian artery of the city, swarms with people, bodies colliding as Turks and tourists race to shops, cafes and bars. Arms around one another, the women maneuvered through Istiklal’s traffic into Rumeli Han, an Ottoman-era arcade building that exudes a faded, dingy glory, with sooty stone staircases and crumbling ceilings. Up a few flights, past the Communist Party office, music drifted out of an artists’ studio. Beer bottles and cans covered the table and floor; a stack of easels leaned against a wall; the girls poured their raki into tiny plastic cups and found a seat with their friends.
“This place has become a meeting point,” one gallery owner said. “It’s feeding the underground scene.”
In a long room, about 40 Turks were watching the performance group Ha Za Vu Zu play music. The 20- and 30-somethings sat on the floor and listened quietly. Some women wore retro styles, ’40s hair and cigarette pants. Men with poofs of black curls lounged in T-shirts. A pretty girl in a sundress thrust an invitation into my hand. “I’m having my first show!” she said. The venue was the prominent exhibition space Arter. “Please come.”
The artists then began dancing to old Turkish rock, a hybrid of Western and Anatolian music, joining together in a modern version of traditional Turkish dancing: arms spread wide, women and men dancing together in pairs. The vibe was anything but self-conscious; it felt like a safe place to go nuts. Shoes came off, feet turned black. After a few hours, sweat pouring down their faces, the men took off their shirts, shouting, laughing, stamping. Someone danced into a heart-shaped ashtray, spilling cigarette butts on the floor; a woman took off her shirt, too.
“We’re like girls and boys playing,” said Yasemin Nur, a 35-year-old artist who attended the party with Gozde Ilkin. Both are members of AtilKunst, an all-female artist collective. Nur had short, asymmetrical ’80s-style hair, with a thin braid. “I do feel it is like a playground,” Nur said. “But we are very serious. Everyone is hardworking. They live as they produce, and they produce as they live.”
This is a life few Turks will ever know. In this conservative Muslim country of 80 million, the artists have minimal influence on social and political life at home. But they will someday export contemporary Turkish culture to the world. They have grown up during a relatively free and prosperous time in Turkey and make up an artistic elite that has more in common with their counterparts in other nations than with their own countrymen. In conversation they can easily shift from Turkish to European to American pop culture. As one young woman put it, “I know Chicago politics better than I know my own municipality.”
Most of these artists now congregate in Beyoglu, the old European quarter, which for a long time existed in a state of spooky, decaying glamour. The elite wouldn’t go to Beyoglu at night. As Turkey’s economy exploded, kebab shops turned into conspicuously European cafes, squatter buildings bloomed into boutique hotels and high rents drove the poor to the city’s periphery. Art galleries popped up in unexpected places. The nouveau riche and old-guard elite realized that rich people should have art collections, and the art market spiked. All of a sudden, Turkey’s versions of the Rockefellers and Whitneys wanted to slap their names on old buildings and fill them with art.
Meanwhile, the ruling Islamic conservative Justice and Development Party (A.K.P.), which routinely throws writers and journalists in jail, rarely bothers with provocative artists, at least so far. (In a sinister dispatch from the Interior Ministry, an A.K.P. official pointed out that terror, that is, Kurdish terror, comes in all forms, including art.) During last year’s Istanbul Biennial — now a major art-world event — Emine Erdogan, the prime minister’s head-scarf-wearing wife, gave a speech at an opening at the Istanbul Modern, the city’s main modern art museum. Freedom of expression is bad for politics, but contemporary art is good for business. Whether the government’s heavy-handed relationships with the corporate patrons of the art world will be good for art is another story.
Some money has been trickling into the lives of young artists. I saw Gozde Ilkin’s work months earlier in the same Rumeli Han building, at the gallery artSumer. Her show was called “Refuge: Chorus of Voices From Inside.” Ilkin had sewn silhouettes — of a bride and groom, Turkish men dancing — onto old patterned bedsheets and curtains found in her family cupboards. The silhouettes came from scenes she’d seen in real photographs. In another piece, tiny tanks, helicopters and soldiers hid among the orange and brown flowers on a curtain. The work, titled “Curtain: They Were Sleeping Somewhere Inside of Us,” seemed to be popular with visitors.
“Everything is already sold out,” said the gallery’s owner, Asli Sumer, said. “They sold out yesterday” — before the show opened.
“See?” Patrick Legant, an international art consultant who worked for 10 years at Sotheby’s in London, turned to me and said. He had been living in Turkey for a few months then. “This is crazy Istanbul!”
Artists like Ilkin, who is 31, find themselves with opportunities and temptations that artists of other generations here never experienced: nonprofit spaces, media attention, parties, lectures, auctions, sales. There are new books to read, archives to comb through, full-scale exhibitions of predecessors whose work they’ve never seen. And there are financial rewards for some: weeks after Ilkin’s opening, one of her pieces sold for $12,000 at an auction at Sotheby’s in London — its third auction of exclusively Turkish art. Ilkin, who as a member of AtilKunst spends time making political stickers and putting on free performances, has actually been able to make a living as an artist. “When I sold my first piece, I was sad,” she said. “I am attached to what I do, and it’s not easy to give a price to it.” She doesn’t sell everything, though: “It’s important to keep some things close to you.”
The artists are well aware of what’s happening to their once-ignored corner of the world. “It’s totally different, it’s a market now,” Yasemin Nur said. “It’s connected to the last economic crisis, and now Istanbul has become the hip city, and is chosen as a hip city. The system needs the hip city, and next it will be Beirut, and next somewhere else. This is our time. We will be sad, but the wind will go.”
The core of Istanbul’s art scene coalesced in the ’80s and ’90s through the efforts of a few prominent figures: curators like Ali Akay and Beral Madra, the artist Halil Altindere, the SALT director Vasif Kortun. Most artists will tell you that Kortun, who is 53, is the father of Istanbul’s art world. “We can say, there was before and after Vasif,” one artist told me. In order to show your work home or abroad, said another, “you used to need Vasif.” And he’s respected internationally. “He seems to be able to predict where art institutions will go,” the Beirut-based critic Kaelen Wilson-Goldie said.
In 1998, Kortun returned from directing Bard College’s Museum of the Center for Curatorial Studies in New York and opened up a small office in Beyoglu. He called it the Istanbul Contemporary Art Project, which became Istanbul’s nascent art hub. Then, with the backing of Garanti Bank, Kortun established Platform Garanti, an exhibition space that also archived books, criticism and artists’ production materials. Platform closed in 2007, and Kortun and Garanti opened SALT Beyoglu and SALT Galata in 2011. The projects, conceived as places “for research and experimental thinking,” cost about $30 million.
If archives and libraries are a focus, it’s because few such institutions have tended to Turkey’s history. “We always wanted to create a place in Istanbul which would have all the materials so people can do their research,” Kortun said. “The ’80s conceptual generation hasn’t been assessed, the reason being they were not market artists. A lot of them went through tough times with serious disinterest in their work. So we’re digitizing the complete archive.”
The neglect extends into the past well beyond the 1980s. “I don’t think most of the stuff we know is correct about the history,” Kortun said. “If you take the Ottoman Empire as a map, I think the most invisible part of the empire is Istanbul and the artists from Turkey.”
Turkish intellectuals attribute Istanbul’s lack of a solid modern and contemporary culture to its broken history — especially the sharp break between the Ottoman Empire and a modern, secular state. Even after the republic’s founding in 1923, the Turks endured many more violent disturbances: World War II, pogroms against Armenians and Greeks, an ongoing civil war with the Kurds, three military coups. But there’s another reason for the absence of a coherent Turkish culture.
“Istanbul is shallow,” Kortun said. “It’s not an intellectual place. It was an old city with Greeks and Armenians and Jews. The Armenians were the intellectual backbone of the city. This place lost its lungs in the beginning of the 20th century. Maybe more than its lungs. It was a crippled place when it started as a nation. The 20th century is the lost century for this city.”
The “bridge between East and West” cliché idealizes Constantinople’s fabled past, before the emergence of the repressive Turkish state. That’s why it sometimes feels, in the 21st century, that even as Istanbul artists are merging with the international community, they are also looking backward to discover themselves.
“It’s not a revolution,” Kortun said, referring to Istanbul’s current phase of cultural production. “It’s a correction.”
Istanbul’s art community has changed enough that Turkish artists who once fled to London or Berlin or Amsterdam have come home. One day I met with Ali Kazma at Arter, the art institution whose chairman is Omer Koc, one of the most serious and respected collectors in the country. Kazma, a 40-year-old video artist, returned from New York 12 years ago. Arter’s exhibition at the time included older contemporary artists — members of Kortun’s neglected generations — like Ayse Erkmen, Sarkis, Hale Tenger and the pioneering collective Hafriyat. Kazma’s video installation “Written” was displayed in a small, dark room. Multiple screens showed the flickering flames of the burning page of a book, then the slow reappearance of the words on the page.
He was happy to be back in Istanbul. “First and foremost it’s a young country, and a young city,” he said. (Half of Turkey’s population is under 30.) “That has an effect on the psyche. You can afford to make mistakes when you are young. You can take risks.”
There are also pitfalls. Many artists express anxiety about the rush of corporate money to the scene — the Turkish government does not finance much of anything art-related — complaining that it doesn’t always go to the artists themselves, who desperately need money and spaces to experiment. There’s very little art criticism in Turkey, everyone complains, and things are moving too fast without reflection. The intellectual versus commercial balance is out of whack. Ten years ago, according to Tayfun Serttas, the artist from SALT Galata, people used to talk about art until the morning. “We used to process everything on a much more intellectual and conceptual level,” he told me.
And sudden international interest in Turkish art, many suggest, can tempt artists to Orientalize themselves, to make their art explicitly “Turkish” from a Western perspective, in response to the needs of the market. Take the example of a recent hyperrealistic oil painting by Taner Ceylan, one of the most successful Turkish painters today, which depicts an Ottoman woman with a veil standing with her back to the famous Courbet painting of a naked woman with her legs spread. More than one Turkish artist saw Ceylan’s piece as evidence of a bad, self-Orientalizing trend. It sold for $370,000 at Sotheby’s.
“I am not interested in being labeled an artist belonging to a certain geography,” Kazma said. “Now that it is not kosher for a Western artist to have an Orientalist angle, sometimes we see works in exhibitions that have the Orientalist approach by non-Western artists. I never wanted to do that.”
In reality, Turkish contemporary art runs the gamut of mediums and ideas. Some argue that there’s nothing distinctively Turkish about Turkish art; for a long time Turks were taught to imitate the West. Turkish modern art looks a lot like Western modern art, much to the dismay of international art experts looking for something exotic. What is real Turkish culture anyway? It’s not harems and fezzes — that’s Ottoman. One gallerist said she wasn’t even sure what “Turkish” art would look like.
While most Turkish contemporary art deals with universal themes, some of the political works have been specific to modern Turkey — Ataturk, the army — and don’t always translate abroad. One artist argued that Turks should be responding to the neoliberal capitalist age, not to Turkey’s era of military coups and authoritarianism.
Kutlug Ataman, the most famous Turkish artist in the world, sees a different shortcoming in Turkish art. A video artist and filmmaker, Ataman left the country when he was a teenager just after the 1980 military coup and returned to Istanbul for good almost 10 years ago. One British critic reviewing a 2010 retrospective of his work at the Istanbul Modern said that Ataman was “one of the few artists of any nationality whose work I’d travel anywhere in the world to see.” But that retrospective, “The Enemy Inside Me,” might have been the first time Turks encountered his work: a video of himself dressed in belly-dancer drag, dancing; four large-screen videos side by side of women speaking simultaneously about why they wear wigs; an interview with an elderly Armenian woman struggling to regain her memory.
Ataman said he always longed to return to Turkey, but he was skeptical of the art he sees in Istanbul: “A great majority of the work consists of imitations of Western gestures. Their reference is New York and London.”
Ataman doesn’t think Turkish artists have confronted the real source of their material, the thing they have to offer the world. He referred to an infamous recent incident, when a mob of Turkish men attacked gallery-hoppers who’d spilled onto the streets drinking alcohol in their fashionable clothes. The galleries were gentrifying the neighborhood, and the community, many Turks later told reporters, felt encroached upon and left out. To many other Turks, however, the attackers were religious types angered by the liberal lifestyle they’d been forced to witness: uncovered women, gay men, art, alcohol. In the center of Istanbul, Turkey’s two worlds came face to face, in a microcosmic dance of the confrontation happening all over the world: the West and the East, the rich and the poor, the comfortable and the angry.
Ataman regards such a confrontation as a brush with the “real Turkey.” “When I look at artists’ practice in Europe, I am not inspired,” he said. “If the artists here can engage with Turkey, they will be ahead of the rest of the world. Because the world is this. This desert.”
Istanbul’s art boom won’t last forever. The economic crisis in the West and political instability in the East have caused the market to soften a bit, gallerists say. More important, perhaps, a majority of the buyers of Turkish art are Turks. And some of those new collectors know very little about art.
It’s a challenge for gallerists like Sylvia Kouvali, 30, whose international gallery, Rodeo, which represents acclaimed Turkish artists like Gulsun Karamustafa, Banu Cennetoglu and Emre Huner, as well as established foreign artists like James Richards, Haris Epaminonda and Iman Issa, is often cited by foreign observers as the city’s best. Kouvali, who is Greek, sells 90 percent of the gallery’s works at art fairs abroad. Inexperienced Turkish collectors don’t always appreciate her artists.
And as Ataman’s story also suggested, it isn’t easy being a gallery owner in a conservative Istanbul neighborhood. Rodeo opened six years ago in Galata, across from the Irmak Meat and Chicken store, a barbershop and a teahouse where men sit and smoke and watch the colorful gallery-hoppers with heavy eyes.
One evening, at an opening for Gulsun Karamustafa, the Rodeo crowd smoked outside, so as not to break the country’s new antismoking laws, but drank inside, so as not to anger the locals. Since the attack on the galleries, undercover cops had taken to shadowing the parties. Kouvali forgot to give the cops a heads-up about her event, and a broad man wearing hoop earrings and red pants, looking like an ’80s break dancer, walked into the gallery and put down his card. “You didn’t call us,” he said, looking hurt. He was an odd undercover cop, though in his efforts to resemble the creatively dressed gallerygoers, he looked unlike any Turkish man I’d ever seen. His partner, dressed in an Adidas sweatsuit, came in after him. “We’re here to protect you,” he said gravely. The “real” Turkey often comes in the form of a paternalistic police force.
But Kouvali is committed to Istanbul and to the community that has developed around Rodeo, which spans from Cairo to New York. “Just as to someone from New York, Athens or Istanbul is a periphery, for me, New York is a periphery,” she said. “Of course here I am sitting under a picture of Leo Castelli.” She looked up at a photo of the New York gallerist and laughed. “We learned from New York. But I am not of that place. Now everything is central and everything is the periphery. This is the doom of our time, the freedom and the possibility. You can do whatever you do anywhere, and people will come and find you.”
I met one of Kouvali’s artists, Banu Cennetoglu, at a studio off Istiklal. Cennetoglu, tiny and friendly, works with photography and books. When she was young and living in Turkey, photography was about imitation, and she left to free herself, living in Paris and New York for years. “It was hard to judge your own talents in this country,” she said. Abroad, as an assignment photographer, she felt frustrated by the limits of photography and turned to other mediums. In the Venice Biennale in 2009, Cennetoglu presented some 450 of her own photographs in the form of a mail-order catalog, photos of everything from the twin towers burning to Cennetoglu herself.
Cennetoglu now runs a space called BAS in the neighborhood of Karakoy, where she displays her library of artist books. One of her recent projects involved printing the work of an Armenian artist whose graphic novel she found in a secondhand shop. Nothing like BAS had existed in Turkey before she set up the space. This was how far Turkey still had to go: where would a young artist have found artist books in Istanbul? At SALT’s opening, as we stood in the gorgeous library full of art journals and magazines and books, a European friend wondered why they’d built a library in a space for exhibitions. It’s because there aren’t many libraries to be found.
In 2010, Cennetoglu organized a talk to discuss the work of an artists’ collective called Koridor that was active from 1988 to the mid-’90s. Very few Turkish artists had ever heard of the group, but many people I spoke to recalled how important the event was to them. “The talk recognized that there were some artist groups from the recent history,” Cennetoglu said. “It’s important not to ignore them.”
Cennetoglu’s projects reflect a movement in the art community now — recovering the past, creating something solid. Unlike the old modernist Turkish painters, looking exclusively to the West, Turkish artists also hunger for knowledge of what came before them in Turkey. There’s an imperative, conscious or not, to discover and solidify a real contemporary culture that is organic to Turkey, even as the country is integrated into the global system.
“This will become an international scene before it was even a Turkish one,” said one very young artist who was working at Rodeo. “It’s like the hot money pouring into this country. When it goes, what will be left?”
One day in 2010, I attended an art auction at a Swissôtel in the center of Istanbul. The house sold mostly modern art, with a smattering of contemporary pieces. The room was packed. Young men in expensive, untucked button-downs, the weekend wear of investment bankers, sat in groups of five, talking loudly. They looked like frat boys at a fashion show.
Halfway through the event, the auctioneer arrived at an Erol Akyavas painting, the showcase piece of the evening, one of the few Turkish works that had a vaguely Islamic theme. Multiple bidders quickly took the price into the high six digits. We all felt where things were headed. The auctioneer announced, “One million,” and held up his gavel showily. When the gavel fell, the room broke out in applause.
The digital counter, however, did not have seven digits. A girl scrawled a large golden No. 1 and, doing her best Vanna White, held it up in front of the other six digits. The counter flipped to zeros: 1,000,000. A collector held up his camera phone and took a picture.
The Istanbul Art-Boom Bubble / THE NEW YORK TIMES
By SUZY HANSEN
Published: February 10, 2012
Talk by NAYIA YIAKOUMAKI@SALT Galata
Details from Goshka Macuga, The Nature of the Beast, Whitechapel Gallery, Whitechapel Gallery Archive. Photo by Patrick Lears
TALK BY NAYIA YIAKOUMAKI
FEBRUARY 15, 2012, 18:30
The Nature of Archives and The Nature of the Beast
SALT Galata, Workshop IV
Curator and artist Nayia Yiakoumaki will discuss curatorial practice in relation to archives. With a focus on increasing opportunities for engagement, Yiakoumaki refers to the process of curating from archives as a historiographical operation with comparisons to Paul Ricoeur’s “constituents of historiography.” She draws on examples from her own work at the Whitechapel Gallery (London) – specifically, on Goshka Macuga’s The Nature of the Beast, an installation project made up of historical objects and documents that addressed issues of curating, historiography and the expanding definition of the archive. For Yiakoumaki, it provides a solid model for curators and artists to work together with an archive and engage with historical material.
Since 2005, Nayia Yiakoumaki has been Archive Curator at the Whitechapel Gallery. Born in Athens in 1967, she completed a Ph.D. in Visual Arts from the Department of Curating, Goldsmiths, University of London, with her thesis Curating Archives, Archiving Curating. She has lectured extensively in Athens and London. Since 2001, she has co-curated FeedBack Project and co-edited FeedBack, a periodical on contemporary curating.
TALK BY NAYIA YIAKOUMAKI
FEBRUARY 15, 2012, 18:30
The Nature of Archives and The Nature of the Beast
SALT Galata, Workshop IV
Curator and artist Nayia Yiakoumaki will discuss curatorial practice in relation to archives. With a focus on increasing opportunities for engagement, Yiakoumaki refers to the process of curating from archives as a historiographical operation with comparisons to Paul Ricoeur’s “constituents of historiography.” She draws on examples from her own work at the Whitechapel Gallery (London) – specifically, on Goshka Macuga’s The Nature of the Beast, an installation project made up of historical objects and documents that addressed issues of curating, historiography and the expanding definition of the archive. For Yiakoumaki, it provides a solid model for curators and artists to work together with an archive and engage with historical material.
Since 2005, Nayia Yiakoumaki has been Archive Curator at the Whitechapel Gallery. Born in Athens in 1967, she completed a Ph.D. in Visual Arts from the Department of Curating, Goldsmiths, University of London, with her thesis Curating Archives, Archiving Curating. She has lectured extensively in Athens and London. Since 2001, she has co-curated FeedBack Project and co-edited FeedBack, a periodical on contemporary curating.
9 Şubat 2012 Perşembe
Gülümseyin... Foto Galatasaray’dasınız... / BugünBugece - Nilay Örnek
En güzel yolculuklar odalarımızda yaptıklarımızdır bazen” der Fransız şair-yazar Theophile Gautier. Son dönemde dört duvarlar arasında muhteşem yolculuklara çıktım ben de, ağırlıkla da zamanda yolculuklara; muhteşem bir araştırma, sergi ve kitapla...
Kadın stüdyo fotoğrafçısı Maryam Şahinyan’ın 50 yıl boyunca çektiği fotoğraflar Tayfun Serttaş’ın “Foto Galatasaray” adlı arşiv çalışmasıyla birlikte bir kitap ve bir sergiye dönüştü. SALT Galata’daki sergi bitti; ama kitap bir ömürlük, evladiyelik... Kitabı kısaca anlatmak zor; tersine çalışsam da uzun oldu. Bu yüzden sıkılırsanız ya da hikâyeyi biliyorsanız direk “Kitaba Gelince” bölümünden başlayın...
Nilay Örnek
* Hikaye böyle başlar: Maryam Şahinyan, 1911 Sivas doğumlu. Köklü ve varlıklı bir Ermeni ailenin çocuğu olarak bir köşkte dünyaya geliyor. Ama 1915’te her şey değişiyor. Bir dolu olay... Yola çıkılıyor; sonuçta anne-baba ve 7 çocuk İstanbul’dalar... Harbiye’de bir daire bulunuyor. Baba Mihran Şahinyan, fotoğraf tutkusunu işe dönüştürüyor ve ailesine bakmak için Foto Galatasaray’a ortak oluyor. Hikâye “bayağı bir özet” haliyle böyle başlıyor.
Ailenin durumu kötüleşiyor; annenin ani ölümüyle de erkek çocukların okumasına ağırlık veriliyor; kızların babaya ve ev işlerine yardım etmesi kararlaştırıyor. Sainte Pulcheire Fransız Kız Lisesi’ni bırakan Maryam Şahinyan, babasının yanında çalışmaya başlıyor ve 1937’den itibaren de tek başına işletiyor stüdyoyu.
* 50 yıl, 200 bin fotoğraf: Foto Galatasaray hep Beyoğlu’nda; 1935-1985 yılları arasında birbirine yakın 3 yer değiştiriyor. Maryam Şahinyan, arşiv ile devrediyor stüdyoyu. Ve stüdyoyu alanlar işi bırakınca 200 bini aşkın cam negatif de sokağa çıkıyor, atılıyor yani.. Onları kurtaran Aras Yayıncılık’ın sahibi Yetvart Tomasyan oluyor. 20 yılı aşkın süre bir depoda kalıyor fotoğraflar.
Ve bir gün Studio Osep (o da ayrı bir konu ve apayrı bir hikâye) adlı kitabı için Aras Yayıncılık’la çalışan sanatçı-yazar-araştırmacı Tayfun Serttaş ile arşivin yolu kesişiyor…
Sonrası 3 yıl, 18 asistan, ince bir çalışma, araştırma, bir sergi, bir kitap ve yakında internette herkese açılacak bir arşiv. Fotoğraflar var ama ne zaman çekilmiş, fotoğraftakiler kimler bilmiyoruz, “henüz”.
* Filmi çekilecek kadın: Maryam Şahinyan, başlı başına bir karakter. Sessiz sakin biri... Çok iyi derecede Türkçe, Ermenice, Fransızca ve İtalyanca biliyor.
Her gün Harbiye’den Beyoğlu’ndaki işine yürüyor. Öğle yemeği hiç değişmiyor; bir kırmızı elma... Kendi kısa saçlı. Ama belli ki uzun saç seviyor; uzun saçlı modellerine ayrı bir önem veriyor.
Hiç evlenmemiş, hiç çocuğu olmamış... Bir kere âşık olmuş; Alman ordusunda görevli bir subaya; onu da kalbine gömmüş. Onun “kadın-Ermeni-Hristiyan” kimliği ve geride duran, insanları yargılamayan hatta rahat ettiren kişiliği fotoğraflara da, Foto Galatasaray’ın karakterine de damga vurmuş. O, Türkiye’de en uzun süreyle stüdyo fotoğrafçılığı yapan kadın. Ama fotoğraf çektirmeyi sevmiyor; biri ailecek çekilmiş 4 fotoğrafı var sadece.
Kitaba Gelince...
O Pufa Kaç Kişi Oturmuştur?
* Kitaptaki fotoğraflar (1000 kadarlar) matruşka bebekler gibi her biri; zihninizde yeni pencereler açıyor.
*Kimi zaman saçlara, kıyafetlere, kimi zaman ifadelere takılıyorsunuz. Bazen bir ilginç ayrıntı, bazen de 50 yılda “hep aynı kalan-kalabilen” objeler uzun uzun düşündürüyor insanı... Üzerine yüzlerce kişinin oturduğu bir puf mesela; ya da binlerce kişiyle bakışmış tek bir ayna...
* Bir düğün fotoğrafına takılıyorum mesela; 20-25 kişi gelinle damadın etrafında dizilmişler... Arada bir kadın, ağzında yakılmamış bir sigarayla gülerek poz vermiş! İlgimi çekiyor... Sonra arkada bir adam aynı şekilde; niye öyleler? Bakıyorum da bakıyorum!
Haçlardan ‘Beşibiyerde’lere
* İki erkek; takım elbiseliler, biri makyajlı, öpüşüyorlar... 1900’lerin ortasında, bir stüdyoda.. Ve daha pek çok gay; ya da çıplak poz verenler... Nasıl da rahatlar...
* Bazen bir kıza takılıyorum; bugün için bile ne kadar modern, ne kadar havalı; ne kadar güzel... Oradaki insanların, neşeli insanların çoğunun bugün ölmüş olduklarını düşünmek iç acıtıyor...
* Bir grup çocuk görüyorsunuz; sonra bir bakıyorsunuz aynı büyümüş aynı pozu vermişler; bunu fark edince ‘sürpriz yumurtasından hediye çıkartan çocuk’ gibi şen buluyorsunuz kendinizi!
* Kitaptaki fotoğraflar demografik değişimleri de öyle güzel yansıtıyor ki... Kürk yakalı paltoları, ipek eldivenleri, geniş kenarlı şapkaları, tülleri, etolleri içindeki kadınların yerlerini başörtülü, çiçekli elbiseli, beşibiryerdeli hemcinslerine bırakmasını izliyoruz adım adım...
Altı Çizilesi Ayrıntılar
* Fotoğraf stüdyoları üst, en üst katlarda olurmuş eskilerde; şimdiki ışık standartları yok tabii o zaman... Camlı tavanlardan ışık alırmış stüdyolar; perdelerle ışık dengesi sağlanırmış...
* Ya da Beyoğlu-Galatasaray’da şimdi Yapı Kredi’nin önünde 50. Yıl Anıtı’nın olduğu yerde kocaman bir pasaj varmış; Foto Galatasaray’ın ilk yeri de oradaymış...
* 1877 Meclis-i Mebusan'ında 66 Müslüman, 33 Gayrımüslim milletvekili; 16 değişik dil, 11 çeşit din ve mezhep varmış!!
Bu gibi ayrıntıların hepsi kitapta gizli, altı çizilesi...
Niye Aynı Giyiniyorlardı ki?
*Kitapta yazınsal olarak pek çok bölüm var; kimlik, toplumsal cinsiyet, moda, göç ve değişme gibi daha teorik başlıklar üzerinden Foto Galatasaray mercek altına alınıyor.
* “Özdeşler” bölümü ekstra zihin açıcı... Serttaş’ın anlatımıyla “Aralarında hiçbir fiziksel - genetik - aynılık olmaksızın aynı şeyleri giyip, aynı saç modellerini kestirip, aynı aksesuarları kullanarak kamera karşısında bir tür ikizlik oyunu oynayanlara dair”.
Ayna Ayna Söyle Bana
* “Aynadan Bakanlar” bölümü ise başka bir derya... Şahinyan mesleki yaşamının tümü boyunca bazı müşterilerini ayna yansımalarıyla birlikte fotoğraflıyor. Kendisini ve kamerasını 45 derecelik bir açıyla kadrajın dışarısında saklayarak ürettiği bu olağanüstü fotoğraflar hiçbir stüdyo arşivinde karşılaşamayacağımız türden. Burada da “özdeşlerden” farklı bir ikizlik var.
* Tayfun Serttaş, bir sanatçı olmasına karşın bu arşivi kendinden bir şey katarak sunmak yerine; “kendinden uzak” tutarak örnek bir arşivcilik anlayışı sergilemiş. Kendini geri planda tutmayı başararak eserleri “soframıza” getirmiş.
Hafıza Kaybından Kurtulmak İçin...
* Serttaş’ın sosyolojik çıkarımlı yazınlarının yanı sıra Vasıf Kortun’un “Arşiv Beklemez” adlı yazısı ile Karin Karakaşlı’nın muhteşem metni de çok değerli. Karakaşlı, “Sakın kımıldama” diye uyarıldığımız, sonra elimize bir oyuncak tutuşturulup şimşek gibi ışıkların çakıldığı o stüdyo günlerini, “Maryam”ı, onun yalnızlığını, yüreğini öyle güzel özümsemiş ve yansıtmış ki…
*Foto Galatasaray kitabı, bir tür hafıza kaybından kurtarıyor gibi bizi... Yakın tarihe ışık tutuyor.
Aras Yayıncılık’tan çıkan “Foto Galatasaray – Studio Practice by Maryam Şahinyan” 328 Sayfa.
www.arasyayincilik.com
Kaynak: BugünBugece - Nilay Örnek / 09.02.2012
Link: http://www.bugunbugece.com/istanbulv2/Yazilar/Detay/gulumseyin-foto-galatasaray-dasiniz
İhsan Eliaçık demiş ki;
"Ey AKP'li mütaahitler! Başbakanınız dahil ihalelerden gelen paraların ihtiyaçtan fazlasını tinercilere infak edin! Alternatif sermaye oluşturmuyorsunuz, yiyici, sömürücü sermaye sınıfına dahil oluyorsunuz. Kapitalizme abdest aldırıyorsunuz. Dindar gençlik yetiştirmeyi bırak, varolanı ne yaptın ondan haber ver. İhaleci, rantçı yaptın. Bu ülkenin dindarlardan beklediği bu değildi.
Ehli sünnet ve'l cemaat, ehl-i mülkiyet ve'şatafat oldu. İnşaat ya Resulullah diye kibir kulleri dikiyorlar. Caprice Gold sizin mezarınız. Otollerde, kırmızı halılarda dolaşmaktan dışarıyı göremiyorsunuz. Dün Mersin'de sobayı yakalım derken yaralanan 4 çocuktan haberin var mı? Köprü altında donarak ölen tinercileriden haberin var mı? Cenazelerini biz kaldırıyoruz. Zenginliği paylaşmıyorsunuz, kendinize yontuyorsunuz. Irak'ta ölen 1.5 milyon Müslümandan haberin var mı? Dünyanın ezan okunan yerlerine bomba yağıdıranlar neyin oluyor? Model ortağın mı?
Başbakan'a çağrı: İhtiyaçtan fazla ne varsa tinercilere infak et. Banka hesaplarına yığdıklarınla onlara yurt açalım. Belki 100 yurt eder. Dindarlık namazla niyazla olmaz. Eline güç (iktidar ve servet) geçince onu nasıl kullandığına bakacaksınız. Siz burada kaybettiniz. Ey Başbakan! Değil Fırat kenarında bir Kürt, bir koyun kaybolsa, bir tinerci donsa sorumlusu sensin. Dindarlık bu değilse nedir?"
Daha ne desin?
Ehli sünnet ve'l cemaat, ehl-i mülkiyet ve'şatafat oldu. İnşaat ya Resulullah diye kibir kulleri dikiyorlar. Caprice Gold sizin mezarınız. Otollerde, kırmızı halılarda dolaşmaktan dışarıyı göremiyorsunuz. Dün Mersin'de sobayı yakalım derken yaralanan 4 çocuktan haberin var mı? Köprü altında donarak ölen tinercileriden haberin var mı? Cenazelerini biz kaldırıyoruz. Zenginliği paylaşmıyorsunuz, kendinize yontuyorsunuz. Irak'ta ölen 1.5 milyon Müslümandan haberin var mı? Dünyanın ezan okunan yerlerine bomba yağıdıranlar neyin oluyor? Model ortağın mı?
Başbakan'a çağrı: İhtiyaçtan fazla ne varsa tinercilere infak et. Banka hesaplarına yığdıklarınla onlara yurt açalım. Belki 100 yurt eder. Dindarlık namazla niyazla olmaz. Eline güç (iktidar ve servet) geçince onu nasıl kullandığına bakacaksınız. Siz burada kaybettiniz. Ey Başbakan! Değil Fırat kenarında bir Kürt, bir koyun kaybolsa, bir tinerci donsa sorumlusu sensin. Dindarlık bu değilse nedir?"
Daha ne desin?
7 Şubat 2012 Salı
Etyen Mahçupyan'dan nefret etmek, modası ve ötesi...
Uludere Katliamının ilk saatleriydi. Çok karanlık, çok tuhaf, çıkışsız, çok tarifsiz, insanlık tarihi adına en utanç verici anlar... İçimden, dışımdan, gün boyunca sayıkladığım tek kelime oldu EYVAH. Koca bir EYVAH. Silüetim de dahil gördüğüm herşeyden utanırken, beyin hücrelerimin teker teker mutsuzluktan öldüğünü hissederken, birilerinin çıkıp şaka yaptık demesini bekleyecek derecede şuurumu zorlarken, bu vahşetin orta yerine düşünce "Mahçupyan, MAHÇUP mu?" polemiği, ikiye katlandı yaram. Bir süredir masumların ölmesinin dahi hiçbir şeyi değiştiremediği bu nefret ikliminde, Mahçupyan'a şimdi mahçup olup olmadığı soruluyordu. Günün sorusu buydu. Belli ki bundan haz alınıyordu.
Muhtemelen Mahçupyan'ın çıkıp, "çok mahcubum" demesi arzulanmıyordu. Neden mahçup olacaktı kaldı ki Mahçupyan? Gevrek cehaletin intikam sarmallarında Mahçupyan'a commentler dizilmesi, bir nefretin ifşasından ibaretti. 34 genç ölünce, namluyu Mahçupyan'ın alnına doğrultmak tüm geleneksel düşünce sistemlerinde olduğu gibi daha bir kolay, daha bir rahat, daha bir lezzetli oluyordu. Bir taraf artık bunu %100 hakettiğine inanıyordu. Çünkü bugüne değin yalnızca ölerek ya da öldürerek alabilmişti hakkı varsaydığını, başka bir metod aramaya gerek görmemişti, kendisine sunulan tüm diğer seçenekleri de elinin tersiyle itmişti. Sistem(ler) bu kült metodolojiden besleniyordu.
Kanlı pragmatizm.
Bu ülkenin vicdan sahibi (ciddi) bir kesimi bu telafi edilemez acı karşısında önündeki üç beş günü daha nasıl geçiremeyeceğinin, nasıl üzerine bir cümle daha kuramayacağının, nasıl mutsuzluktan öleceğinin hesabını yapadursun, birilerinin yanıtı çoktan hazırdı. Onlar ağızlarından salyalar akarcasına bu anı bekliyorlardı çünkü sıra Mahçupyan'a geliyordu ve bu uğurda üzerine bombalar yağan o gencecik bedenlerin anılmasından daha elzemdi, Mahçupyan nefretinin inşaa ve ifşası.
Kürt davası tarih boyunca en büyük acıları, ne yazık ki masum Kürt halkına yaşattı. Bu acının üzerinden gişeye oynayanlar ise ne yazik ki yine Kürtlük adına siyaset yaptıklarını iddia edenler oldular. Onlar bu tip travmalardan kendilerine yeni kervanlar kurmayı bir şekilde öğrendiler. Belki onların da bir suçu yok, bu zevzeklik, bu zafer sarhoşluğu, bu vicdan tacirliği onlara bizzat sistem tarafından empoze edildi, bilemeyiz. Bunu kendilerine sorarsak, fena halde azarlanırız.
"Siz niye böylesiniz hakikaten?" diyemeyiz.
Fakat malum halleriyle bu sistemin, sistem içerisinde "sistemden fena" bir parçası oldukları su götürmez bir gerçek. Her seferinde en az sistem kadar vurdumduymaz, bir o kadar acımasız, bazı hallerde sistemden daha sitematik bir SİSTEMİN polislerine dönüştüler. Masumane Kürt etnik milliyetçiliği, yerini kontra milliyetçiliğe bıraktığı yıllarda karşımızda benzerlerine nasyonaslizm tarihlerinde dahi rastlanamayacak türden nefret köprüleri çıkıyor, bu köprülerin ayakları ırkçılığa dayanıyordu.
İşte bunu söylemişti Etyen Mahçupyan. Bir sistemin içinde, ona muhalif gibi görünenlerin nasıl da o sistemin en egemen güruhunun varlık nedenine dönüşebileceğinin altını çizmişti. Hani o büyük fotoğrafın, kadrajını bir tık genişletmişti. Yalnızca bir tık, çok değil. Bu tek bir tık, yetiyordu uzun süredir sır perdesinde gibi bekleyen tartışmaları açmaya. Üstelik bunu yalnızca Etyen Mahçupyan söylemiyordu. Terör örgütü tarafından bugün öldürülmekle tehdit edilen sayısız Kürt ve Türk düşünürde aynı fikirdeydi. Hepsi tehdit ediliyordu, kanımca en büyük ortak özellikleri de buydu; ergenekon ve pkk tarafından sevilmiyorlardı.
Uludere Katliamının hemen akabinde Zaytung'dan hallice bir yayın organı olan Fırat Haber Ajasının manşetine taşınmıştı Etyen Mahçupyan. Katliamdan öte bir sorun vardı bu haber ajansı için, Etyen Mahçup muydu, mahçup değil miydi? Mahçup olacak mıydı, olmayacak mıydı? Mahçup olmayacaksa şayet bu işi "Kürtler" nasıl çözecekti?
İşte 2006'nın ortasında aynen böyle bir provokasyon vardı Hrant Dink'in aleyhinde. Başına taş yağsa Hrant'dan bilecek bir kesim uluyor da uluyordu. Ne ilginçtir ki, o yıllarda Türk nasyonalistlerin önderlik ettiği bu iş, 2012'de Kürt nasyonalistlerine devredilmişti. Bu iki nasyonalist grubun (ben onlara yapışık ikizler diyorum) aynı zamanda birbirlerinin varoluş nedeni olduklarının altını çizerek; Uludere'ye bombalar yağarken manşete Etyen Mahçupyan'ın taşınması aslında hiçte tesadüfi değildi.
Bu yüzden derinleşti yaram.
Hrant davası üzerinden ergenekonseverliğe soyunan bir kesimi ciddi biçimde üzüyor Etyen Mahçupyan. Koluna her kelepçe vurulanın "Hrant Dink!" diye böğürünce kahraman ilan edildiği bir ortamda, "kaçınız okurdunuz o güne kadar Nedim Şener'i, Ahmet Şık'ı? Böyle bir dava olmasa isimlerini duyacak mıydınız?" diye soruyor. Bunu sorma hakkı var. Bedri Baykam'ın dahi Rakel Dink'e akıl öğreten mektuplar gönderdiği şu günlerde, Etyen'in varlığı Hrant Dink üzerinden süregiden bir ölüseviciliğe set koyuyor. Ona ayrı bir kızgınlıkları var bu nedenle.
Bugüne gelirsek, Ece Temelkuran gibi İNCE SİYASET HAYATI yeni yeni başlayanların lobisi için en güzel hedef aslında sözü Etyen Mahçupyan'a bağlamak. Şaşırmamak lazım. Çeşitli (yapışık ikiz) örgütlere mensup geniş bir kesimi yanına çekmek için iyi bir fırsat bu. Ece Temelkuran bir süredir gazeteci değil, hatta sivil bile değil, o salt siyaset yapıyor. Buyursun yapsın. Bu işi en az Sırrı Süreyya Önder denilen akıl yoksunu kadar "çevirebileceğine" adım kadar eminim ama daha fazlası değil...
Fakat unutmasın aynı Ece Temelkuran, düne kadar Ulusal Kanal gibi yayınlarda aynen kendisinin beyan ettiği biçimde "failin üstünü örtmekle" suçlanıyordu zaten bu insanlar, suçlanıyorduk, suçlandık, suçlanacağız.. Bu uğurda kalkıp "Hrant'ın Arkadaşları" gibi tek paydaları bir davayı diri tutmak olan insanları dahi diline doluyorsa Ece Temelkuran, asla unutmasın, bizde kendisini unutmayacağız.
Unutmadan soracağız;
Peki Hrant Dink senin alter egon mu sevgili Ece Temelkuran? Hrant Dink'i Türk nasyonalistlere, Etyen Mahçupyan'ı Kürt nasyonalistlere peşkeş çekmek midir senin mertliğin? Sen ne fashion kadınsın ayrıca, Hrant'ı sevme sezonu gelince başı çeker, Etyen'den nefret etme sezonunda hazırolda beklersin. Hrant ve onun arkadaşları olmasa sen şu anda ne yapıyor olacaktın, hakikaten ne halde, kimlerle olacaktın?
Muhtemelen Mahçupyan'ın çıkıp, "çok mahcubum" demesi arzulanmıyordu. Neden mahçup olacaktı kaldı ki Mahçupyan? Gevrek cehaletin intikam sarmallarında Mahçupyan'a commentler dizilmesi, bir nefretin ifşasından ibaretti. 34 genç ölünce, namluyu Mahçupyan'ın alnına doğrultmak tüm geleneksel düşünce sistemlerinde olduğu gibi daha bir kolay, daha bir rahat, daha bir lezzetli oluyordu. Bir taraf artık bunu %100 hakettiğine inanıyordu. Çünkü bugüne değin yalnızca ölerek ya da öldürerek alabilmişti hakkı varsaydığını, başka bir metod aramaya gerek görmemişti, kendisine sunulan tüm diğer seçenekleri de elinin tersiyle itmişti. Sistem(ler) bu kült metodolojiden besleniyordu.
Kanlı pragmatizm.
Bu ülkenin vicdan sahibi (ciddi) bir kesimi bu telafi edilemez acı karşısında önündeki üç beş günü daha nasıl geçiremeyeceğinin, nasıl üzerine bir cümle daha kuramayacağının, nasıl mutsuzluktan öleceğinin hesabını yapadursun, birilerinin yanıtı çoktan hazırdı. Onlar ağızlarından salyalar akarcasına bu anı bekliyorlardı çünkü sıra Mahçupyan'a geliyordu ve bu uğurda üzerine bombalar yağan o gencecik bedenlerin anılmasından daha elzemdi, Mahçupyan nefretinin inşaa ve ifşası.
Kürt davası tarih boyunca en büyük acıları, ne yazık ki masum Kürt halkına yaşattı. Bu acının üzerinden gişeye oynayanlar ise ne yazik ki yine Kürtlük adına siyaset yaptıklarını iddia edenler oldular. Onlar bu tip travmalardan kendilerine yeni kervanlar kurmayı bir şekilde öğrendiler. Belki onların da bir suçu yok, bu zevzeklik, bu zafer sarhoşluğu, bu vicdan tacirliği onlara bizzat sistem tarafından empoze edildi, bilemeyiz. Bunu kendilerine sorarsak, fena halde azarlanırız.
"Siz niye böylesiniz hakikaten?" diyemeyiz.
Fakat malum halleriyle bu sistemin, sistem içerisinde "sistemden fena" bir parçası oldukları su götürmez bir gerçek. Her seferinde en az sistem kadar vurdumduymaz, bir o kadar acımasız, bazı hallerde sistemden daha sitematik bir SİSTEMİN polislerine dönüştüler. Masumane Kürt etnik milliyetçiliği, yerini kontra milliyetçiliğe bıraktığı yıllarda karşımızda benzerlerine nasyonaslizm tarihlerinde dahi rastlanamayacak türden nefret köprüleri çıkıyor, bu köprülerin ayakları ırkçılığa dayanıyordu.
İşte bunu söylemişti Etyen Mahçupyan. Bir sistemin içinde, ona muhalif gibi görünenlerin nasıl da o sistemin en egemen güruhunun varlık nedenine dönüşebileceğinin altını çizmişti. Hani o büyük fotoğrafın, kadrajını bir tık genişletmişti. Yalnızca bir tık, çok değil. Bu tek bir tık, yetiyordu uzun süredir sır perdesinde gibi bekleyen tartışmaları açmaya. Üstelik bunu yalnızca Etyen Mahçupyan söylemiyordu. Terör örgütü tarafından bugün öldürülmekle tehdit edilen sayısız Kürt ve Türk düşünürde aynı fikirdeydi. Hepsi tehdit ediliyordu, kanımca en büyük ortak özellikleri de buydu; ergenekon ve pkk tarafından sevilmiyorlardı.
Uludere Katliamının hemen akabinde Zaytung'dan hallice bir yayın organı olan Fırat Haber Ajasının manşetine taşınmıştı Etyen Mahçupyan. Katliamdan öte bir sorun vardı bu haber ajansı için, Etyen Mahçup muydu, mahçup değil miydi? Mahçup olacak mıydı, olmayacak mıydı? Mahçup olmayacaksa şayet bu işi "Kürtler" nasıl çözecekti?
İşte 2006'nın ortasında aynen böyle bir provokasyon vardı Hrant Dink'in aleyhinde. Başına taş yağsa Hrant'dan bilecek bir kesim uluyor da uluyordu. Ne ilginçtir ki, o yıllarda Türk nasyonalistlerin önderlik ettiği bu iş, 2012'de Kürt nasyonalistlerine devredilmişti. Bu iki nasyonalist grubun (ben onlara yapışık ikizler diyorum) aynı zamanda birbirlerinin varoluş nedeni olduklarının altını çizerek; Uludere'ye bombalar yağarken manşete Etyen Mahçupyan'ın taşınması aslında hiçte tesadüfi değildi.
Bu yüzden derinleşti yaram.
Hrant davası üzerinden ergenekonseverliğe soyunan bir kesimi ciddi biçimde üzüyor Etyen Mahçupyan. Koluna her kelepçe vurulanın "Hrant Dink!" diye böğürünce kahraman ilan edildiği bir ortamda, "kaçınız okurdunuz o güne kadar Nedim Şener'i, Ahmet Şık'ı? Böyle bir dava olmasa isimlerini duyacak mıydınız?" diye soruyor. Bunu sorma hakkı var. Bedri Baykam'ın dahi Rakel Dink'e akıl öğreten mektuplar gönderdiği şu günlerde, Etyen'in varlığı Hrant Dink üzerinden süregiden bir ölüseviciliğe set koyuyor. Ona ayrı bir kızgınlıkları var bu nedenle.
Bugüne gelirsek, Ece Temelkuran gibi İNCE SİYASET HAYATI yeni yeni başlayanların lobisi için en güzel hedef aslında sözü Etyen Mahçupyan'a bağlamak. Şaşırmamak lazım. Çeşitli (yapışık ikiz) örgütlere mensup geniş bir kesimi yanına çekmek için iyi bir fırsat bu. Ece Temelkuran bir süredir gazeteci değil, hatta sivil bile değil, o salt siyaset yapıyor. Buyursun yapsın. Bu işi en az Sırrı Süreyya Önder denilen akıl yoksunu kadar "çevirebileceğine" adım kadar eminim ama daha fazlası değil...
Fakat unutmasın aynı Ece Temelkuran, düne kadar Ulusal Kanal gibi yayınlarda aynen kendisinin beyan ettiği biçimde "failin üstünü örtmekle" suçlanıyordu zaten bu insanlar, suçlanıyorduk, suçlandık, suçlanacağız.. Bu uğurda kalkıp "Hrant'ın Arkadaşları" gibi tek paydaları bir davayı diri tutmak olan insanları dahi diline doluyorsa Ece Temelkuran, asla unutmasın, bizde kendisini unutmayacağız.
Unutmadan soracağız;
Peki Hrant Dink senin alter egon mu sevgili Ece Temelkuran? Hrant Dink'i Türk nasyonalistlere, Etyen Mahçupyan'ı Kürt nasyonalistlere peşkeş çekmek midir senin mertliğin? Sen ne fashion kadınsın ayrıca, Hrant'ı sevme sezonu gelince başı çeker, Etyen'den nefret etme sezonunda hazırolda beklersin. Hrant ve onun arkadaşları olmasa sen şu anda ne yapıyor olacaktın, hakikaten ne halde, kimlerle olacaktın?
3 Şubat 2012 Cuma
İstanbul'a Foto Galatasaray Tokatı / MESELE Kitap Dergisi - Özlem Altunok
İSTANBUL’A FOTO GALATASARAY TOKATI
Onu her ne kadar sanatçı kimliği üzerinden tanısakta, Tayfun Serttaş aynı zamanda insanın binyıllardır süren yolculuğuna kafa yoran deneysel bir araştırmacı. Uzun bir süredir fotoğrafların hayatiliğine ve gerçekliğine odaklanarak ortaya koyduğu çalışmalarla yakın tarihin kesik ve gizli sokaklarında dolaşıyor. Ortaya çıkardığı son büyük fotoğrafsa 1915’ten sonra Sivas’tan istanbul’a göç eden ve 1935-1985 yılları arasında, 50 yıl boyunca fotoğraf stüdyosunda 1 milyona yakın insanı görüntüleyen Ermeni fotoğrafçı Maryam Şahinyan’ın tozlu negatifleri. Sivil hayata dair bu 200 bin karede inkar edilen, yok sayılan travmatik bir geçmiş saklı. Serttaş geçmişten bugüne uzanan bir köprü gibi inşa ettiği bu açık arşivi önce bir sergiyle SALT Galata’da sundu. Şimdi de, dünyanın dört bir yanına dağılmış yolu İstanbul’dan geçen insanların hikayesini, hiç kapanmamak üzere internet üzerinden herkese açıyor. Okkalı bir tokat, acı bir ders olarak…
ÖZLEM ALTUNOK
- Görsel hafızayı yakın tarih üzerinden harekete geçiren çalışmalarınızdan ilki İstanbul’un yaşayan en eski stüdyo fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu’nun fotoğraf arşiviydi, şimdi de Maryam Şahinyan’ın stüdyosundan geçen insanların hikayesine ortak ediyorsunuz izleyiciyi. Önce fotoğrafla kurduğunuz ilişkiyi, bu malzemenin sizin için araçsallığını konuşalım…
Fotoğraf sosyal bir aygıt olarak ilgimi çekiyor. Ben bu fotoğraflara fotoğrafçı olarak bakmıyorum, eldeki veriyi fotografinin dar alanı içerisinde değerlendirmiyorum. Maryam Şahinyan iyi bir fotoğrafçı mı, ışık-kontras ayarlarını nasıl yaptı, döneminin neresinde yer alıyor gibi şeylerle de ilgilenmiyorum. Öncelikli malzemem görsel kayıt. Görsel kültür ve hafıza bizim aşina olmadığımız bir alan. Biz sözel ve yazılı hafızaya aşinayız.
- Sizce neden?
Çünkü bilgiyi görsellikten almıyoruz, bunun da en büyük nedeni İslami kültür. Biz tarihi ya da dini ikonografilerle değil dil aktarımıyla, efsanelerle, hikayelerle okuyoruz. Türkiye toplumunun görsel kültürle ilişkisi bugün dahi çok zayıf. İnsanların çok büyük bir bölümü karşılarına çıkan bir görsel malzemenin aynı zamanda “okunabilir” olduğunu bilgisinden ve fikrinden uzak yaşıyor. Ona nasıl yaklaşmaları gerektiğini bilmiyorlar.
Pornografikse tahrik oluyorlar en fazla, ekonomik pramidin başındaki sanat koleksiyonerleri arasında dahi yatırımını buna göre yapanlar var, bence bu konuda yediden yetmişe primitif bir noktadayız.
- Bu bir kaçış da olabilir mi, çünkü görsel olan çok gerçek, inkar etmenin önüne taş koyuyor…
Muhakkak. Çünkü anlatı bir süre sonra efsaneleşiyor, dilden dile değişiyor, manipüle ediliyor, şartlara göre yeniden formüle ediliyor. Fotoğraftaki birebir yüzleşmeye bu nedenle alışık değiliz. Çünkü fotoğraf ezber bozar. Benim için stüdyo fotoğrafları çok belirleyici.
Elbette onları “nostaljik” oldukları için sevmiyorum. Kültürel prototiplerimizi belirlemesi, konuşmanın en zor, verinin en az olduğu sivil hayata yönelmesi, sanat, popüler kültür ve gündelik yaşam sosyolojisi arasında bir köprü kurması önemli. Benim bütün meselem o köprüde cereyan ediyor.
Konunun siyasi, sosyolojik, tarihsel hatta arkeolojik katmanı da var ama benim disiplinimde oturduğu yerin öncelikli taraflarından biri, aynı zamanda master tezim de olan “kültürel bir temsiliyet aracı olarak İstanbul’da fotoğraf ve azınlıklar” konusu.
- Öncesinde de sosyal antropoloji okumuşsunuz…
Evet, o yıllarda da kent antropolojisi ve görsel antropoloji bazlı çalıştım. Kentin görsel alanla ilişkisinin hangi koşullar altında kurulduğu üzerine hala kafa yoruyorum. Örneğin bugün daha çok 3D teknolojisi üzerinden izliyoruz kenti ama yine görsel kültüre endeksli bir kent metaforu var karşımızda.
Yoluma sosyal bilimlerle devam etseydim sanırım bugün daha çok bu konuda çalışıyor olurdum fakat akademi buna ne kadar olanak tanırdı emin değilim. Başka bir noktasından, sanat üzerinden devam edebiliyorum. Öyle ya da böyle sanat hala gerçek anlamda özgür olabildiğimiz ve belli haklarımızı koruyabildiğimiz son mecra, öncelikle bu açıdan büyük bir kale benim açımdan sanat. Başka bir donanımla o kaleden direniyorum.
- Salt Galata’daki sergi, aslında nefes alıp veren kademeli bir projenin lansmanı gibi. Daha projenin ilk adımında bir şeyler demek istiyorsunuz, “dönüştürdüğünüz” bu fotoğraflarla…
Ben çok net ve keskin birşey diyorum. Ben diyorum ki, eğer bu fotoğrafları bir akademisyenin, bir müzecinin ya da fotoğrafçının eline verseydik ne yapardı? Akademisyen çelik dolaba kilitler orada çürütür, müzeci sadece görsel bir nesne olarak sergiler, fotoğraf merkezleri ise literatüre katabilirdi ancak.
Bense fotoğrafın içinde saklı olan bilginin peşindeyim ve o bilginin bugünün bilgisiyle iletişime geçmesinin yollarını açıyorum, arıyorum. Ama bu iletişimi kimseye dayatmıyorum iletişim benden uzak bir yerde kuruluyor ben sadece aracılık yapıyorum. Sonra benim de görevim bitiyor, ben o esnada babamla Bodrum’da balık tutuyor olacağım belki...
Benim bir ağırlığım var bu projelerin üzerinde ama sonrasında bu yükü de atmak işi iyiden iyiye hafifletmek çok önemli. Zamanı geldiğinde kendimi de geri çekiyorum bu projelerden, fotoğrafları gerçek sahiplerine emanet etmiş olarak.
- Aracılık demişken, Maryam Şahinyan’ın 20 yıl boyunca bir depoda duran 200 bin fotoğrafıyla karşılaştığınızda üç yıl boyunca o negatifleri temizleyeceğinizi biliyor muydunuz?
Maryam Şahinyan 1985’te yaşlılık nedeniyle yanına Fikri Kevork Çalışlar’ı yardımcı olarak alıyor, işi öğretip stüdyoyu arşiv de dahil ona devredip gidiyor ve bir daha da uğramıyor. Çalışlar dükkanı önce Üsküdar’a taşıyor yürütemeyince de kapatıp Türkiye’den gidiyor. O da gidiyor yani...
Arşiv bir süre dükkanda duruyor, dükkana badanacılar boyacılar giriyor artık, sanırsam birkaç gün boyunca da çöpe atılmak üzere sokakta bekliyor, ta ki Kumkapılı marangoz, eski TKP’li Sarkis Çerkezyan Aras Yayıncılık’ın sahibi Yetvart Tomasyan’a bu arşivden bahsedene kadar… Yetvart, Beyoğlu’ndaki Hıdivyal Palas’taki depoda saklıyor negatifleri. Stüdyo Osep sergimi beraber yaptığımız için de bir gün bana söylüyor böyle bir arşiv daha olduğunu. Bekleyelim dedim emin değildim, bekledik, sonra zamanı geldi.
- Zamanı geldi derken?
İnanmayacaksın ama ben Türkiye’yi terketme planları yapıyordum o esnada, çok bunalmış, çok hırpalanmış, çok umutsuz hissediyordum. Burada herşey suistimal edilmeye çok açık. Vasıf Kortun’a yazdım, zaten sadece ona yazdım, bu coğrafyada böyle bir projeyi beraber yürütecek değerlere sahip başka bir insan da tanımıyorum, olsaydı muhtemelen tanırdım. Hatta altına küçükte bir not düştüm, terkedeceğim ya da kalıp bunu yapacağım, o noktayadım yani hiçbir gelecek görmüyordum.
Ertesi sabah bir masanın başında konuşuyorduk, taşınacağım günü ayarlıyorduk. O kadar hızlı oldu ki herşey, üzerine kimse birkaç dakikadan fazla düşünmek istemedi. Aynı hafta stüdyo başladı, yayınevinden Ari ve Ararat’ı alıp tüm arşivi Garanti Han’a taşıdım, Vasıf Kortun tüm imkanlarını sonuna kadar açtı, beraber bulduk parasını, beraber asistan ayarladık, beraber seçtik çalışacağım masayı, ortak çocuğumuz oldu Foto Galatasaray.
- Peki ne yaptın o kutularla başbaşa kaldığın anda, önünde bir program var mıydı nasıl çalışacağına dair?
Yoktu zaten Türkiye’de pek emsali olmayan işler bunlar. Çok fazla okuma yaptım, bu konuda bugüne kadar yapılmış ne varsa sürekli birbirlerimize mail cc’liyorduk. Arşivin restorasyonu ve görselleştirilmesi üzerinde en doğru kararı vermek çok önemli çünkü bu kararı bir kez verme şansın var, yanlış birşey yaparsan tüm arşivi kaybetme riskin var. Çok yaşlı bir malzeme.
Koliler dolusu filmle baş başa kaldığımda önce dört ay boyunca rasgele seçtiğim filmler üzerinden tanımaya çalıştım arşivi. Derken sonu gelmeyen bir pratik başladı. Bir kere cam negatifle ilk kez tanışıyor, film temizlemeyi bilmiyordum. Maryam’sa müşterileriyle birlikte zamanı dondurmuş, bir hayalet kadın zaten. 1985 yılına dek tabaka filmler kullanmaya devam ediyor.
Başarısını da bir anlamda buna borçlu bence. Stüdyosunun sokağa açılan kapısı yok, üst katlarda ve arkada. Tüm dünya 70’lerde renkli fotoğrafa geçtiği halde o ısrarla siyah beyaz’a devam ediyor ve Birinci Dünya Savaşından kalan körüklü kamerasını da hiç değiştirmiyor. Oysa fotoğraf teknolojisi dünyanın en hızlı dönüşen teknolojisidir. O eski tekniği devam ettirdiği için ben de onunla beraber ta yüzyıl başına döndüm...
O üç yıl boyunca bu arşivle uğraşmamı ve inanmamı, bu ülkede her şeyin şansa keder ilerlemiş olması da sağladı sanırım. Bu ülke doğru dürüst bir ülke olsaydı, bu arşiv, pek çoğu gibi saklamak, kapatmak üzerine oluşturulmasaydı, zaten bu işler bana kalmazdı. 82 doğumluyum, ne işim var benim Osep’le, Maryam’la?
- Osep’le de benzer bir hikayeniz var. Bu toplayıcılık, koruyuculuk nerden geliyor peki?
Ben Osep’in koleksiyonunu toplamaya başladığımda Osep son 10 yılda 12 ev değiştirmişti, zaten yaşadığı bütün evler çöp evdi. O evlerden attığı kolileri kendi evime götürüyordum, çünkü içinde değerli şeyler olduğunu düşünüyordum. Sonrasında ne yaptığımı daha rahat konumlandırabildim.
Hamilerim oldu. Arab Image Foundation çok önemli benim pratiğim açısından, Akram Zaatari ve Walid Raad gibi bu medium üzerine senelerdir kafa yoran çok önemli sanatçılar var. Osep’le yola çıktığımda onları tanımıyordum ama sonra bu yolda tanıştım. Foto Galatasaray sürecince de bir kolum hep Beyrut’da oldu. Çok fazla şey öğrendim Arab Image Foundation’dan. Öğrendiklerimin hepsini de serginin enformatik bölümünde paylaştım zaten.
- Geçmişin bu paketlenmiş ve bir kenara atılmış hali trajik, ama bu mesafeden, 82’li bir genç olarak geçmişle aranıza giren mesafe bir avantaja dönüşmüş olabilir mi?
Çok önemli bir soru, katılırım. Bu “dışarıdanlık” antropolojide, sosyal bilimlerde de avantajdır. Sürekli içinde olduğun toplulukla çalışınca onu algılayamayabilirsin, anomalisi bile sana norm gibi gelebilir. Bu noktada Bodrum’da büyümüş kimliksiz bir çocuk olmanın avantajını kullanıyorum ama diğer yandan bu kadar ikonik ve ciddi konulara şimdiye kadar el atılmaması insanı hayrete düşüyor.
Bir de kendi pratiğin dururken başka birinin sanatsal süreci üzerine üç yıl çalışmak şizoid de bir durum. Bu noktaya gelmek için ciddi bir derdin olmalı. Ben antropoloji öğrenimimin ilk yıllarından beri minorities (azınlıklar) üzerine, daha özelde ise Ermeni Araştırmaları üzerine çalışan birisiyim. 2000’lerin başında bu konuda çalıştığımı söylediğimde insanlar dalga geçiyordu benimle, en küçük bir fikirleri dahi yoktu.
Ben hayatım boyunca böyle kalacak sanıyordum, bu konuyla bir avuç insan dışında kimse ilgilenmeyecek. Çok büyük değişmeler oldu, olumsuz ve olumlu anlamda. 19 Ocak 2007 benim açımdan bir kırılma noktası, çünkü o tarihlerde ben master tezim için bizzat Hrant Dink’in ofisinde Agos Arşivi üzerinde çalışıyordum.
Tanışıyorduk ama ben yine de resmi bir izin belgesi almıştım akademiden, gülmüştü, “gir içeriye, dilediğin kadar kurcala, ne için izin alıyorsun?” Öyle kurşun geçirmez cam kapılardan girmiyorduk Agos’a. Sonra ona bir namus sözü verdim, bu da benim meselem olsun, o tarihe bir yerinden dokunan ne kadar Hrant varsa bulup göstereceğim.
- Geçmişi karanlık bir ülkenin tarihine fotoğraflarla yolculuk yapmak ilginç bir tecrübe. 50 yılı kapsayan bu fotoğraf arşivi 1915’in, 6-7 Eylül’ün, göçün, darbelerin içinden geçiyor. Zamanı bir stüdyoda donduran Ermeni bir kadının hem kişisel hem de toplumsal travmaların içinde hayatı anlatan capcanlı, ama buruk belgeleri bu arşiv.
Bu fotoğrafları Paris’teki bir adama göstersek nostaljik bulur. Beyrut’tan İstanbul’dan birinin aynı şeyi söylemesi neredeyse imkansız. Nostalji dediğin şey bütün defterlerin hakkıyla kapatıldığı yerde olur, gaspın, tecavüzün, cinayetin olduğu yerde olmaz. Travmanın nostaljisi olmaz. Senin vatandaşların dünyanın her yerine dağılmış, canını kurtaran kaçmış, göçmüş, terketmiş, bunun mu nostaljisini yapacaksın?
Foto Galatasaray bu büyük fotoğrafı görmek için önemli bir mecra. Maryam gerçek hayatın ulaşılması zor bir kesimiyle ilişki kurdu ve bunu bilinçli yapmadı muhtemelen. Cumhuriyet’le birlikte İstanbul’un Türkiye’deki tüm azınlıklar için bir kale işlevi edinmesi ve bütün göçlerin buradan yaşanmasıyla, post travma içinde hayatta kalanların kentle olan son ilişkilerini, hareketlerini izliyoruz onun fotoğraflarında.
İstanbul, aynı zamanda Avrupalılığı, Hıristiyanlığı zorla elinden alınmış, tecavüz edilmiş de bir şehir. 80’lerde Sason Dağlarından toplanmış Kürtçe konuşan asimile Ermeni kadınları Maryam’ın stüdyosuna gittiklerinde sakladıkları haçları dışarıya rahatça çıkarabiliyorlar. Çünkü orası hem kamusal hem de mahrem bir alan, bu yüzden değerli bir deneyim. Kendi halkına düşman olan, kendi kültürel birikimini talan eden bir sistemde, Foto Galatasaray İstanbul’a büyük bir ders, okkalı bir tokat.
- O şizofrenik süreçte geçmişi bugünden okumak konusunda da ikilemlere düştünüz mü?
Her dönemi kendi şartları içinde okumak önemli. Öncelikle Maryam bu işi bilinçsiz yaptı, o fotoğrafları seçerken toplumsal cinsiyet terminolojisine yeni bir anlam yüklemek, sokağın toplumsal cinsiyetinin stüdyoya nasıl yansıdığını belgelemek gibi bir derdi yoktu. Esnaftı, bu işi de geçinmek için yapıyordu. O fotoğraflar çekildiğinde kültürel araştırmalar, travma araştırmaları gibi programlar da kurulmamıştı akademilerde.
Bugünün bilgisi de burada devreye giriyor. Çünkü bugünün yöntemleri daha demokratik, daha ulaşılabilir, daha kullanılabilir önermelerle geliyor. Bilim de bir hiyerarşi, bu hiyerarşiyi kurmak böyle bir arşivle çok kolay. Eski teknoloji 200 bin imajla 1 milyon insanı bir odaya tıkmıştı. Bugünün yöntemi, algısıyla iletişimi kurmak bana tarihsel kesintiye karşı da sert bir manevra gibi geliyor. Ben bizdeki bu derin kesintiler ve onlarla kuramadığımız ilişki üzerinden çok net bir slogan atıyorum ve buyurun 1 milyon insan diyorum.
- Peki bu sayı normal mi? Yani bir fotoğrafçının 50 yılda 200 bin fotoğraf çekmesi.
Aslında 50 yıl için 200 bin fotoğraf normal, ama bu işi 50 yıl boyunca yapan kimse olmadığı için farklı.
- Maryam’ın stüdyosuna gitmeden önce onu diğer fotoğrafçılardan ayıran özelliklerden, koşullarından bahsedersek öne çıkanlar neler?
Maryam fotoğrafçı olarak değil ama Agop Şahinyan’ın torunu olarak çok daha önemli birisi mesela. Onun Osmanlı parlamentosunda yer almış bir milletvekilinin torunu olmasının Ermeni cemaatinde önemi var. Ama şu da ilginç Cumhuriyet rejimi aileyi tanımayıp onlar 1915 sonrasında İstanbul’a göç ettiğinde de mahalle fotoğrafçısı olarak Harbiye’de bir apartmana sığınıp hayatlarını sürdürmeye çalışmışlar.
Dolayısıyla Maryamın koşullarını belirleyen şeyin başında 1915 ve travma geliyor. Anadolu’dan göç etmiş bir Ermeni olarak yeni sistemde hiçbir hakkı, statüsü olmadan mahalle fotoğrafçısı babasına yardım etmesiyle başlayan kendine özgü, tekil bir süreç bu. Onun koşullarını sağlayan şeylerden biri de konservatif bir yapının içinde hayatta kalması.
Kadın kimliği önemli, birtakım avantajlar yaratıyor. O günün muhafazakar koşulları içinde düşününce anlıyoruz ki, onun karşısına geçince açılan saçlar, dekoltelerden çıkan göğüsler, bakışlardaki rahatlık onun kadınlığıyla ilgili. Aynı zamanda da duasını eden, ışıklar içinde yatmayı uman dindar biri. Kadınlığı, dindarlığı, muhafazakarlığı, aristokratlığıyla tam da kendi gibi bir ağ yaratıyor. Orta sınıf, kadın, gayrimüslim ve çoğunlukla Hıristiyan…
Öte yandan Maryam bir cemaat fotoğrafçısı değil çünkü hem bir kadının cemaat fotoğrafçısı olması nereyese imkansız, hem de bu büyük teknik ister. Bu yüzden Maryam daha sivil bir alanın ihtiyaçlarını karşılamış. Anlıyoruz ki bir giden defalarca gitmiş. Bir kadının çocukluğundan gençliğine evliliğine çektiği fotoğraflar var.
Beyoğlu gibi bir yerde böyle bir tutarlılık da ilginç. Yani bu kadar kozmopolit bir yerde lokal kalıp, bir yandan bu lokalliği kendi yaşam formuyla da besleyebilmesi, bir yandan merkezi olması önemli. Döneminin Stil, Sebah, Belman gibi fotoğraf stüdyolarıyla aynı süreçlerde var olduğu halde onlarla aynı düzeyde olmamış. Onların yanında underground, ucuz ve kapalı Foto Galatasaray.
Mesela Studio Osep de, Foto Galatasaray ile aynı caddeyi paylaşmasına rağmen Beyoğlu’nun bambaşka bir yüzüne hitap ediyordu. Koca Osep arşivinden tek bir düğün ve çocuk fotoğrafı çıkmadı neredeyse. Çünkü semtin şov dünyasıyla, Yeşilçam’la, arka sokakta, genelevde çalışan hayat kadınlarıyla çalışıyordu. Foto Galatasaray ise aynı caddenin bir başka yüzü. Daha çok 40 sonrasının ara dönem stüdyosu, tipik bir Cumhuriyet sonrası karakteristiği gösteriyor.
- Dolayısıyla Türkiye modernleşmesinin güzergahını izlemek de mümkün o 50 yıl boyunca…
Sonuçta bu stüdyoda 50 yıl boyunca olanlar da İstanbul’un ilginç bir katmanını oluşturuyor. Ele ele tutuşan erkekler, aynı kadının farklı dönemleri, askerler ve eşleri, masonlar, gayler, dua eden çocuklar, iç çamaşırlı kadınlar… Gündelik hayatta ciddi karşılığı olan mizansenler bunlar. Coco Chanel’in Türk ordusuna yaptığı ilk kostümler de var, western sinemanın yükseldiği 60’larda kovboy kılığında çocuklar da. Olağanüstü bir sivil tarih, sivil malzeme…
- Siz bu 200 bin fotoğraf üzerinden sivil tarihin “açık arşiv”ini de oluşturuyorsunuz aynı zamanda. Bu yeni arşivleme yöntemini anlatır mısınız?
Eski teknolojiyle oluşturulmuş fiziksel arşivi dijtal arşive dönüştürerek dolaşıma sokmak yaptığımız. Dijital ortamda bütün fotoğraflara öncelikle kronolojik olarak bakılabiliyor. Diyelim ki 1955’in 6-7 Eylül’üne bakıyorsun, 6-7 Eylül’ün stüdyoya ne kadar yansıdığı tartışılır ama o dönem çekilmiş bütün fotoğrafları karşında görebiliyorsun.
Bu bir opsiyon. Bir diğer seçenek de tag’leme, yani etiketleme. Fotoğrafları isimler üzerinden değil de kıyafet tipi üzerinden etiketlemek gibi.
- Bu nasıl bir kolaylık sağlıyor?
Bu arşivin belli ilgi alanlarına göre veritabanına ulaşmasını kolaylaştırıyor. Bir tiyatrocu ya da modacı olarak da bu veritabanına ulaşmak isteyebilirsin, sadece düğün kareleri ya da haçlı kolyeler görmek de isteyebilirsin… Bu birbirlerinin izlerini bulmak isteyen insanların araştırmalarını da kolaylaştırıyor.
Mesela “biz bir düğün fotoğrafı çektirmiştik, elimizde de orkide vardı” diyor biri. Eğer aradığı fotoğraf hakkında bildiği bu verileri sisteme girerse önüne bütün orkideli düğün fotoğrafları çıkıyor.
Bu arşivleme tekniğini dünyada iki merkez çok iyi kullanıyor. Bir tanesi Auschwitz’teki kayıplar, diğeri de sinema arşivleri üzerine bir çalışma. Düşünsene “öpüşme sahnesi” diyorsun karşına sisteme kayıtlı bütün öpüşme sahnelerinin yer aldığı filmler geliyor. Bu etiketleme yöntemi Foto Galatasaray’ın izlenebilmesi açısından çok büyük kolaylık. Sonuçta 200 bin fotoğrafı insanlara gösteremezsin. Her fotoğrafa 1 dakika baksan 6 ay sürüyor.
- Bir sonraki adım da arşivi dijital ortamda herkese açıktan sonra kimliklendirme safhası. Buna sözel tarih çalışmalarının bir anlamda görsel versiyonu diyebilir miyiz?
2012 ortasından itibaren bu sergi bir web sitesi aracılığıyla bir daha hiç kapanmamak üzere tüm dünyada eşit ulaşıma açılacak. Orada da şöyle bir sistem devreye girecek: izleyiciler tarafından bu arşive eklenen verilerle yeni bir bilgi havuzu oluşturulacak. Diyelim ki sen o esnada tanık olduğun bir imajda yer alan bayan hakkında fikre sahipsin, dilersen bunu sisteme girebileceksin.
Aynı fotoğraf hakkında farklı kişiler bambaşka bilgiler de girebilir. Böylelikle birbirine eklemlenerek genişleyen bir veri tabanı oluşacak. Katılımcı bir sivil tarih yazımı olarak okunmaya değer olacaktır. Tarih dediğimiz şey de böyle oluşmuyor mu? Sivil tarih en masum, en yazık tarih. Çünkü hayatlar var, bir sürü hikayeler, ve biz çoğu kez bunları es geçmeyi yeğliyoruz.
Kentle ilişkini nasıl, neye göre kuruyorsun ve neye göre İstanbullusun örneğin? Sivil anlatılar üzerinden kurmuyoruz bu dengeleri, hepimiz adına konuşan bir üst dilin altında eziliyoruz. Halbu ki madalyonun başka yüzleri var. Şimdi bizler bir stüdyonun müşteri portföyü üzerinden yeni bir network’e ulaşmak için bu kimliklendirme sistemini kullanıyoruz.
- Sergi kapsamında da ‘Fotoğraf Etiketleme Günleri’ adı altında Foto Galatasaray’da poz verenleri davet ettiğiniz bir kimliklendirme çalışması yaptınız. O buluşmada neler oldu peki?
O buluşmadan önce, daha serginin ilk haftalarında insanlar fotoğraflarını duvardan indirip getirdi buraya. Sonuçta buradaki fotoğrafların hepsi sivil hayattan çıkıp geldi, hepsi birilerinin evinde, dolabında, sandığında duruyordu aynı zamanda.
‘Fotoğraf Etiketleme Günleri’ ise fotoğraflar internette kamuya açılmadan önce İstanbullulara özel bir ön çalışmaydı. Çünkü serginin ilk gününden itibaren beklediğimizden çok daha geniş bir network’e ulaştık ve bu talep aslında izlecilerden geldi. Çay günü gibiydi, bir kısır eksikti…
Aslında tanışmıyorlardı ama yolları aynı stüdyodan geçmişti, birbirlerini merak ettiler, bu hikayenin neresinde yer aldıklarını, yollarının nerede kesiştiğini konuştular. Mesela bir kadın geldi en az 500 kişiyi kimliklendirdi. Bu insanların büyük bölümü belirli cemaatlere mensup oldukları için örneğin bir kişi birisini tanıdı mı, arkası çorap söküğü gibi geliyor.
Arşivde temsil edilen insanların yüzde 70’i ise bugün diaspora statüsündeler. Asıl büyük topluluk burada değil. En büyük grup da Rumlar… Arşivde de en keskin değişim 64 kararlarından sonra yaşanıyor, 6-7 Eylül’de değil. 200 bin Rum göç ediyor 64’te İstanbul’dan.
Bizim diasporadakilerle ilişkileri nasıl kuracağımız projenin ilk gününden itibaren çok önemli bir soruydu. Biz kimseyi de buraya getirmeye zorlamıyoruz, bilgiyi oraya ulaştırabilmek istiyoruz. Bunun da tek yolu web. Sonuçta bu insanlar İstanbullu olmak üzerinden bir araya geliyor. Belirli mail listelerine Foto Galatasaray linkini ilettiğimizde belli insanlara ulaşacağını biliyoruz.
- Gelenler Maryam’ı da anlattı mı ve bu tanımlamalar sizin kafanızdaki Maryam’ı ne kadar değiştirdi?
Evet anlattılar ama hepsi de neredeyse aynı şeyleri anlattılar. Dolayısıyla hiçbir fark yaratmadı. Çünkü Maryam dünyanın en sürprizsiz ve en kuralcı kadını: Saçları hayatı boyunca kısaydı, uzun ve sıska bir kadındı, gri bir iş önlüğü giyer, kolçak takardı, Şişli’deki evinden Harbiye’deki stüdyoya yürüyerek gider, öğlenleri sadece bir elma yerdi, 1. dünya savaşından kalan körüklü kamerasını hiç değiştirmedi, dünya 70’lerde tamamen renkli filme geçmişken o 85’e kadar siyah beyaz tabaka film kullandı.
Evlenmedi, hiç çocuğu olmadı, her gün o fotoğrafları çekti ve 1996’da öldü. Bu kadınla ilgili başka hiçbir şey söylenemiyor. Böyle bir kadın, tek başına geçmiş gitmiş dünyamızdan. Bize bu kadar düz ve de mütevazi bir hayattan, dudak uçuklatacak derecede çok boyutlu bir tarih bırakmış. Başımıza ne daha gelsin bizim?
Kaynak: Özlem Altunok - Mesele Kitap Dergisi / Şubat 2012 - Sayı: 62
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)