3 Şubat 2012 Cuma

İstanbul'a Foto Galatasaray Tokatı / MESELE Kitap Dergisi - Özlem Altunok





İSTANBUL’A FOTO GALATASARAY TOKATI

Onu her ne kadar sanatçı kimliği üzerinden tanısakta, Tayfun Serttaş aynı zamanda insanın binyıllardır süren yolculuğuna kafa yoran deneysel bir araştırmacı. Uzun bir süredir fotoğrafların hayatiliğine ve gerçekliğine odaklanarak ortaya koyduğu çalışmalarla yakın tarihin kesik ve gizli sokaklarında dolaşıyor. Ortaya çıkardığı son büyük fotoğrafsa 1915’ten sonra Sivas’tan istanbul’a göç eden ve 1935-1985 yılları arasında, 50 yıl boyunca fotoğraf stüdyosunda 1 milyona yakın insanı görüntüleyen Ermeni fotoğrafçı Maryam Şahinyan’ın tozlu negatifleri. Sivil hayata dair bu 200 bin karede inkar edilen, yok sayılan travmatik bir geçmiş saklı. Serttaş geçmişten bugüne uzanan bir köprü gibi inşa ettiği bu açık arşivi önce bir sergiyle SALT Galata’da sundu. Şimdi de, dünyanın dört bir yanına dağılmış yolu İstanbul’dan geçen insanların hikayesini, hiç kapanmamak üzere internet üzerinden herkese açıyor. Okkalı bir tokat, acı bir ders olarak…

ÖZLEM ALTUNOK

- Görsel hafızayı yakın tarih üzerinden harekete geçiren çalışmalarınızdan ilki İstanbul’un yaşayan en eski stüdyo fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu’nun fotoğraf arşiviydi, şimdi de Maryam Şahinyan’ın stüdyosundan geçen insanların hikayesine ortak ediyorsunuz izleyiciyi. Önce fotoğrafla kurduğunuz ilişkiyi, bu malzemenin sizin için araçsallığını konuşalım…

Fotoğraf sosyal bir aygıt olarak ilgimi çekiyor. Ben bu fotoğraflara fotoğrafçı olarak bakmıyorum, eldeki veriyi fotografinin dar alanı içerisinde değerlendirmiyorum. Maryam Şahinyan iyi bir fotoğrafçı mı, ışık-kontras ayarlarını nasıl yaptı, döneminin neresinde yer alıyor gibi şeylerle de ilgilenmiyorum. Öncelikli malzemem görsel kayıt. Görsel kültür ve hafıza bizim aşina olmadığımız bir alan. Biz sözel ve yazılı hafızaya aşinayız.

- Sizce neden?

Çünkü bilgiyi görsellikten almıyoruz, bunun da en büyük nedeni İslami kültür. Biz tarihi ya da dini ikonografilerle değil dil aktarımıyla, efsanelerle, hikayelerle okuyoruz. Türkiye toplumunun görsel kültürle ilişkisi bugün dahi çok zayıf. İnsanların çok büyük bir bölümü karşılarına çıkan bir görsel malzemenin aynı zamanda “okunabilir” olduğunu bilgisinden ve fikrinden uzak yaşıyor. Ona nasıl yaklaşmaları gerektiğini bilmiyorlar.

Pornografikse tahrik oluyorlar en fazla, ekonomik pramidin başındaki sanat koleksiyonerleri arasında dahi yatırımını buna göre yapanlar var, bence bu konuda yediden yetmişe primitif bir noktadayız.

- Bu bir kaçış da olabilir mi, çünkü görsel olan çok gerçek, inkar etmenin önüne taş koyuyor…

Muhakkak. Çünkü anlatı bir süre sonra efsaneleşiyor, dilden dile değişiyor, manipüle ediliyor, şartlara göre yeniden formüle ediliyor. Fotoğraftaki birebir yüzleşmeye bu nedenle alışık değiliz. Çünkü fotoğraf ezber bozar. Benim için stüdyo fotoğrafları çok belirleyici.

Elbette onları “nostaljik” oldukları için sevmiyorum. Kültürel prototiplerimizi belirlemesi, konuşmanın en zor, verinin en az olduğu sivil hayata yönelmesi, sanat, popüler kültür ve gündelik yaşam sosyolojisi arasında bir köprü kurması önemli. Benim bütün meselem o köprüde cereyan ediyor.

Konunun siyasi, sosyolojik, tarihsel hatta arkeolojik katmanı da var ama benim disiplinimde oturduğu yerin öncelikli taraflarından biri, aynı zamanda master tezim de olan “kültürel bir temsiliyet aracı olarak İstanbul’da fotoğraf ve azınlıklar” konusu.

- Öncesinde de sosyal antropoloji okumuşsunuz…

Evet, o yıllarda da kent antropolojisi ve görsel antropoloji bazlı çalıştım. Kentin görsel alanla ilişkisinin hangi koşullar altında kurulduğu üzerine hala kafa yoruyorum. Örneğin bugün daha çok 3D teknolojisi üzerinden izliyoruz kenti ama yine görsel kültüre endeksli bir kent metaforu var karşımızda.

Yoluma sosyal bilimlerle devam etseydim sanırım bugün daha çok bu konuda çalışıyor olurdum fakat akademi buna ne kadar olanak tanırdı emin değilim. Başka bir noktasından, sanat üzerinden devam edebiliyorum. Öyle ya da böyle sanat hala gerçek anlamda özgür olabildiğimiz ve belli haklarımızı koruyabildiğimiz son mecra, öncelikle bu açıdan büyük bir kale benim açımdan sanat. Başka bir donanımla o kaleden direniyorum.

- Salt Galata’daki sergi, aslında nefes alıp veren kademeli bir projenin lansmanı gibi. Daha projenin ilk adımında bir şeyler demek istiyorsunuz, “dönüştürdüğünüz” bu fotoğraflarla…

Ben çok net ve keskin birşey diyorum. Ben diyorum ki, eğer bu fotoğrafları bir akademisyenin, bir müzecinin ya da fotoğrafçının eline verseydik ne yapardı? Akademisyen çelik dolaba kilitler orada çürütür, müzeci sadece görsel bir nesne olarak sergiler, fotoğraf merkezleri ise literatüre katabilirdi ancak.

Bense fotoğrafın içinde saklı olan bilginin peşindeyim ve o bilginin bugünün bilgisiyle iletişime geçmesinin yollarını açıyorum, arıyorum. Ama bu iletişimi kimseye dayatmıyorum iletişim benden uzak bir yerde kuruluyor ben sadece aracılık yapıyorum. Sonra benim de görevim bitiyor, ben o esnada babamla Bodrum’da balık tutuyor olacağım belki...

Benim bir ağırlığım var bu projelerin üzerinde ama sonrasında bu yükü de atmak işi iyiden iyiye hafifletmek çok önemli. Zamanı geldiğinde kendimi de geri çekiyorum bu projelerden, fotoğrafları gerçek sahiplerine emanet etmiş olarak.

- Aracılık demişken, Maryam Şahinyan’ın 20 yıl boyunca bir depoda duran 200 bin fotoğrafıyla karşılaştığınızda üç yıl boyunca o negatifleri temizleyeceğinizi biliyor muydunuz?

Maryam Şahinyan 1985’te yaşlılık nedeniyle yanına Fikri Kevork Çalışlar’ı yardımcı olarak alıyor, işi öğretip stüdyoyu arşiv de dahil ona devredip gidiyor ve bir daha da uğramıyor. Çalışlar dükkanı önce Üsküdar’a taşıyor yürütemeyince de kapatıp Türkiye’den gidiyor. O da gidiyor yani...

Arşiv bir süre dükkanda duruyor, dükkana badanacılar boyacılar giriyor artık, sanırsam birkaç gün boyunca da çöpe atılmak üzere sokakta bekliyor, ta ki Kumkapılı marangoz, eski TKP’li Sarkis Çerkezyan Aras Yayıncılık’ın sahibi Yetvart Tomasyan’a bu arşivden bahsedene kadar… Yetvart, Beyoğlu’ndaki Hıdivyal Palas’taki depoda saklıyor negatifleri. Stüdyo Osep sergimi beraber yaptığımız için de bir gün bana söylüyor böyle bir arşiv daha olduğunu. Bekleyelim dedim emin değildim, bekledik, sonra zamanı geldi.

- Zamanı geldi derken?

İnanmayacaksın ama ben Türkiye’yi terketme planları yapıyordum o esnada, çok bunalmış, çok hırpalanmış, çok umutsuz hissediyordum. Burada herşey suistimal edilmeye çok açık. Vasıf Kortun’a yazdım, zaten sadece ona yazdım, bu coğrafyada böyle bir projeyi beraber yürütecek değerlere sahip başka bir insan da tanımıyorum, olsaydı muhtemelen tanırdım. Hatta altına küçükte bir not düştüm, terkedeceğim ya da kalıp bunu yapacağım, o noktayadım yani hiçbir gelecek görmüyordum.

Ertesi sabah bir masanın başında konuşuyorduk, taşınacağım günü ayarlıyorduk. O kadar hızlı oldu ki herşey, üzerine kimse birkaç dakikadan fazla düşünmek istemedi. Aynı hafta stüdyo başladı, yayınevinden Ari ve Ararat’ı alıp tüm arşivi Garanti Han’a taşıdım, Vasıf Kortun tüm imkanlarını sonuna kadar açtı, beraber bulduk parasını, beraber asistan ayarladık, beraber seçtik çalışacağım masayı, ortak çocuğumuz oldu Foto Galatasaray.

- Peki ne yaptın o kutularla başbaşa kaldığın anda, önünde bir program var mıydı nasıl çalışacağına dair?

Yoktu zaten Türkiye’de pek emsali olmayan işler bunlar. Çok fazla okuma yaptım, bu konuda bugüne kadar yapılmış ne varsa sürekli birbirlerimize mail cc’liyorduk. Arşivin restorasyonu ve görselleştirilmesi üzerinde en doğru kararı vermek çok önemli çünkü bu kararı bir kez verme şansın var, yanlış birşey yaparsan tüm arşivi kaybetme riskin var. Çok yaşlı bir malzeme.

Koliler dolusu filmle baş başa kaldığımda önce dört ay boyunca rasgele seçtiğim filmler üzerinden tanımaya çalıştım arşivi. Derken sonu gelmeyen bir pratik başladı. Bir kere cam negatifle ilk kez tanışıyor, film temizlemeyi bilmiyordum. Maryam’sa müşterileriyle birlikte zamanı dondurmuş, bir hayalet kadın zaten. 1985 yılına dek tabaka filmler kullanmaya devam ediyor.

Başarısını da bir anlamda buna borçlu bence. Stüdyosunun sokağa açılan kapısı yok, üst katlarda ve arkada. Tüm dünya 70’lerde renkli fotoğrafa geçtiği halde o ısrarla siyah beyaz’a devam ediyor ve Birinci Dünya Savaşından kalan körüklü kamerasını da hiç değiştirmiyor. Oysa fotoğraf teknolojisi dünyanın en hızlı dönüşen teknolojisidir. O eski tekniği devam ettirdiği için ben de onunla beraber ta yüzyıl başına döndüm...

O üç yıl boyunca bu arşivle uğraşmamı ve inanmamı, bu ülkede her şeyin şansa keder ilerlemiş olması da sağladı sanırım. Bu ülke doğru dürüst bir ülke olsaydı, bu arşiv, pek çoğu gibi saklamak, kapatmak üzerine oluşturulmasaydı, zaten bu işler bana kalmazdı. 82 doğumluyum, ne işim var benim Osep’le, Maryam’la?

- Osep’le de benzer bir hikayeniz var. Bu toplayıcılık, koruyuculuk nerden geliyor peki?

Ben Osep’in koleksiyonunu toplamaya başladığımda Osep son 10 yılda 12 ev değiştirmişti, zaten yaşadığı bütün evler çöp evdi. O evlerden attığı kolileri kendi evime götürüyordum, çünkü içinde değerli şeyler olduğunu düşünüyordum. Sonrasında ne yaptığımı daha rahat konumlandırabildim.

Hamilerim oldu. Arab Image Foundation çok önemli benim pratiğim açısından, Akram Zaatari ve Walid Raad gibi bu medium üzerine senelerdir kafa yoran çok önemli sanatçılar var. Osep’le yola çıktığımda onları tanımıyordum ama sonra bu yolda tanıştım. Foto Galatasaray sürecince de bir kolum hep Beyrut’da oldu. Çok fazla şey öğrendim Arab Image Foundation’dan. Öğrendiklerimin hepsini de serginin enformatik bölümünde paylaştım zaten.

- Geçmişin bu paketlenmiş ve bir kenara atılmış hali trajik, ama bu mesafeden, 82’li bir genç olarak geçmişle aranıza giren mesafe bir avantaja dönüşmüş olabilir mi?

Çok önemli bir soru, katılırım. Bu “dışarıdanlık” antropolojide, sosyal bilimlerde de avantajdır. Sürekli içinde olduğun toplulukla çalışınca onu algılayamayabilirsin, anomalisi bile sana norm gibi gelebilir. Bu noktada Bodrum’da büyümüş kimliksiz bir çocuk olmanın avantajını kullanıyorum ama diğer yandan bu kadar ikonik ve ciddi konulara şimdiye kadar el atılmaması insanı hayrete düşüyor.

Bir de kendi pratiğin dururken başka birinin sanatsal süreci üzerine üç yıl çalışmak şizoid de bir durum. Bu noktaya gelmek için ciddi bir derdin olmalı. Ben antropoloji öğrenimimin ilk yıllarından beri minorities (azınlıklar) üzerine, daha özelde ise Ermeni Araştırmaları üzerine çalışan birisiyim. 2000’lerin başında bu konuda çalıştığımı söylediğimde insanlar dalga geçiyordu benimle, en küçük bir fikirleri dahi yoktu.

Ben hayatım boyunca böyle kalacak sanıyordum, bu konuyla bir avuç insan dışında kimse ilgilenmeyecek. Çok büyük değişmeler oldu, olumsuz ve olumlu anlamda. 19 Ocak 2007 benim açımdan bir kırılma noktası, çünkü o tarihlerde ben master tezim için bizzat Hrant Dink’in ofisinde Agos Arşivi üzerinde çalışıyordum.

Tanışıyorduk ama ben yine de resmi bir izin belgesi almıştım akademiden, gülmüştü, “gir içeriye, dilediğin kadar kurcala, ne için izin alıyorsun?” Öyle kurşun geçirmez cam kapılardan girmiyorduk Agos’a. Sonra ona bir namus sözü verdim, bu da benim meselem olsun, o tarihe bir yerinden dokunan ne kadar Hrant varsa bulup göstereceğim.

- Geçmişi karanlık bir ülkenin tarihine fotoğraflarla yolculuk yapmak ilginç bir tecrübe. 50 yılı kapsayan bu fotoğraf arşivi 1915’in, 6-7 Eylül’ün, göçün, darbelerin içinden geçiyor. Zamanı bir stüdyoda donduran Ermeni bir kadının hem kişisel hem de toplumsal travmaların içinde hayatı anlatan capcanlı, ama buruk belgeleri bu arşiv.

Bu fotoğrafları Paris’teki bir adama göstersek nostaljik bulur. Beyrut’tan İstanbul’dan birinin aynı şeyi söylemesi neredeyse imkansız. Nostalji dediğin şey bütün defterlerin hakkıyla kapatıldığı yerde olur, gaspın, tecavüzün, cinayetin olduğu yerde olmaz. Travmanın nostaljisi olmaz. Senin vatandaşların dünyanın her yerine dağılmış, canını kurtaran kaçmış, göçmüş, terketmiş, bunun mu nostaljisini yapacaksın?

Foto Galatasaray bu büyük fotoğrafı görmek için önemli bir mecra. Maryam gerçek hayatın ulaşılması zor bir kesimiyle ilişki kurdu ve bunu bilinçli yapmadı muhtemelen. Cumhuriyet’le birlikte İstanbul’un Türkiye’deki tüm azınlıklar için bir kale işlevi edinmesi ve bütün göçlerin buradan yaşanmasıyla, post travma içinde hayatta kalanların kentle olan son ilişkilerini, hareketlerini izliyoruz onun fotoğraflarında.

İstanbul, aynı zamanda Avrupalılığı, Hıristiyanlığı zorla elinden alınmış, tecavüz edilmiş de bir şehir. 80’lerde Sason Dağlarından toplanmış Kürtçe konuşan asimile Ermeni kadınları Maryam’ın stüdyosuna gittiklerinde sakladıkları haçları dışarıya rahatça çıkarabiliyorlar. Çünkü orası hem kamusal hem de mahrem bir alan, bu yüzden değerli bir deneyim. Kendi halkına düşman olan, kendi kültürel birikimini talan eden bir sistemde, Foto Galatasaray İstanbul’a büyük bir ders, okkalı bir tokat.

- O şizofrenik süreçte geçmişi bugünden okumak konusunda da ikilemlere düştünüz mü?

Her dönemi kendi şartları içinde okumak önemli. Öncelikle Maryam bu işi bilinçsiz yaptı, o fotoğrafları seçerken toplumsal cinsiyet terminolojisine yeni bir anlam yüklemek, sokağın toplumsal cinsiyetinin stüdyoya nasıl yansıdığını belgelemek gibi bir derdi yoktu. Esnaftı, bu işi de geçinmek için yapıyordu. O fotoğraflar çekildiğinde kültürel araştırmalar, travma araştırmaları gibi programlar da kurulmamıştı akademilerde.

Bugünün bilgisi de burada devreye giriyor. Çünkü bugünün yöntemleri daha demokratik, daha ulaşılabilir, daha kullanılabilir önermelerle geliyor. Bilim de bir hiyerarşi, bu hiyerarşiyi kurmak böyle bir arşivle çok kolay. Eski teknoloji 200 bin imajla 1 milyon insanı bir odaya tıkmıştı. Bugünün yöntemi, algısıyla iletişimi kurmak bana tarihsel kesintiye karşı da sert bir manevra gibi geliyor. Ben bizdeki bu derin kesintiler ve onlarla kuramadığımız ilişki üzerinden çok net bir slogan atıyorum ve buyurun 1 milyon insan diyorum.

- Peki bu sayı normal mi? Yani bir fotoğrafçının 50 yılda 200 bin fotoğraf çekmesi.

Aslında 50 yıl için 200 bin fotoğraf normal, ama bu işi 50 yıl boyunca yapan kimse olmadığı için farklı.

- Maryam’ın stüdyosuna gitmeden önce onu diğer fotoğrafçılardan ayıran özelliklerden, koşullarından bahsedersek öne çıkanlar neler?

Maryam fotoğrafçı olarak değil ama Agop Şahinyan’ın torunu olarak çok daha önemli birisi mesela. Onun Osmanlı parlamentosunda yer almış bir milletvekilinin torunu olmasının Ermeni cemaatinde önemi var. Ama şu da ilginç Cumhuriyet rejimi aileyi tanımayıp onlar 1915 sonrasında İstanbul’a göç ettiğinde de mahalle fotoğrafçısı olarak Harbiye’de bir apartmana sığınıp hayatlarını sürdürmeye çalışmışlar.

Dolayısıyla Maryamın koşullarını belirleyen şeyin başında 1915 ve travma geliyor. Anadolu’dan göç etmiş bir Ermeni olarak yeni sistemde hiçbir hakkı, statüsü olmadan mahalle fotoğrafçısı babasına yardım etmesiyle başlayan kendine özgü, tekil bir süreç bu. Onun koşullarını sağlayan şeylerden biri de konservatif bir yapının içinde hayatta kalması.

Kadın kimliği önemli, birtakım avantajlar yaratıyor. O günün muhafazakar koşulları içinde düşününce anlıyoruz ki, onun karşısına geçince açılan saçlar, dekoltelerden çıkan göğüsler, bakışlardaki rahatlık onun kadınlığıyla ilgili. Aynı zamanda da duasını eden, ışıklar içinde yatmayı uman dindar biri. Kadınlığı, dindarlığı, muhafazakarlığı, aristokratlığıyla tam da kendi gibi bir ağ yaratıyor. Orta sınıf, kadın, gayrimüslim ve çoğunlukla Hıristiyan…

Öte yandan Maryam bir cemaat fotoğrafçısı değil çünkü hem bir kadının cemaat fotoğrafçısı olması nereyese imkansız, hem de bu büyük teknik ister. Bu yüzden Maryam daha sivil bir alanın ihtiyaçlarını karşılamış. Anlıyoruz ki bir giden defalarca gitmiş. Bir kadının çocukluğundan gençliğine evliliğine çektiği fotoğraflar var.

Beyoğlu gibi bir yerde böyle bir tutarlılık da ilginç. Yani bu kadar kozmopolit bir yerde lokal kalıp, bir yandan bu lokalliği kendi yaşam formuyla da besleyebilmesi, bir yandan merkezi olması önemli. Döneminin Stil, Sebah, Belman gibi fotoğraf stüdyolarıyla aynı süreçlerde var olduğu halde onlarla aynı düzeyde olmamış. Onların yanında underground, ucuz ve kapalı Foto Galatasaray.

Mesela Studio Osep de, Foto Galatasaray ile aynı caddeyi paylaşmasına rağmen Beyoğlu’nun bambaşka bir yüzüne hitap ediyordu. Koca Osep arşivinden tek bir düğün ve çocuk fotoğrafı çıkmadı neredeyse. Çünkü semtin şov dünyasıyla, Yeşilçam’la, arka sokakta, genelevde çalışan hayat kadınlarıyla çalışıyordu. Foto Galatasaray ise aynı caddenin bir başka yüzü. Daha çok 40 sonrasının ara dönem stüdyosu, tipik bir Cumhuriyet sonrası karakteristiği gösteriyor.

- Dolayısıyla Türkiye modernleşmesinin güzergahını izlemek de mümkün o 50 yıl boyunca…

Sonuçta bu stüdyoda 50 yıl boyunca olanlar da İstanbul’un ilginç bir katmanını oluşturuyor. Ele ele tutuşan erkekler, aynı kadının farklı dönemleri, askerler ve eşleri, masonlar, gayler, dua eden çocuklar, iç çamaşırlı kadınlar… Gündelik hayatta ciddi karşılığı olan mizansenler bunlar. Coco Chanel’in Türk ordusuna yaptığı ilk kostümler de var, western sinemanın yükseldiği 60’larda kovboy kılığında çocuklar da. Olağanüstü bir sivil tarih, sivil malzeme…

- Siz bu 200 bin fotoğraf üzerinden sivil tarihin “açık arşiv”ini de oluşturuyorsunuz aynı zamanda. Bu yeni arşivleme yöntemini anlatır mısınız?

Eski teknolojiyle oluşturulmuş fiziksel arşivi dijtal arşive dönüştürerek dolaşıma sokmak yaptığımız. Dijital ortamda bütün fotoğraflara öncelikle kronolojik olarak bakılabiliyor. Diyelim ki 1955’in 6-7 Eylül’üne bakıyorsun, 6-7 Eylül’ün stüdyoya ne kadar yansıdığı tartışılır ama o dönem çekilmiş bütün fotoğrafları karşında görebiliyorsun.

Bu bir opsiyon. Bir diğer seçenek de tag’leme, yani etiketleme. Fotoğrafları isimler üzerinden değil de kıyafet tipi üzerinden etiketlemek gibi.

- Bu nasıl bir kolaylık sağlıyor?

Bu arşivin belli ilgi alanlarına göre veritabanına ulaşmasını kolaylaştırıyor. Bir tiyatrocu ya da modacı olarak da bu veritabanına ulaşmak isteyebilirsin, sadece düğün kareleri ya da haçlı kolyeler görmek de isteyebilirsin… Bu birbirlerinin izlerini bulmak isteyen insanların araştırmalarını da kolaylaştırıyor.

Mesela “biz bir düğün fotoğrafı çektirmiştik, elimizde de orkide vardı” diyor biri. Eğer aradığı fotoğraf hakkında bildiği bu verileri sisteme girerse önüne bütün orkideli düğün fotoğrafları çıkıyor.

Bu arşivleme tekniğini dünyada iki merkez çok iyi kullanıyor. Bir tanesi Auschwitz’teki kayıplar, diğeri de sinema arşivleri üzerine bir çalışma. Düşünsene “öpüşme sahnesi” diyorsun karşına sisteme kayıtlı bütün öpüşme sahnelerinin yer aldığı filmler geliyor. Bu etiketleme yöntemi Foto Galatasaray’ın izlenebilmesi açısından çok büyük kolaylık. Sonuçta 200 bin fotoğrafı insanlara gösteremezsin. Her fotoğrafa 1 dakika baksan 6 ay sürüyor.

- Bir sonraki adım da arşivi dijital ortamda herkese açıktan sonra kimliklendirme safhası. Buna sözel tarih çalışmalarının bir anlamda görsel versiyonu diyebilir miyiz?

2012 ortasından itibaren bu sergi bir web sitesi aracılığıyla bir daha hiç kapanmamak üzere tüm dünyada eşit ulaşıma açılacak. Orada da şöyle bir sistem devreye girecek: izleyiciler tarafından bu arşive eklenen verilerle yeni bir bilgi havuzu oluşturulacak. Diyelim ki sen o esnada tanık olduğun bir imajda yer alan bayan hakkında fikre sahipsin, dilersen bunu sisteme girebileceksin.

Aynı fotoğraf hakkında farklı kişiler bambaşka bilgiler de girebilir. Böylelikle birbirine eklemlenerek genişleyen bir veri tabanı oluşacak. Katılımcı bir sivil tarih yazımı olarak okunmaya değer olacaktır. Tarih dediğimiz şey de böyle oluşmuyor mu? Sivil tarih en masum, en yazık tarih. Çünkü hayatlar var, bir sürü hikayeler, ve biz çoğu kez bunları es geçmeyi yeğliyoruz.

Kentle ilişkini nasıl, neye göre kuruyorsun ve neye göre İstanbullusun örneğin? Sivil anlatılar üzerinden kurmuyoruz bu dengeleri, hepimiz adına konuşan bir üst dilin altında eziliyoruz. Halbu ki madalyonun başka yüzleri var. Şimdi bizler bir stüdyonun müşteri portföyü üzerinden yeni bir network’e ulaşmak için bu kimliklendirme sistemini kullanıyoruz.

- Sergi kapsamında da ‘Fotoğraf Etiketleme Günleri’ adı altında Foto Galatasaray’da poz verenleri davet ettiğiniz bir kimliklendirme çalışması yaptınız. O buluşmada neler oldu peki?

O buluşmadan önce, daha serginin ilk haftalarında insanlar fotoğraflarını duvardan indirip getirdi buraya. Sonuçta buradaki fotoğrafların hepsi sivil hayattan çıkıp geldi, hepsi birilerinin evinde, dolabında, sandığında duruyordu aynı zamanda.

‘Fotoğraf Etiketleme Günleri’ ise fotoğraflar internette kamuya açılmadan önce İstanbullulara özel bir ön çalışmaydı. Çünkü serginin ilk gününden itibaren beklediğimizden çok daha geniş bir network’e ulaştık ve bu talep aslında izlecilerden geldi. Çay günü gibiydi, bir kısır eksikti…

Aslında tanışmıyorlardı ama yolları aynı stüdyodan geçmişti, birbirlerini merak ettiler, bu hikayenin neresinde yer aldıklarını, yollarının nerede kesiştiğini konuştular. Mesela bir kadın geldi en az 500 kişiyi kimliklendirdi. Bu insanların büyük bölümü belirli cemaatlere mensup oldukları için örneğin bir kişi birisini tanıdı mı, arkası çorap söküğü gibi geliyor.

Arşivde temsil edilen insanların yüzde 70’i ise bugün diaspora statüsündeler. Asıl büyük topluluk burada değil. En büyük grup da Rumlar… Arşivde de en keskin değişim 64 kararlarından sonra yaşanıyor, 6-7 Eylül’de değil. 200 bin Rum göç ediyor 64’te İstanbul’dan.

Bizim diasporadakilerle ilişkileri nasıl kuracağımız projenin ilk gününden itibaren çok önemli bir soruydu. Biz kimseyi de buraya getirmeye zorlamıyoruz, bilgiyi oraya ulaştırabilmek istiyoruz. Bunun da tek yolu web. Sonuçta bu insanlar İstanbullu olmak üzerinden bir araya geliyor. Belirli mail listelerine Foto Galatasaray linkini ilettiğimizde belli insanlara ulaşacağını biliyoruz.

- Gelenler Maryam’ı da anlattı mı ve bu tanımlamalar sizin kafanızdaki Maryam’ı ne kadar değiştirdi?

Evet anlattılar ama hepsi de neredeyse aynı şeyleri anlattılar. Dolayısıyla hiçbir fark yaratmadı. Çünkü Maryam dünyanın en sürprizsiz ve en kuralcı kadını: Saçları hayatı boyunca kısaydı, uzun ve sıska bir kadındı, gri bir iş önlüğü giyer, kolçak takardı, Şişli’deki evinden Harbiye’deki stüdyoya yürüyerek gider, öğlenleri sadece bir elma yerdi, 1. dünya savaşından kalan körüklü kamerasını hiç değiştirmedi, dünya 70’lerde tamamen renkli filme geçmişken o 85’e kadar siyah beyaz tabaka film kullandı.

Evlenmedi, hiç çocuğu olmadı, her gün o fotoğrafları çekti ve 1996’da öldü. Bu kadınla ilgili başka hiçbir şey söylenemiyor. Böyle bir kadın, tek başına geçmiş gitmiş dünyamızdan. Bize bu kadar düz ve de mütevazi bir hayattan, dudak uçuklatacak derecede çok boyutlu bir tarih bırakmış. Başımıza ne daha gelsin bizim?

Kaynak: Özlem Altunok - Mesele Kitap Dergisi / Şubat 2012 - Sayı: 62

Hiç yorum yok: