29 Ekim 2012 Pazartesi
27 Ekim 2012 Cumartesi
26 Ekim 2012 Cuma
Orhan Pamuk'un Sonning Ödülü'nü kabul konuşması ve üzerine;
Tartışmasız bugün okuduğum en güzel yazı, Orhan Pamuk'un Sonning Ödülü'nü kabul için Kopenhag Üniversitesi'nde yaptığı konuşmanın tam metniydi. Aşağıda tümünü paylaşacağım bu heyecan verici metinde, tek bir ifade, gün boyunca zihnimde gidip geldi, ve en sonunda - hızla - birkaç ekleme yapmaya karar verdim.
Pamuk, metnin en can alıcı paragraflarından birisinde, oldukça çarpıcı bir tespitte bulunuyor ve izleyicilere şöyle sesleniyordu; "Burada altını çizeceğim önemli bir nokta var: Türkiye, tarihinde hiçbir zaman bir Batı kolonisi olmamış, Avrupalı sömürgeciler tarafından ezilmemiştir. Bu da bizlerin Batılılaşmacı Avrupa hayallerimizi kötü hatıralara ve suçluluk duygularına kapılmadan daha sorunsuz ve rahat yaşamamızı sağlıyor ve evet, bizleri Avrupa konusunda sömürgecilik sonrası toplumlardan daha saf yapıyordu. Avrupa hâlâ benim için, öncelikle kitaplar ve resimler; yani kütüphaneler ve müzeler anlamına gelir."
Emin olamadım.
Kuşkusuz Türkiye, tarihin hiçbir döneminde, örneğin Mısır'ın geçirdiği gibi bir kolonyalizm travması atlatmadı. Ancak, özellikle Osmanlı düşünce dünyası kökenlerini 18.yüzyıla dek indirebileceğimiz Batılılaşma serüveniyle birlikte "self-kolonyalizm" olarak tanımlanabilecek bir deneyimden geçti. O büyük deneyimin merkezine yerleşti, şarkiyatçılık. Bizler bugün - post-kolonyalizm çağında - tam da o deneyimin çelişkisindeyiz gibi geliyor.
Bugün adını çok net koymasak da, akabinde en çok İttihat ve Terakki'nin koltuğunu sağlamlaştıracak olan Batılılaşma hareketi ve buna paralel olarak uygulanan reformlar (kısaca çarpık modernizasyon) Osmanlı'nın nicedir görmezlikten gelinen "Batılı mirasının" kolonizasyon üzerinden lanse edilmesine zemin hazırlıyordu. İttihatçılar, Batılılaşma'ya karşı doğan tepkiden faydalanıyordu. Üstelik içeride, küçük de olsa İngiliz ve Fransız mandasından yana olan kesimler vardı. Bu tedirginlik, başta düşünce dünyası olmak üzere, Osmanlı'nın son 200 yılına damgasını vurdu. Cumhuriyet'e uzanan süreçte "toprak bütünlüğü ve bağımsızlık" ideolojisinin obsesyon düzeyinde ön plana çıkması, Damat Ferit gibi bizzat içeriden yaratılan hainler, Lozan'a rağmen sergilenen tavır, geçmişi 200 seneyi bulan bir endişenin sonucu olmalıydı. Belki de bu endişenin bir sonucu olarak, 1940'lı yıllara dek, "bizler olmasaydık ananızın adı mama olurdu" tehtidi, bizzat siyasiler tarafından topluma had safhada yansıtıldı. Toplumun gözünü korkutmak ve kalabalıkları galeyana getirmek için harikülade bir kozdu; Avrupa!
Yüzyıl başına kadar, bugünkü dilde "ücra" olarak tanımladığımız Anadolu'nun o en ücra köşelerinin neredeyse tümünde misyoner okulları vardı. Hedeflerinde Hristiyan topluluklar olsa da, niyahetinde Osmanlı vatandaşlarına hizmet vermek üzere kurulmuşlardı. Aynı şekilde başkent İstanbul, Pera'dan doğru küçümsenemeyecek bir kültürel dönüşüme sahne oluyordu. Avrupa, Osmanlı topraklarına "resmi kolonileri" olarak tanımlayabileceğimiz devletlerin birçoğuna yaptığından ÇOK DAHA BÜYÜK yatırımlar yapıyordu... Sonrasında bu yatırımları teker teker dinamitlerle yıkanların ağızlarından, o günlerde tek bir söz duyuluyordu; "Batı hegemonyasından sonsuza dek kurtuluyoruz!" 1.Dünya Savaşı'nda tam da bu uğurda içerideki Hristiyanların canına kıyılmıştı, Kıbrıs Türktür Cemiyeti'ne dek aynı ideoloji neredeyse her 10 senede bir filizlenerek yeni kuşaklara aktarıldı... Bu bağlamda Türk ulusu, ulusal kimliğini Batı'ya karşı, hali hazırda kolonyalizme endeksli bir "bağımsızlık mücadelesi" üzerinden tanımlamıştı, siz o "mücadelenin" içini artık neyle doldurursanız... Örneğin ben, 19 Ocak'a kadar getiriyorum.
Bu bağlamda, siyaseten ve hukuken adı koyulmamış olsa da Osmanlı'nın 19. ve 20. yüzyıllarını kapsayan periyot, örneğin sol eğilimli ya da milliyetçi bir tarihçinin gözünden kolaylıkla "kültürel kolonyalizm" olarak okunabilir. Kahrolması umulan, Batı emperyalizmi olarak gevelenen ifadenin altında, biraz da bu tarihin ürettiği intikam duygusu yatar. Nitekim o dönem üreten entelektüellerin fikirleri, bugün kolaylıkla "sömürge aydını görüşü" olarak manipüle edilebilir. Bu yaklaşımın bugün dahi böylesine kolay çalışmasının, ayrıca psikopatolojisini çıkartmak gerekir. Fakat aynı yaklaşım, bağımsız bir yazar tarafından da samimiyetle öne sürülebilir, niyet farklı olsa da, en azından Osmanlı'nın dağılma dönemi kolaylıkla Avrupa ile ilişkilendirilebilir.
Buradan başa dönersek, gayet tabi bugün bir Türk, Avrupa hayalleri kurarken Kahireli bir Arap'ın hissettiği ezilmişlikten çok daha farklı hisseder, fakat bu tek başına, Türklerin Avrupa'ya karşı duydukları bitmek bilmez "GÜVEN EKSİKLİĞİNİ" telafi edemez. Tam da bu tedirginliği, bu kez din üzerinden - islamofobi'yi araçsallaştırarak - yeniden üretime sokan bir iktidar döneminde, artık gündelik sohbetlerinde dahi neo Osmanlıcılıktan bahseden Türkler'in haleti ruhiyeleri konusunda belki biraz iyimser davranmışsınız.
Dışarıya karşı tamam öyle, ama bu konuyu içeriye karşı daha derin tartışmak lazım, çok önemli olduğu için.
.................................................
Orhan Pamuk'un Sonning Ödülü'nü kabulü sırasında Kopenhag Üniversitesi'nde yaptığı konuşmanın tam metni;
Sayın Rektör, değerli profesörler, misafirler; bu ödülü benim için o kadar güzel kılan şey, yalnızca veren jüri ve şimdiye kadar şereflendirilmiş seçkin yazar ve sanatçılar değil... Onlar kadar ödülün veriliş gerekçesi de beni mutlu etti. Romanlarımda, düzyazılarımda Avrupa fikrine ya da kültürüne ilişkin bir-iki mütevazı şey söylemiş olmam da elbette Avrupa’nın sınırlarında yaşıyor olmam ile ilgili. Bütün hayatım Avrupa kıtasının içinde, Avrupa’nın sınırında, evimin ya da yazıhanemin penceresinden, Boğaz’ın öteki yakasını, Asya’yı seyrederek ve modernlik ve Avrupa hakkında düşünerek ve dünyanın geri kalanı gibi kendimi taşralı hissederek geçti.
Kitaplarım hem bu taşralılık duygusuna isyan etme azmiyle, hem de onu gururla sahiplenme dürtüsüyle yazılmıştır. Batı dışında yaşayan milyarlarca insan gibi, hayatım boyunca zaman zaman hem uzaktan Avrupa’ya bakarak kendi kimliğimin ne olduğunu düşündüm, hem de kendi kimliğimi düşünürken uzaktan Avrupa’nın benim için, hepimiz için ne olabileceğini hayal ettim. Yani bu konularda dünya nüfusunun çoğunluğunun davrandığı gibi davrandım. Benim şehrim İstanbul, Avrupa’nın tam bittiği, ya da tam başladığı yerde olduğu için, bu yakınlık sayesinde düşüncelerimi, öfkelerimi de başkalarına göre daha şiddetle ve sürekli olarak yaşadım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün 1920 ve 30’lardaki Batılılaşmacı ve laik reformlarına kalben inanmış yukarı orta sınıf bir İstanbul ailesindenim. Yalnız babam değil, lise tarih öğretmenliği eğitimi almış 1898 doğumlu babaannem de evde Kemal Atatürk gibi “muasır medeniyet” sözünü kullanır, bununla da gene Kemal Atatürk gibi “Avrupa”yı kastederdi. Evde, çocukluğumda, 1950’lerde, 60’larda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının bu fikirlerinden kimse şüphelenmezdi. 20’nci yüzyılın ortasında, İstanbul’da yukarı sınıf hayatı süren bizler için Avrupa iş bulmak için gideceğimiz, mal alıp satacağımız, ya da sermayedarlarıyla işbirliği yapacağımız bir yer olmaktan çok; medeniyetini örnek alacağımız bir kültürdü. Bu şimdi biraz safiyane bir düşünce gibi gözükebilir. Ama ta 1970’lerde bile Türkiye’nin okumuş yazmış orta sınıfları, Batı dışı ülkelerin iyi eğitim almış bütün orta sınıfları gibi Avrupa’nın harekete geçirdiği düşüncelerden etkilenmeyi, Avrupa’yı kendi ülkelerinin geleceği için bir örnek olarak görmeyi bir saflık olarak görmezdi.
Burada altını çizeceğim önemli bir nokta var: Türkiye, tarihinde hiçbir zaman bir Batı kolonisi olmamış, Avrupalı sömürgeciler tarafından ezilmemiştir. Bu da bizlerin Batılılaşmacı Avrupa hayallerimizi kötü hatıralara ve suçluluk duygularına kapılmadan daha sorunsuz ve rahat yaşamamızı sağlıyor ve evet, bizleri Avrupa konusunda sömürgecilik sonrası toplumlardan daha saf yapıyordu. Avrupa hâlâ benim için, öncelikle kitaplar ve resimler; yani kütüphaneler ve müzeler anlamına gelir.
Bu ödülü Ekim 2012’de değil de yedi yıl önce Ekim 2004’te almış olsaydım burada Avrupa konusunda aynı saflık ile konuşmaya özen gösterir, belki de bu törende Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin hepimiz için ne kadar harika olacağını sizlere anlatmaya girişirdim. Ekim 2004’te Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişki en yüksek noktasındaydı. O ay Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu İstanbul’da coşkulu bir toplantı yapmıştı. Türk kamuoyu, basının çoğu, Avrupa Birliği ile Türkiye devleti arasında resmî görüşmelerin başlamış olmasından mutlu gözüküyordu. Bazı Türk gazeteleri, her şeyin çok çabuk gelişebileceğini, on yıl sonrayani 2014’te- Türkiye’nin büyük ihtimalle Avrupa Birliği’nin tam üyesi olacağını iyimserlikle bildiriyorlardı. Başka bazı gazeteler Avrupa Birliği’ne tam üye olursak, Türk vatandaşlarının kavuşacağı ayrıcalıkları bir peri masalı havasıyla abartarak yazıyordu. Hepimiz istediğimiz Avrupa ülkesinde istediğimiz işe girip çalışabilecektik; Avrupa’ya yolculuk edebilmek için konsolosluk kapılarında uzun kuyruklarda çektiğimiz çileler ve aşağılanmalar da artık kimse bizden vize sormayacağı için bitecekti. Ve en önemlisi tıpkı Yunanistan’a olduğu gibi Türkiye’ye de Avrupa Birliği fonlarından büyük paralar geleceği, yatırımlar yapılacağı için bizler-hepimiz kısa sürede sınıf atlayıp tıpkı Avrupalılar gibi yaşamaya başlayacaktık.
Gazetelerde bu tür şekerli, abartılı haberleri okuduğumda ya da benzeri konuşmalara kulak kesildiğimde arkadaşlarımla birlikte benim de dudaklarımın kenarında bir gülümseme belirirdi. Bu gülümsemede, hem bu palavraları sıkan aşırı iyimserlerin pervasızlığına bir tepki vardı hem de bu pembe hayallere kısmen de olsa inanmanın verdiği mutluluk vardı.
Aynı günlerde romanlarım, özellikle geleneksel İslâm Resim sanatı ile Batı resmini karıştıran Benim Adım Kırmızı; modernlik ve laik olma istekleriyle, halka ve geleneğe ait olma dürtüsünün siyasi çelişkilerini gösteren Kar çevrilip pek çok Avrupa ülkesinde yayımlandığı için Avrupalı gazeteciler bana Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması konusunda ne düşündüğümü de haklı olarak soruyorlardı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasına karşı çıkan muhafazakâr, milliyetçi sesler de Avrupa’da özellikle Fransa ve Almanya’da kuvvetle duyuluyordu. Ben de bu tartışmanın ortasında buldum kendimi ve başka zaman yapmayacağım bir şeyi, Avrupa’nın kimliğinin ne olduğunu kendime ve herkese sormaya başladım.
Avrupa’nın sınırları din ile çiziliyorsa diye akıl yürütüyordum, Avrupa bir Hristiyan uygarlığıdır. Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’nin de o zaman coğrafi olarak Avrupa’da yer alsa bile Avrupa Birliği’nde bir yeri yoktur.
Ama Avrupa halkları Avrupa’nın tarifini Hristiyanlık ile sınırlamaktan mutluluk duyacaklar mı? Son iki yüzyılda Avrupa’yı Batı dışı ülke insanları için bir çekim merkezi yapan şey Hristiyanlık değil başka bir şey, bir dizi toplumsal ve ekonomik dönüşüm ve bunların çıkardığı düşüncelerdir. Son iki yüzyılda Avrupa’yı Batı dışı ülkelerde çekim merkezi yapan o özgün şeye kısaca “modernlik” diyebiliriz. Modernlik, çoğumuzun inandığı tarih kitaplarına göre Rönesans, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi gibi özgün Avrupai gelişmelerin sonucudur, ve bu büyük dönüşümlerin kaynağı dinî değil, “seküler”dir. Avrupa’nın bir zamanlar dünyanın çoğunluğuna -ama hepsine değil- örnek olan kimliğinin arkasında Hristiyanlık’tan çok, Fransız Devrimi’nin bütün dünyanın bildiği sloganı “liberte, egalite, fraternite” (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) yatar. Tabii buna karşı çıkıp Avrupa’nın kimliğinin, Hristiyanlık, ya da başka bir derin tarihî kaynakta yattığını da her Avrupalı söyleyebilir. Bu kimlik tanımlamaları tabii ki siyasi seçimlerdir.
2000’li yılların ortalarında Avrupa Birliği konusu açılınca “liberte, egalite, fraternite”den söz ettikten sonra, Türkiye’nin bu kıstaslara saygı gösterirse Avrupa Birliği’ne alınması gerektiğini de söylerdim. “Ama Türkiye bu kıstaslara saygılı mı” diye haklı olarak bana sorarlar, tartışmalar da sürerdi. Avrupa’nın kimliği ile Avrupa Birliği’ne giriş kıstasları elbette ayrı konular ama Avrupa Birliği genişlerken, Avrupa’nın kimliği konusunda da pek çok tartışma, birbiriyle çatışan, derin görüş farklılıkları bir anda ortaya çıkıp alevlenirdi. Şimdi o zamanlara neredeyse bir özlem duyuyorum: Avrupa’nın kimliğini hem Türkiye’de hem Avrupa’da tutkuyla tartıştığımız için.
Avrupa’nın Euro buhranı ile uğraştığı ve Avrupa Birliği’nin genişlemesinin yavaşladığı bugünlerde bu akıl yürütmeler ve tartışmalarla artık pek azımız meşgulüz. Türkiye’nin adaylığına duyulan ilgi de ne yazık ki düştü. Bunun bir nedeni Türkiye’de düşünce özgürlüğünün hâlâ- ne yazık ki- yetersiz olması. Ama en kuvvetli belirleyici neden ise Avrupa Birliği’ne bir Müslüman ülkeyi alma konusunun, Avrupa Birliği halklarının, Kuzey Afrika ve Asyalı Müslüman göçmenlerin kalabalığından duydukları korkunun gölgesinde kalması.
“Liberte, egalite, fraternite” gibi bir mantığı benim gibi biri ne kadar ısrarla yürütürse yürütsün, Müslüman göçmen korkusunun karşısında ikna edici olması zor. Göçmen korkusunun, Avrupa’nın sınırlarında dikilen duvarları yükselttiği gibi Avrupa’yı yavaş yavaş kendi içine döndüreceğini de görebiliyoruz: “Liberte, egalite, fraternite” sloganı da unutuldukça, Avrupa milli, etnik ve en çok da dinî kimliklerle tanımlanan muhafazakâr bir yer olmaya doğru ne yazık ki evrilecek.
Sayın rektör, değerli konuklar... Bu büyük ödülün heyecanıyla büyük- siyasi- konulara girip iddialı laflar ettiğimin farkındayım. Ben bir romancıyım, romanların büyük düşünceler, ideolojiler ve siyasi hayallerle değil, küçük insani ayrıntılar ve daha çok da fısıldayarak söylenen sözlerle kurulduğunu biliyorum. Belki de Avrupa hakkındaki hayal ve düşüncelerimi Avrupa Birliği siyaseti ve hatıraları üzerinden değil, romanlar üzerinden anlatmalıyım.
Roman sanatının Avrupa’da yükselişine hızlı bir bakış atmak benim gibi bir gözü Avrupa’da bir gözü kendi ülkesinde ve geleneğinde olan yazarların karşılaştıkları, yaşadıkları ikilemleri şöyle bir gözden geçirmeye yeter. “Benim gibi” derken dünya yazarlarının çoğunluğundan bahsediyorum. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı Batı dışı dünyada her zaman en büyük konu gelenek ile modernliği birleştirme ya da çatıştırma olmuştur. Roman sanatına, Avrupa’dan gelen düşüncelerle, romancının kendi yerel hayat ayrıntılarını buluşturma sanatı da diyebiliriz. Bana ve pek çoklarına göre roman sanatı bugünkü haliyle 1850’ler civarında, İngiltere ve Fransa’da keşfedilmiştir: Dickens ve Balzac’ı gözümüzün önüne getirelim. Roman sanatının başka yerlerde, mesela Genji’nin Hikâyeleri’nde olduğu gibi 11. yüzyılda Japonya’da; Bizans’ta; ya da 17. yüzyılın başında İspanya’da -Don Kişotbaşladığına ilişkin pek çok görüş de vardır ve bu görüşler de en sonunda romanların yalnızca konuları bakımından değil, kökenleri ve biçimi bakımından da ne kadar Avrupalı olduğunu tartışmaya götürür bizi.
Paris’teki Balzac’tan ve Londra’daki Dickens’tan yalnızca 20 yıl sonra St. Petersburg’ta 1870’lerde en parlak romanlarını yazan Dostoyevski kendini Avrupalı görmüyordu. Önceleri, 1840’larda, Dostoyevski 20’li yaşlarındayken Avrupa hayalleri ile gözleri kamaşmış bir Batılılaşmacı idi. Gizli bir siyasi çevreye- Petrashevsky çevresine girdiği için Çar’ın polisince tutuklandıktan, sahte bir kurşuna dizilme sahnesi yaşatıldıktan, sürgünde yıllar geçirdikten sonra radikal Batılılaşmacı düşüncelerinden caydı ve tam tersi Batı karşıtı Panslavist düşüncelere ve Rus Ortadoksluğunu keşfetmeye verdi kendini. Dostoyevski’nin gençliğinin Avrupa hayalleriyle, olgunluk yıllarının Batı karşıtı düşünceleri, bu çelişkili düşünceleri kendine ve okurlarına tutkuyla açıklama çabası, ya da bu çelişkili düşüncelerin çatışmasından aldığı güç, onu, Doğu-Batı ve roman sanatının yayılması konularında çok açıklayıcı bir örnek yapar. Son 150 yılda, Batı dışı ülkelerde yazılan romanlarda, yalnız Rus romanında değil, Japon ve Türk roman ve hikâyesinde de Avrupa hayalleriyle kafası dumanlandığı, kendi ülkesinin gerçeklerini göremediği ve Avrupa düşlerini bir çeşit züppelik olarak yaşadığı için eleştirilen, alay edilen pek çok kahraman vardır. Dostoyevski “gelenek-modernlik” çatışmasını konu alan, Doğu-Batı romanı diyebileceğimiz bu romanların en parlaklarını yazdı. Bugün hepimiz Dostoyevski’nin eserini Batı klasiklerinin ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz, ama o, hayatının son yıllarını Rusya’ya Batı’dan bir çeşit hastalıklı rüzgârla geldiğine inandığı Avrupa değerlerine karşı savaşarak geçirmişti.
Bu ilginç paradoks, hem roman sanatının yayılışı hem de Batı ya da Avrupa düşüncesinin yayılışı üzerine bize pek çok şey gösterir. Avrupa’nın sınırları bu bağlamda coğrafi değil, kültüreldir. Tabii ki kültürel değerler de coğrafyanın sınırlarını yavaş yavaş zorlayabilir. Dostoyevski, Yeraltından Notlar’dan başlayarak romanlarını, hayatının sonuna kadar kafasındaki ve Rus toplumundaki “Batı” ya da “Avrupa” fikirleriyle tartışarak, kavga ederek yazdı. Öte yandan da o romanlar sayesinde yalnızca roman ve insan anlayışlarımız değil, Avrupa fikrimiz de zenginleşti. Batı dışındaki uzak ülkelerde, modernlik ve gelenek konularını ele alan yeni romanlar yazıldıkça da Avrupa ve Batı fikrimiz de her gün değişikliğe uğruyor.
Ama tıpkı iyi bir romanda, önemli olanın kahramanların siyasi fikirlerinden çok romanın yapısı, ruhu, merkezi olması gibi... modernlik ve geleneğin tartışıldığı bir romanda da önemli olan yazarın siyasi fikirleri, gelenekçi ya da Batılılaşmacı olması değil, hikâyenin, kahramanların bireyselliği üzerine kurulmasıdır. Bu bağlamda, her iyi roman kafamızdaki Avrupa’nın sınırlarını genişletir. Paradoksal olan, Dostoyevski örneğinde de gördüğümüz gibi, Avrupa değerlerini yayan, zenginleştiren pek çok romanın, Batı karşıtı ya da Batı ile sevgi-nefret yaşayan yazarlarca yazılmasıdır. Romanı bir Avrupa buluşu yapan şey, bu sanatın Paris’te ya da Londra’da keşfedilmesi kadar, hikâyenin, kahramanların bireysel seçimlerine dayanması ve bireysel seçimlerin önemini vurgulayacak bir şekilde kurulmasıdır. Stendhal’ın Kızıl ve Kara’sını 19 yaşında İstanbul’da okurken, evde oturduğum koltuktan uçup sanki bambaşka bir aleme gitmiştim. Bunun temel nedeni olayların hiç tanımadığım 19’uncu yüzyıl ortası Fransa’sında geçmesinden çok, sevimli kahraman Julien Sorel’in, kendi kararları ve özgür seçimleriyle toplum içinde ilerleyişini, onun iç dünyasıyla toplumsal dünya arasındaki farklılığı, yani kahramanın bireyliğini bütün açıklığıyla görmemdi.
Benim gibi Avrupa’nın sınırlarında, ya da tamamen dışında yaşayan pek çok romancı için, son 150 yılda roman yazmayı bu kadar cazip yapan şey birbiriyle derinden çelişen iki dürtüdür: Romanlar, hem milli kimliklerin araştırılması, ortaya çıkarılması için elverişli biçimlerdir; hem de milli geleneğin dışından gelen “yabancı” şeylerdir. Ama bir Avrupa buluşu olan “roman”ın, Batı dışındaki “yabancılığı”nın da artık sonuna geldik. Roman sanatı son 150 yılda, Avrupa dışı bütün ülkelerde de, diğer edebî biçimleri kenara itti ve temel edebî iletişim yolu oldu. Bunu perspektife dayanan Rönesans sonrası Avrupa resminin 300 yılda bütün dünyaya yayılıp diğer görme ve resmetme biçimlerinin yerini almasına benzetebiliriz. Kültürel buluşları ve zenginliği bütün dünyaca kabul edilirken Avrupa’nın göçmen korkusuyla kendi içine dönüp muhafazakârlaşması ise tarihin bir başka ironisi...
Ama bu çelişkiyle de çok fazla dertlenip üzülmüyorum. Çünkü benim için Avrupa kültürü- Avrupa’dan gelen kitaplar, resimler ve filmler, Avrupa Birliği’nden çok daha önemlidir... Bugün benim romanlarımın, düzyazılarımın da bu büyük kültürün bir parçası olabileceğini hayal etmek de, beni bu büyük ödül kadar mutlu ediyor.
Orhan Pamuk
Pamuk, metnin en can alıcı paragraflarından birisinde, oldukça çarpıcı bir tespitte bulunuyor ve izleyicilere şöyle sesleniyordu; "Burada altını çizeceğim önemli bir nokta var: Türkiye, tarihinde hiçbir zaman bir Batı kolonisi olmamış, Avrupalı sömürgeciler tarafından ezilmemiştir. Bu da bizlerin Batılılaşmacı Avrupa hayallerimizi kötü hatıralara ve suçluluk duygularına kapılmadan daha sorunsuz ve rahat yaşamamızı sağlıyor ve evet, bizleri Avrupa konusunda sömürgecilik sonrası toplumlardan daha saf yapıyordu. Avrupa hâlâ benim için, öncelikle kitaplar ve resimler; yani kütüphaneler ve müzeler anlamına gelir."
Emin olamadım.
Kuşkusuz Türkiye, tarihin hiçbir döneminde, örneğin Mısır'ın geçirdiği gibi bir kolonyalizm travması atlatmadı. Ancak, özellikle Osmanlı düşünce dünyası kökenlerini 18.yüzyıla dek indirebileceğimiz Batılılaşma serüveniyle birlikte "self-kolonyalizm" olarak tanımlanabilecek bir deneyimden geçti. O büyük deneyimin merkezine yerleşti, şarkiyatçılık. Bizler bugün - post-kolonyalizm çağında - tam da o deneyimin çelişkisindeyiz gibi geliyor.
Bugün adını çok net koymasak da, akabinde en çok İttihat ve Terakki'nin koltuğunu sağlamlaştıracak olan Batılılaşma hareketi ve buna paralel olarak uygulanan reformlar (kısaca çarpık modernizasyon) Osmanlı'nın nicedir görmezlikten gelinen "Batılı mirasının" kolonizasyon üzerinden lanse edilmesine zemin hazırlıyordu. İttihatçılar, Batılılaşma'ya karşı doğan tepkiden faydalanıyordu. Üstelik içeride, küçük de olsa İngiliz ve Fransız mandasından yana olan kesimler vardı. Bu tedirginlik, başta düşünce dünyası olmak üzere, Osmanlı'nın son 200 yılına damgasını vurdu. Cumhuriyet'e uzanan süreçte "toprak bütünlüğü ve bağımsızlık" ideolojisinin obsesyon düzeyinde ön plana çıkması, Damat Ferit gibi bizzat içeriden yaratılan hainler, Lozan'a rağmen sergilenen tavır, geçmişi 200 seneyi bulan bir endişenin sonucu olmalıydı. Belki de bu endişenin bir sonucu olarak, 1940'lı yıllara dek, "bizler olmasaydık ananızın adı mama olurdu" tehtidi, bizzat siyasiler tarafından topluma had safhada yansıtıldı. Toplumun gözünü korkutmak ve kalabalıkları galeyana getirmek için harikülade bir kozdu; Avrupa!
Yüzyıl başına kadar, bugünkü dilde "ücra" olarak tanımladığımız Anadolu'nun o en ücra köşelerinin neredeyse tümünde misyoner okulları vardı. Hedeflerinde Hristiyan topluluklar olsa da, niyahetinde Osmanlı vatandaşlarına hizmet vermek üzere kurulmuşlardı. Aynı şekilde başkent İstanbul, Pera'dan doğru küçümsenemeyecek bir kültürel dönüşüme sahne oluyordu. Avrupa, Osmanlı topraklarına "resmi kolonileri" olarak tanımlayabileceğimiz devletlerin birçoğuna yaptığından ÇOK DAHA BÜYÜK yatırımlar yapıyordu... Sonrasında bu yatırımları teker teker dinamitlerle yıkanların ağızlarından, o günlerde tek bir söz duyuluyordu; "Batı hegemonyasından sonsuza dek kurtuluyoruz!" 1.Dünya Savaşı'nda tam da bu uğurda içerideki Hristiyanların canına kıyılmıştı, Kıbrıs Türktür Cemiyeti'ne dek aynı ideoloji neredeyse her 10 senede bir filizlenerek yeni kuşaklara aktarıldı... Bu bağlamda Türk ulusu, ulusal kimliğini Batı'ya karşı, hali hazırda kolonyalizme endeksli bir "bağımsızlık mücadelesi" üzerinden tanımlamıştı, siz o "mücadelenin" içini artık neyle doldurursanız... Örneğin ben, 19 Ocak'a kadar getiriyorum.
Bu bağlamda, siyaseten ve hukuken adı koyulmamış olsa da Osmanlı'nın 19. ve 20. yüzyıllarını kapsayan periyot, örneğin sol eğilimli ya da milliyetçi bir tarihçinin gözünden kolaylıkla "kültürel kolonyalizm" olarak okunabilir. Kahrolması umulan, Batı emperyalizmi olarak gevelenen ifadenin altında, biraz da bu tarihin ürettiği intikam duygusu yatar. Nitekim o dönem üreten entelektüellerin fikirleri, bugün kolaylıkla "sömürge aydını görüşü" olarak manipüle edilebilir. Bu yaklaşımın bugün dahi böylesine kolay çalışmasının, ayrıca psikopatolojisini çıkartmak gerekir. Fakat aynı yaklaşım, bağımsız bir yazar tarafından da samimiyetle öne sürülebilir, niyet farklı olsa da, en azından Osmanlı'nın dağılma dönemi kolaylıkla Avrupa ile ilişkilendirilebilir.
Buradan başa dönersek, gayet tabi bugün bir Türk, Avrupa hayalleri kurarken Kahireli bir Arap'ın hissettiği ezilmişlikten çok daha farklı hisseder, fakat bu tek başına, Türklerin Avrupa'ya karşı duydukları bitmek bilmez "GÜVEN EKSİKLİĞİNİ" telafi edemez. Tam da bu tedirginliği, bu kez din üzerinden - islamofobi'yi araçsallaştırarak - yeniden üretime sokan bir iktidar döneminde, artık gündelik sohbetlerinde dahi neo Osmanlıcılıktan bahseden Türkler'in haleti ruhiyeleri konusunda belki biraz iyimser davranmışsınız.
Dışarıya karşı tamam öyle, ama bu konuyu içeriye karşı daha derin tartışmak lazım, çok önemli olduğu için.
.................................................
Orhan Pamuk'un Sonning Ödülü'nü kabulü sırasında Kopenhag Üniversitesi'nde yaptığı konuşmanın tam metni;
Sayın Rektör, değerli profesörler, misafirler; bu ödülü benim için o kadar güzel kılan şey, yalnızca veren jüri ve şimdiye kadar şereflendirilmiş seçkin yazar ve sanatçılar değil... Onlar kadar ödülün veriliş gerekçesi de beni mutlu etti. Romanlarımda, düzyazılarımda Avrupa fikrine ya da kültürüne ilişkin bir-iki mütevazı şey söylemiş olmam da elbette Avrupa’nın sınırlarında yaşıyor olmam ile ilgili. Bütün hayatım Avrupa kıtasının içinde, Avrupa’nın sınırında, evimin ya da yazıhanemin penceresinden, Boğaz’ın öteki yakasını, Asya’yı seyrederek ve modernlik ve Avrupa hakkında düşünerek ve dünyanın geri kalanı gibi kendimi taşralı hissederek geçti.
Kitaplarım hem bu taşralılık duygusuna isyan etme azmiyle, hem de onu gururla sahiplenme dürtüsüyle yazılmıştır. Batı dışında yaşayan milyarlarca insan gibi, hayatım boyunca zaman zaman hem uzaktan Avrupa’ya bakarak kendi kimliğimin ne olduğunu düşündüm, hem de kendi kimliğimi düşünürken uzaktan Avrupa’nın benim için, hepimiz için ne olabileceğini hayal ettim. Yani bu konularda dünya nüfusunun çoğunluğunun davrandığı gibi davrandım. Benim şehrim İstanbul, Avrupa’nın tam bittiği, ya da tam başladığı yerde olduğu için, bu yakınlık sayesinde düşüncelerimi, öfkelerimi de başkalarına göre daha şiddetle ve sürekli olarak yaşadım.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün 1920 ve 30’lardaki Batılılaşmacı ve laik reformlarına kalben inanmış yukarı orta sınıf bir İstanbul ailesindenim. Yalnız babam değil, lise tarih öğretmenliği eğitimi almış 1898 doğumlu babaannem de evde Kemal Atatürk gibi “muasır medeniyet” sözünü kullanır, bununla da gene Kemal Atatürk gibi “Avrupa”yı kastederdi. Evde, çocukluğumda, 1950’lerde, 60’larda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının bu fikirlerinden kimse şüphelenmezdi. 20’nci yüzyılın ortasında, İstanbul’da yukarı sınıf hayatı süren bizler için Avrupa iş bulmak için gideceğimiz, mal alıp satacağımız, ya da sermayedarlarıyla işbirliği yapacağımız bir yer olmaktan çok; medeniyetini örnek alacağımız bir kültürdü. Bu şimdi biraz safiyane bir düşünce gibi gözükebilir. Ama ta 1970’lerde bile Türkiye’nin okumuş yazmış orta sınıfları, Batı dışı ülkelerin iyi eğitim almış bütün orta sınıfları gibi Avrupa’nın harekete geçirdiği düşüncelerden etkilenmeyi, Avrupa’yı kendi ülkelerinin geleceği için bir örnek olarak görmeyi bir saflık olarak görmezdi.
Burada altını çizeceğim önemli bir nokta var: Türkiye, tarihinde hiçbir zaman bir Batı kolonisi olmamış, Avrupalı sömürgeciler tarafından ezilmemiştir. Bu da bizlerin Batılılaşmacı Avrupa hayallerimizi kötü hatıralara ve suçluluk duygularına kapılmadan daha sorunsuz ve rahat yaşamamızı sağlıyor ve evet, bizleri Avrupa konusunda sömürgecilik sonrası toplumlardan daha saf yapıyordu. Avrupa hâlâ benim için, öncelikle kitaplar ve resimler; yani kütüphaneler ve müzeler anlamına gelir.
Bu ödülü Ekim 2012’de değil de yedi yıl önce Ekim 2004’te almış olsaydım burada Avrupa konusunda aynı saflık ile konuşmaya özen gösterir, belki de bu törende Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin hepimiz için ne kadar harika olacağını sizlere anlatmaya girişirdim. Ekim 2004’te Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişki en yüksek noktasındaydı. O ay Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu İstanbul’da coşkulu bir toplantı yapmıştı. Türk kamuoyu, basının çoğu, Avrupa Birliği ile Türkiye devleti arasında resmî görüşmelerin başlamış olmasından mutlu gözüküyordu. Bazı Türk gazeteleri, her şeyin çok çabuk gelişebileceğini, on yıl sonrayani 2014’te- Türkiye’nin büyük ihtimalle Avrupa Birliği’nin tam üyesi olacağını iyimserlikle bildiriyorlardı. Başka bazı gazeteler Avrupa Birliği’ne tam üye olursak, Türk vatandaşlarının kavuşacağı ayrıcalıkları bir peri masalı havasıyla abartarak yazıyordu. Hepimiz istediğimiz Avrupa ülkesinde istediğimiz işe girip çalışabilecektik; Avrupa’ya yolculuk edebilmek için konsolosluk kapılarında uzun kuyruklarda çektiğimiz çileler ve aşağılanmalar da artık kimse bizden vize sormayacağı için bitecekti. Ve en önemlisi tıpkı Yunanistan’a olduğu gibi Türkiye’ye de Avrupa Birliği fonlarından büyük paralar geleceği, yatırımlar yapılacağı için bizler-hepimiz kısa sürede sınıf atlayıp tıpkı Avrupalılar gibi yaşamaya başlayacaktık.
Gazetelerde bu tür şekerli, abartılı haberleri okuduğumda ya da benzeri konuşmalara kulak kesildiğimde arkadaşlarımla birlikte benim de dudaklarımın kenarında bir gülümseme belirirdi. Bu gülümsemede, hem bu palavraları sıkan aşırı iyimserlerin pervasızlığına bir tepki vardı hem de bu pembe hayallere kısmen de olsa inanmanın verdiği mutluluk vardı.
Aynı günlerde romanlarım, özellikle geleneksel İslâm Resim sanatı ile Batı resmini karıştıran Benim Adım Kırmızı; modernlik ve laik olma istekleriyle, halka ve geleneğe ait olma dürtüsünün siyasi çelişkilerini gösteren Kar çevrilip pek çok Avrupa ülkesinde yayımlandığı için Avrupalı gazeteciler bana Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması konusunda ne düşündüğümü de haklı olarak soruyorlardı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasına karşı çıkan muhafazakâr, milliyetçi sesler de Avrupa’da özellikle Fransa ve Almanya’da kuvvetle duyuluyordu. Ben de bu tartışmanın ortasında buldum kendimi ve başka zaman yapmayacağım bir şeyi, Avrupa’nın kimliğinin ne olduğunu kendime ve herkese sormaya başladım.
Avrupa’nın sınırları din ile çiziliyorsa diye akıl yürütüyordum, Avrupa bir Hristiyan uygarlığıdır. Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’nin de o zaman coğrafi olarak Avrupa’da yer alsa bile Avrupa Birliği’nde bir yeri yoktur.
Ama Avrupa halkları Avrupa’nın tarifini Hristiyanlık ile sınırlamaktan mutluluk duyacaklar mı? Son iki yüzyılda Avrupa’yı Batı dışı ülke insanları için bir çekim merkezi yapan şey Hristiyanlık değil başka bir şey, bir dizi toplumsal ve ekonomik dönüşüm ve bunların çıkardığı düşüncelerdir. Son iki yüzyılda Avrupa’yı Batı dışı ülkelerde çekim merkezi yapan o özgün şeye kısaca “modernlik” diyebiliriz. Modernlik, çoğumuzun inandığı tarih kitaplarına göre Rönesans, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi gibi özgün Avrupai gelişmelerin sonucudur, ve bu büyük dönüşümlerin kaynağı dinî değil, “seküler”dir. Avrupa’nın bir zamanlar dünyanın çoğunluğuna -ama hepsine değil- örnek olan kimliğinin arkasında Hristiyanlık’tan çok, Fransız Devrimi’nin bütün dünyanın bildiği sloganı “liberte, egalite, fraternite” (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) yatar. Tabii buna karşı çıkıp Avrupa’nın kimliğinin, Hristiyanlık, ya da başka bir derin tarihî kaynakta yattığını da her Avrupalı söyleyebilir. Bu kimlik tanımlamaları tabii ki siyasi seçimlerdir.
2000’li yılların ortalarında Avrupa Birliği konusu açılınca “liberte, egalite, fraternite”den söz ettikten sonra, Türkiye’nin bu kıstaslara saygı gösterirse Avrupa Birliği’ne alınması gerektiğini de söylerdim. “Ama Türkiye bu kıstaslara saygılı mı” diye haklı olarak bana sorarlar, tartışmalar da sürerdi. Avrupa’nın kimliği ile Avrupa Birliği’ne giriş kıstasları elbette ayrı konular ama Avrupa Birliği genişlerken, Avrupa’nın kimliği konusunda da pek çok tartışma, birbiriyle çatışan, derin görüş farklılıkları bir anda ortaya çıkıp alevlenirdi. Şimdi o zamanlara neredeyse bir özlem duyuyorum: Avrupa’nın kimliğini hem Türkiye’de hem Avrupa’da tutkuyla tartıştığımız için.
Avrupa’nın Euro buhranı ile uğraştığı ve Avrupa Birliği’nin genişlemesinin yavaşladığı bugünlerde bu akıl yürütmeler ve tartışmalarla artık pek azımız meşgulüz. Türkiye’nin adaylığına duyulan ilgi de ne yazık ki düştü. Bunun bir nedeni Türkiye’de düşünce özgürlüğünün hâlâ- ne yazık ki- yetersiz olması. Ama en kuvvetli belirleyici neden ise Avrupa Birliği’ne bir Müslüman ülkeyi alma konusunun, Avrupa Birliği halklarının, Kuzey Afrika ve Asyalı Müslüman göçmenlerin kalabalığından duydukları korkunun gölgesinde kalması.
“Liberte, egalite, fraternite” gibi bir mantığı benim gibi biri ne kadar ısrarla yürütürse yürütsün, Müslüman göçmen korkusunun karşısında ikna edici olması zor. Göçmen korkusunun, Avrupa’nın sınırlarında dikilen duvarları yükselttiği gibi Avrupa’yı yavaş yavaş kendi içine döndüreceğini de görebiliyoruz: “Liberte, egalite, fraternite” sloganı da unutuldukça, Avrupa milli, etnik ve en çok da dinî kimliklerle tanımlanan muhafazakâr bir yer olmaya doğru ne yazık ki evrilecek.
Sayın rektör, değerli konuklar... Bu büyük ödülün heyecanıyla büyük- siyasi- konulara girip iddialı laflar ettiğimin farkındayım. Ben bir romancıyım, romanların büyük düşünceler, ideolojiler ve siyasi hayallerle değil, küçük insani ayrıntılar ve daha çok da fısıldayarak söylenen sözlerle kurulduğunu biliyorum. Belki de Avrupa hakkındaki hayal ve düşüncelerimi Avrupa Birliği siyaseti ve hatıraları üzerinden değil, romanlar üzerinden anlatmalıyım.
Roman sanatının Avrupa’da yükselişine hızlı bir bakış atmak benim gibi bir gözü Avrupa’da bir gözü kendi ülkesinde ve geleneğinde olan yazarların karşılaştıkları, yaşadıkları ikilemleri şöyle bir gözden geçirmeye yeter. “Benim gibi” derken dünya yazarlarının çoğunluğundan bahsediyorum. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı Batı dışı dünyada her zaman en büyük konu gelenek ile modernliği birleştirme ya da çatıştırma olmuştur. Roman sanatına, Avrupa’dan gelen düşüncelerle, romancının kendi yerel hayat ayrıntılarını buluşturma sanatı da diyebiliriz. Bana ve pek çoklarına göre roman sanatı bugünkü haliyle 1850’ler civarında, İngiltere ve Fransa’da keşfedilmiştir: Dickens ve Balzac’ı gözümüzün önüne getirelim. Roman sanatının başka yerlerde, mesela Genji’nin Hikâyeleri’nde olduğu gibi 11. yüzyılda Japonya’da; Bizans’ta; ya da 17. yüzyılın başında İspanya’da -Don Kişotbaşladığına ilişkin pek çok görüş de vardır ve bu görüşler de en sonunda romanların yalnızca konuları bakımından değil, kökenleri ve biçimi bakımından da ne kadar Avrupalı olduğunu tartışmaya götürür bizi.
Paris’teki Balzac’tan ve Londra’daki Dickens’tan yalnızca 20 yıl sonra St. Petersburg’ta 1870’lerde en parlak romanlarını yazan Dostoyevski kendini Avrupalı görmüyordu. Önceleri, 1840’larda, Dostoyevski 20’li yaşlarındayken Avrupa hayalleri ile gözleri kamaşmış bir Batılılaşmacı idi. Gizli bir siyasi çevreye- Petrashevsky çevresine girdiği için Çar’ın polisince tutuklandıktan, sahte bir kurşuna dizilme sahnesi yaşatıldıktan, sürgünde yıllar geçirdikten sonra radikal Batılılaşmacı düşüncelerinden caydı ve tam tersi Batı karşıtı Panslavist düşüncelere ve Rus Ortadoksluğunu keşfetmeye verdi kendini. Dostoyevski’nin gençliğinin Avrupa hayalleriyle, olgunluk yıllarının Batı karşıtı düşünceleri, bu çelişkili düşünceleri kendine ve okurlarına tutkuyla açıklama çabası, ya da bu çelişkili düşüncelerin çatışmasından aldığı güç, onu, Doğu-Batı ve roman sanatının yayılması konularında çok açıklayıcı bir örnek yapar. Son 150 yılda, Batı dışı ülkelerde yazılan romanlarda, yalnız Rus romanında değil, Japon ve Türk roman ve hikâyesinde de Avrupa hayalleriyle kafası dumanlandığı, kendi ülkesinin gerçeklerini göremediği ve Avrupa düşlerini bir çeşit züppelik olarak yaşadığı için eleştirilen, alay edilen pek çok kahraman vardır. Dostoyevski “gelenek-modernlik” çatışmasını konu alan, Doğu-Batı romanı diyebileceğimiz bu romanların en parlaklarını yazdı. Bugün hepimiz Dostoyevski’nin eserini Batı klasiklerinin ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz, ama o, hayatının son yıllarını Rusya’ya Batı’dan bir çeşit hastalıklı rüzgârla geldiğine inandığı Avrupa değerlerine karşı savaşarak geçirmişti.
Bu ilginç paradoks, hem roman sanatının yayılışı hem de Batı ya da Avrupa düşüncesinin yayılışı üzerine bize pek çok şey gösterir. Avrupa’nın sınırları bu bağlamda coğrafi değil, kültüreldir. Tabii ki kültürel değerler de coğrafyanın sınırlarını yavaş yavaş zorlayabilir. Dostoyevski, Yeraltından Notlar’dan başlayarak romanlarını, hayatının sonuna kadar kafasındaki ve Rus toplumundaki “Batı” ya da “Avrupa” fikirleriyle tartışarak, kavga ederek yazdı. Öte yandan da o romanlar sayesinde yalnızca roman ve insan anlayışlarımız değil, Avrupa fikrimiz de zenginleşti. Batı dışındaki uzak ülkelerde, modernlik ve gelenek konularını ele alan yeni romanlar yazıldıkça da Avrupa ve Batı fikrimiz de her gün değişikliğe uğruyor.
Ama tıpkı iyi bir romanda, önemli olanın kahramanların siyasi fikirlerinden çok romanın yapısı, ruhu, merkezi olması gibi... modernlik ve geleneğin tartışıldığı bir romanda da önemli olan yazarın siyasi fikirleri, gelenekçi ya da Batılılaşmacı olması değil, hikâyenin, kahramanların bireyselliği üzerine kurulmasıdır. Bu bağlamda, her iyi roman kafamızdaki Avrupa’nın sınırlarını genişletir. Paradoksal olan, Dostoyevski örneğinde de gördüğümüz gibi, Avrupa değerlerini yayan, zenginleştiren pek çok romanın, Batı karşıtı ya da Batı ile sevgi-nefret yaşayan yazarlarca yazılmasıdır. Romanı bir Avrupa buluşu yapan şey, bu sanatın Paris’te ya da Londra’da keşfedilmesi kadar, hikâyenin, kahramanların bireysel seçimlerine dayanması ve bireysel seçimlerin önemini vurgulayacak bir şekilde kurulmasıdır. Stendhal’ın Kızıl ve Kara’sını 19 yaşında İstanbul’da okurken, evde oturduğum koltuktan uçup sanki bambaşka bir aleme gitmiştim. Bunun temel nedeni olayların hiç tanımadığım 19’uncu yüzyıl ortası Fransa’sında geçmesinden çok, sevimli kahraman Julien Sorel’in, kendi kararları ve özgür seçimleriyle toplum içinde ilerleyişini, onun iç dünyasıyla toplumsal dünya arasındaki farklılığı, yani kahramanın bireyliğini bütün açıklığıyla görmemdi.
Benim gibi Avrupa’nın sınırlarında, ya da tamamen dışında yaşayan pek çok romancı için, son 150 yılda roman yazmayı bu kadar cazip yapan şey birbiriyle derinden çelişen iki dürtüdür: Romanlar, hem milli kimliklerin araştırılması, ortaya çıkarılması için elverişli biçimlerdir; hem de milli geleneğin dışından gelen “yabancı” şeylerdir. Ama bir Avrupa buluşu olan “roman”ın, Batı dışındaki “yabancılığı”nın da artık sonuna geldik. Roman sanatı son 150 yılda, Avrupa dışı bütün ülkelerde de, diğer edebî biçimleri kenara itti ve temel edebî iletişim yolu oldu. Bunu perspektife dayanan Rönesans sonrası Avrupa resminin 300 yılda bütün dünyaya yayılıp diğer görme ve resmetme biçimlerinin yerini almasına benzetebiliriz. Kültürel buluşları ve zenginliği bütün dünyaca kabul edilirken Avrupa’nın göçmen korkusuyla kendi içine dönüp muhafazakârlaşması ise tarihin bir başka ironisi...
Ama bu çelişkiyle de çok fazla dertlenip üzülmüyorum. Çünkü benim için Avrupa kültürü- Avrupa’dan gelen kitaplar, resimler ve filmler, Avrupa Birliği’nden çok daha önemlidir... Bugün benim romanlarımın, düzyazılarımın da bu büyük kültürün bir parçası olabileceğini hayal etmek de, beni bu büyük ödül kadar mutlu ediyor.
Orhan Pamuk
Platon'un Atlantisi
Atlantis Platon’un iki diyaloğuna konu olur. Timaios (Timaeus) ve Kritias (Critias) adlı kitaplarında Platon, efsanevi bir batık uygarlıktan bahseder. Platon'a göre Atlantis, "Herkül Sütunları'nın ötesinde" yer alan, Batı Avrupa ve Afrika'nın birçok kısmını fetheden ve Solon'un zamanından 9.000 yıl önce (yaklaşık MÖ 9.500) Atina'yı fethetmeye çalışan, ancak başarılı olamayıp bir gecede okyanusa batan bir uygarlıktır.
Platon Atlantis’in öyküsünü anlatmaya Timaios adlı dialoğunda başlar, Kritias’da aynı konuyu yeniden ele alır, ancak, Kritias yarım kalır.
Timaios Platon’un en ilginç eserlerinden biridir. Platon bu eserinde evrenin doğuş temasını işlemiş ve çağına göre oldukça radikal bir anlayış ile sergilemiştir. Platon’un bu dialogda bir "Evren’in Yaratıcısı" kavramı kullanması da değişik yorumlara neden olmuştur. Bazı yazarlar bunu bölümlerin daha sonra eklendiğini söylemiş bazıları da Platon’a tanrısal ilhamın geldiğini iddia etmişlerdir. Ancak çoğunluğun kabul ettiği bu eserin Platon’un özgün eseri olduğu yolundadır. Gerçekten de dikkatle incelendiğinde Platon’un diğer eserlerinden büyük farklılık göstermez. Timaios, daha çok son yıllarına yaklaşan bir yazarın, döneminin ezoterik bilgisini daha yoğun bir şekilde verdiği bir eserdir.
Timaios’un bir başka özelliği de, bu dialogda Sokrates’in sadece dinleyici olması ve lafa fazla karışmamasıdır. Bu eserde Evren ile ilgili bilgileri içlerinde "en iyi astronomi bilen ve dünyanın özüne varmak için en çok uğraşmış" olan Timaios ve Atlantis ile ilgili bilgileri de Kritias vermektedir.
Kritias da tarihsel bir kişilik olmakla birlikte bu eserde adı geçen Kritias’ın kim olduğu tam olarak bilinememektedir. Burada Kritias Solon’un dedesinin dostu olduğunu söylemekte, aynı öyküyü dedesinden de duyduğunu belirtmektedir. Buada Platon’un ustalıkla öykünün çok eski çağlardan beri anlatıldığını ima ettiğini düşünebiliriz.
Timaios’da Atlantis ile ilgili bölümler:
"Solon’un anlattığına göre Mısır’da Delta’da, Nil’in ikiye ayırdığı çıkıntıya doğru Saitikos denilen bir ülke vardı; bu ülkenin en büyük şehri de, kral Amasis’in memleketi olan Sais’tir. Bura halkına göre şehirlerini kuran bir tanrıçadır ; ona kendi dillerinde Neith adını vermişler, fakat bu tanrıçanın Hellencede adı Athena’dır. Bu adamlar Atinalıları pek severler ve onlarla uzaktan akrabalıkları olduğunu söylerler. Solon onların memleketine varınca pek parlak karşılandığını, bir gün eski zamanlara dair, en bilgin rahiplere bir şey sorduğu zaman, ne kendisinin ne de ne de başka bir Hellen’in hemen hemen hiç bir şey bilmediğini gördüğünü anlattı. Bir seferinde de onları eski şeylerden söz açmaya sürüklerken, bizde bilinen en eski şeyleri anlatmaya koyulmuş. Onlara ilk insan olarak anılan Phoroneus’dan, Niobe’den, tufandan, kendilerini kurtaran Deukalion ve Pyrrha’dan, onların doğuşu hakkında dönen mythos’lardan ve torunlarının neslinden bahsetmiştir".
O zaman pek ihtiyar olan rahiplerden biri ona "Ah Solon, Solon, demiş, siz Hellenler her zaman çocuksunuz , sizin memleketinizde hiç ihtiyar yok." Bunun üzerine Solon "Bununla ne demek istiyorsun?" diye sormuş. Rahip -Sizin hepinizin ruhları çok genç diye cevap vermiş, çünkü kafanızda ne bir eski geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş fikir ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun sebebi şudur. İnsanlar birçok şekillerde yok edilmişler daha da edileceklerdir. En büyük felaketler ateşle sudan gelmişti, ama bin türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felaketler de vardır. Sizin memleketinizde de bir gün babasının koşu arabasını koşturup yine aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan, kendisi de yıldırımlarla vurulup ölen Helios’un oğlu Phaton’un hikayesi gerçekten bir masal gibi anlatılır, ama hakikat şudur ki, gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazan yollarından şaşarlar, uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki herşeyi mahveder. O zaman dağlarda, yüksek kuru yerlerde oturanlar, şehirlerde, deniz kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar. Fakat, Nil, her zamanki kurtarıcımız olan Nil, taşarak bizi bu felaketten de kurtarıyor. Bunun aksine Tanrılar, bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman yalnız dağdaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor. Halbuki bizde sular hiç bir zaman ovalara yükseklerden gelmiyor, her zaman tabi bir şekilde toprağın altından çıkıyor. İşte burada en eski adetlerin bundan dolayı korunmuş olduğu söyleniyor. Fakat gerçek şudur ki: kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da yakıcı bir sıcağı da almayan bir yerde, her zaman az ya da çok insan vardır. Hem sizde olsun, bizde olsun, yahut da adını duyduğumuz başka bir ilde olsun, güzel, büyük, yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar, en eski çağlardan beri burada tapınaklarda duruyor, böylece de korunmuş oluyor. Sizde ve başka uluslarda tam tersi, daha yazmayı ve devletlere lazım olan her şeyi öğrenir öğrenmez, gök yüzünün suları belirli bir zamandan sonra, bir hastalık gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor, içinizden okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının kurtulmasına meydan bırakmıyor; o kadar ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden, hareket ettiğiniz yolun başında buluyor, eski zamanlarda, burada, kendi memleketinizde olup bitenlerden hiç bir şey bilmiyorsunuz; çünkü Solon, yurttaşlarının biraz önce saydığın soyu sopu, sütnine masallarından pek farklı değildir. Her şeyden önce daha eskiden bir çok tufanlar olduğu halde siz, bir tek kara tufanını hatırlıyorsunuz; sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi soyun sizin memleketinizde doğduğunu ve kendinizin, senin de bugünkü devletinizin de, felaketten kurtulabilmiş bir tohum sayesinde o soydan geldiğinizi bilmiyorsunuz. Bİlmiyorsunuz, çünkü felaketten kurtulabilenler, bir çok nesiller boyunca, hiç bir yazı bırakamadan ölüp gittiler. Evet, Solon, bir zamanlar suların sebep olduğu en büyük felaketlerden önce, bugün Atina adı verilen devlet, savaştan yana en yiğit, her bakımdan ölçülemeyecek kadar da medeni bir devletti: Göğün altında sözünü işittiğimiz en güzel şeyleri başaran, en güzel siyasa kurallarını icat eden o dur, diyorlar.
Solon’un anlattığına göre, bunları duyunca şaşakalmış, rahiplerden eski yurttaşlarına dair ne biliyorsa hepsini dosdoğru, hemen kendisine anlatmasını rica etmiş. Bunun üzerine ihtiyar rahip cevap vermiş: "İsteğini yerine getirmememe hiç bir sebep yok, Solon, bunu senin hatırın için olduğu kadar yurdunun hatırı, hele sizinki kadar bizim ilimizi de koruyan, onları büyütüp yetiştirmiş olan tanrıçanın hatırı için de yapacağım. O tanrıça ki, sizin ili bizimkinden bin yıl önce, toprak ile Hephaistos’tan aldığı bir tohumla vücuda getirmişti, kutsal kitaplara göre, bizim ilin kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir. Demek oluyor ki sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını, onların en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım. Başka zaman vaktimiz olunca bunların hepsini yeni baştan sıra ile teker teker ele alırız.
[…]
Biz burada ilinizin hayranlık uyandıran büyük başarılarından bir çoğunu yazılı olarak saklıyoruz. Ama bunların içinde bir öylesi var ki büyüklük, kahramanlık bakımından hepsini geride bırakıyor. Gerçekten eski yazılar, vaktiyle ilinizin, büyük Atlas denizinin ötelerinden gelip Avrupa ile Asya’ya küstahça saldıran koskoca bir devleti yok ettiğini söylüyor. O zamanlar bu koca denizden geçilebiliyordu; çünkü sizin Herakles Sütunları dediğiniz o boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada Libya ile Asya’nın ikisinden daha büyüktü. O zamanlar oradan başka adalara, oradan da karşılarında uzanan ve gerçekten adını hak eden denizin kenarındaki bütün kıtaya ulaşılabiliyordu. Çünkü sözünü ettiğimiz boğazın iç tarafı, girişi dar bir limana benzer, dış tarafı ise gerçekten büyük bir denizdir. Etrafını çeviren kara parçası da gerçekten kıta denebilecek bir topraktır. İşte bu Atlantis adasında, hükümdarlar, hakimiyetini bütün adaya, öteki adalara, hatta kıtanın bazı parçalarına kadar uzatan büyük, hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. Bunlardan başka boğazın iç tarafında, bizim tarafta, Mısır’a kadar Libya’nın, Tyrhenia ya kadar da Avrupa’nın hakimi idiler. Bir gün bu devlet bütün kuvvetlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu, bizimkini, boğazın iç tarafındaki bütün ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi. İşte o zaman, Solon, iliniz bütün değerlerini, bütün kuvvetini dünyanın gözü önüne serdi. Cesaretten, savaş bilgilerinden yana öteki illerin hepsinden üztün olduğu için Hellenlerin başına geçti; ama ötekiler kendini bırakıp çekilince bir başına kalan, böylece en tehlikeli duruma düşen iliniz istilacıları yendi, bir zafer anıtı dikti, şimdiye kadar hiç kölelik etmetyenleri kölelikten kurtardı ve bizim gibi, Herakles sütunlarının iç tarafında oturanları iyi yüreklilik ile serbestliğine kavuşturdu. Ama bundan sonra korkunç yer sarsıntıları, tufanlar oldu. Bir gün, bir uğursuz gecenin içinde, ne kadar savaşçınız varsa hepsi birden bir vuruşta toprağa gömüldüler. Atlantis adası da, aynı şekilde, denize gömülerek yok oldu. İşte bunun içindir ki, ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar yüzünden o deniz bu gün bile, geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir."
Platon Atlantis’in öyküsünü anlatmaya Timaios adlı dialoğunda başlar, Kritias’da aynı konuyu yeniden ele alır, ancak, Kritias yarım kalır.
Timaios Platon’un en ilginç eserlerinden biridir. Platon bu eserinde evrenin doğuş temasını işlemiş ve çağına göre oldukça radikal bir anlayış ile sergilemiştir. Platon’un bu dialogda bir "Evren’in Yaratıcısı" kavramı kullanması da değişik yorumlara neden olmuştur. Bazı yazarlar bunu bölümlerin daha sonra eklendiğini söylemiş bazıları da Platon’a tanrısal ilhamın geldiğini iddia etmişlerdir. Ancak çoğunluğun kabul ettiği bu eserin Platon’un özgün eseri olduğu yolundadır. Gerçekten de dikkatle incelendiğinde Platon’un diğer eserlerinden büyük farklılık göstermez. Timaios, daha çok son yıllarına yaklaşan bir yazarın, döneminin ezoterik bilgisini daha yoğun bir şekilde verdiği bir eserdir.
Timaios’un bir başka özelliği de, bu dialogda Sokrates’in sadece dinleyici olması ve lafa fazla karışmamasıdır. Bu eserde Evren ile ilgili bilgileri içlerinde "en iyi astronomi bilen ve dünyanın özüne varmak için en çok uğraşmış" olan Timaios ve Atlantis ile ilgili bilgileri de Kritias vermektedir.
Kritias da tarihsel bir kişilik olmakla birlikte bu eserde adı geçen Kritias’ın kim olduğu tam olarak bilinememektedir. Burada Kritias Solon’un dedesinin dostu olduğunu söylemekte, aynı öyküyü dedesinden de duyduğunu belirtmektedir. Buada Platon’un ustalıkla öykünün çok eski çağlardan beri anlatıldığını ima ettiğini düşünebiliriz.
Timaios’da Atlantis ile ilgili bölümler:
"Solon’un anlattığına göre Mısır’da Delta’da, Nil’in ikiye ayırdığı çıkıntıya doğru Saitikos denilen bir ülke vardı; bu ülkenin en büyük şehri de, kral Amasis’in memleketi olan Sais’tir. Bura halkına göre şehirlerini kuran bir tanrıçadır ; ona kendi dillerinde Neith adını vermişler, fakat bu tanrıçanın Hellencede adı Athena’dır. Bu adamlar Atinalıları pek severler ve onlarla uzaktan akrabalıkları olduğunu söylerler. Solon onların memleketine varınca pek parlak karşılandığını, bir gün eski zamanlara dair, en bilgin rahiplere bir şey sorduğu zaman, ne kendisinin ne de ne de başka bir Hellen’in hemen hemen hiç bir şey bilmediğini gördüğünü anlattı. Bir seferinde de onları eski şeylerden söz açmaya sürüklerken, bizde bilinen en eski şeyleri anlatmaya koyulmuş. Onlara ilk insan olarak anılan Phoroneus’dan, Niobe’den, tufandan, kendilerini kurtaran Deukalion ve Pyrrha’dan, onların doğuşu hakkında dönen mythos’lardan ve torunlarının neslinden bahsetmiştir".
O zaman pek ihtiyar olan rahiplerden biri ona "Ah Solon, Solon, demiş, siz Hellenler her zaman çocuksunuz , sizin memleketinizde hiç ihtiyar yok." Bunun üzerine Solon "Bununla ne demek istiyorsun?" diye sormuş. Rahip -Sizin hepinizin ruhları çok genç diye cevap vermiş, çünkü kafanızda ne bir eski geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş fikir ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun sebebi şudur. İnsanlar birçok şekillerde yok edilmişler daha da edileceklerdir. En büyük felaketler ateşle sudan gelmişti, ama bin türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felaketler de vardır. Sizin memleketinizde de bir gün babasının koşu arabasını koşturup yine aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan, kendisi de yıldırımlarla vurulup ölen Helios’un oğlu Phaton’un hikayesi gerçekten bir masal gibi anlatılır, ama hakikat şudur ki, gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazan yollarından şaşarlar, uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki herşeyi mahveder. O zaman dağlarda, yüksek kuru yerlerde oturanlar, şehirlerde, deniz kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar. Fakat, Nil, her zamanki kurtarıcımız olan Nil, taşarak bizi bu felaketten de kurtarıyor. Bunun aksine Tanrılar, bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman yalnız dağdaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor. Halbuki bizde sular hiç bir zaman ovalara yükseklerden gelmiyor, her zaman tabi bir şekilde toprağın altından çıkıyor. İşte burada en eski adetlerin bundan dolayı korunmuş olduğu söyleniyor. Fakat gerçek şudur ki: kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da yakıcı bir sıcağı da almayan bir yerde, her zaman az ya da çok insan vardır. Hem sizde olsun, bizde olsun, yahut da adını duyduğumuz başka bir ilde olsun, güzel, büyük, yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar, en eski çağlardan beri burada tapınaklarda duruyor, böylece de korunmuş oluyor. Sizde ve başka uluslarda tam tersi, daha yazmayı ve devletlere lazım olan her şeyi öğrenir öğrenmez, gök yüzünün suları belirli bir zamandan sonra, bir hastalık gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor, içinizden okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının kurtulmasına meydan bırakmıyor; o kadar ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden, hareket ettiğiniz yolun başında buluyor, eski zamanlarda, burada, kendi memleketinizde olup bitenlerden hiç bir şey bilmiyorsunuz; çünkü Solon, yurttaşlarının biraz önce saydığın soyu sopu, sütnine masallarından pek farklı değildir. Her şeyden önce daha eskiden bir çok tufanlar olduğu halde siz, bir tek kara tufanını hatırlıyorsunuz; sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi soyun sizin memleketinizde doğduğunu ve kendinizin, senin de bugünkü devletinizin de, felaketten kurtulabilmiş bir tohum sayesinde o soydan geldiğinizi bilmiyorsunuz. Bİlmiyorsunuz, çünkü felaketten kurtulabilenler, bir çok nesiller boyunca, hiç bir yazı bırakamadan ölüp gittiler. Evet, Solon, bir zamanlar suların sebep olduğu en büyük felaketlerden önce, bugün Atina adı verilen devlet, savaştan yana en yiğit, her bakımdan ölçülemeyecek kadar da medeni bir devletti: Göğün altında sözünü işittiğimiz en güzel şeyleri başaran, en güzel siyasa kurallarını icat eden o dur, diyorlar.
Solon’un anlattığına göre, bunları duyunca şaşakalmış, rahiplerden eski yurttaşlarına dair ne biliyorsa hepsini dosdoğru, hemen kendisine anlatmasını rica etmiş. Bunun üzerine ihtiyar rahip cevap vermiş: "İsteğini yerine getirmememe hiç bir sebep yok, Solon, bunu senin hatırın için olduğu kadar yurdunun hatırı, hele sizinki kadar bizim ilimizi de koruyan, onları büyütüp yetiştirmiş olan tanrıçanın hatırı için de yapacağım. O tanrıça ki, sizin ili bizimkinden bin yıl önce, toprak ile Hephaistos’tan aldığı bir tohumla vücuda getirmişti, kutsal kitaplara göre, bizim ilin kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir. Demek oluyor ki sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını, onların en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım. Başka zaman vaktimiz olunca bunların hepsini yeni baştan sıra ile teker teker ele alırız.
[…]
Biz burada ilinizin hayranlık uyandıran büyük başarılarından bir çoğunu yazılı olarak saklıyoruz. Ama bunların içinde bir öylesi var ki büyüklük, kahramanlık bakımından hepsini geride bırakıyor. Gerçekten eski yazılar, vaktiyle ilinizin, büyük Atlas denizinin ötelerinden gelip Avrupa ile Asya’ya küstahça saldıran koskoca bir devleti yok ettiğini söylüyor. O zamanlar bu koca denizden geçilebiliyordu; çünkü sizin Herakles Sütunları dediğiniz o boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada Libya ile Asya’nın ikisinden daha büyüktü. O zamanlar oradan başka adalara, oradan da karşılarında uzanan ve gerçekten adını hak eden denizin kenarındaki bütün kıtaya ulaşılabiliyordu. Çünkü sözünü ettiğimiz boğazın iç tarafı, girişi dar bir limana benzer, dış tarafı ise gerçekten büyük bir denizdir. Etrafını çeviren kara parçası da gerçekten kıta denebilecek bir topraktır. İşte bu Atlantis adasında, hükümdarlar, hakimiyetini bütün adaya, öteki adalara, hatta kıtanın bazı parçalarına kadar uzatan büyük, hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. Bunlardan başka boğazın iç tarafında, bizim tarafta, Mısır’a kadar Libya’nın, Tyrhenia ya kadar da Avrupa’nın hakimi idiler. Bir gün bu devlet bütün kuvvetlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu, bizimkini, boğazın iç tarafındaki bütün ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi. İşte o zaman, Solon, iliniz bütün değerlerini, bütün kuvvetini dünyanın gözü önüne serdi. Cesaretten, savaş bilgilerinden yana öteki illerin hepsinden üztün olduğu için Hellenlerin başına geçti; ama ötekiler kendini bırakıp çekilince bir başına kalan, böylece en tehlikeli duruma düşen iliniz istilacıları yendi, bir zafer anıtı dikti, şimdiye kadar hiç kölelik etmetyenleri kölelikten kurtardı ve bizim gibi, Herakles sütunlarının iç tarafında oturanları iyi yüreklilik ile serbestliğine kavuşturdu. Ama bundan sonra korkunç yer sarsıntıları, tufanlar oldu. Bir gün, bir uğursuz gecenin içinde, ne kadar savaşçınız varsa hepsi birden bir vuruşta toprağa gömüldüler. Atlantis adası da, aynı şekilde, denize gömülerek yok oldu. İşte bunun içindir ki, ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar yüzünden o deniz bu gün bile, geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir."
Nazilerin Atlantisi
Alman antropolojisi ve Nazilerin Atlantisi üzerine;
"Atlantis efsanesi coğrafi keşifler döneminde İspanyol kuramcılar tarafından yaratılan Atlanto-milliyetçiliğinin ve 17. yüzyılda ortaya çıkan İskandinav merkezli bakış açısının tam tersi istikamettedir. Efsane, 19. ve 20. yüzyıl boyunca, Avrupa’nın hâkim devletleri olan Fransa ve İngiltere ile son olarak Almanya merkezli işlenmiştir. Nazilerin Atlantis’i nerelerde ve hangi gerekçelerle aradığı konusu, aslında Atlantis efsanesinin asırlar boyunca neden gündemde tutulduğunu da en somut biçimde sergiler. 1918 yenilgisinin üstünden gelmeye çalışan ve yeniden çıkış arayan Nazi Almanya’sı, Atlantis efsanesine dayanarak tarihsel kökler yaratmaya; böylelikle Alman ulusunun gururunu, 2500 yıllık tarih içinden oluşturmaya çalışmıştır. Ancak 1871 yılında siyasal birliğini sağlayan Almanların, uzun bir tarihsel arka plana ihtiyaçları vardır."
................
Müttefikler 1945 yılında Heinrich
Himmler’in özel kütüphanesini ele geçirdiklerinde gizli bir kitap koleksiyonu
ile karşılaştılar. Bunların arasında Ernst Höbiger’in "The World Ice History" adlı bir kitabın kopyası da bulunuyordu. Kitapta yazar uzaydan gelen bir süper
ırkın eski Atlastis adasına yerleştiği iddiası yer alıyordu. Höbiger’e göre bu
süper ırk burada çok ileri bir uygarlık kurdu. Bu uygarlık buzul tabakalarının
ilerlemesiyle yer değiştirdi ve dünyanın çeşitleri yerlerine dağıldı.
Yunanlılara ve Mısırlılara uygarlığı öğretende onlardı. Himmler tüm bunlara
inanmakla kalmadı Atlantislilerin torunlarının en mükemmel bireylerinin
Almanya’da yaşadıklarına kesin gözüyle bakmaya başladı. Diğerleri ise dünyanın
çeşitli yerlerine yayılmışlardı. Onun görüşüne göre bunlar süper insanlar olan
Ariler’di. Nazi devleti içinde en korkulan organizasyon olan SS’leri yaratırken
Himmler'in hayal dünyasını besleyen bu düşüncelerdi.
Himmler’in kütüphanesindeki diğer
kitapların arasında Hörbiger’in kitabını bir kenara bırakmak kolay olabilir ama
bu teorilerin doğru olduğunu kanıtlamak için yaptıklarına bakınca hayli şaşırtıcı
olduğu görülüyor. Öyle ki muhtemelen dağılmış ana ırkın ve Atlantis’in ırksal
ve arkeolojik kalıntılarını bulmak için İzlanda, Grönland, Orta Amerika ve
Tibet’e kadar keşif heyetleri gönderdi.
Himmler’in bu konulardaki gurusu, Herbert
Wiligut adındaki bir Avusturyalıydı. 80’lerin sonlarında Himmler’in eski
yardımcısı Karl Wollf onun hakkında “Avusturya ordusunda albaydı. Bizden
(SS) Weisthor takma adını aldı. Thor Alman tanrısı, weis ise akıllı insanların
ailesinden geldiği anlamına geliyordu. Ve o Hıristiyanlık öncesi inançları
canlandırmaktan sorumluydu. Yaşamın misyonunu, bilgi ve tecrübelerini bin
yıllık Almanya hükümetini gelecekteki koruyucusu ve seçilmiş kişileri olacak
SS’e geçmek olarak gördü.” demiştir.
Wiligut yada Weisthor’a resmi bir görev
verildi. Böyle bir pozisyonun nedeni Wiligut’un tarihöncesi zamanlara dayanan
Alman filozoflarının soyundan gelenlerin sonuncusu olduğunu iddia etmesiydi.
Ayrıca binlerce yıl önce soyunun yaşadıklarını ve tarihini hatırlamasına
yarayan üstün bir hafızası olduğunu ileri sürüyordu.
Weisthor, Himmler'e Almanlar'ın bilinmeyen
kutsal yerlerini gösterir, bunları sembollerle açıklardı. Ona ayrıca kıdemli SS
subayların ve evli üyelerinin taktıkları gümüş "toten kopf"
yüzüğünün yapım işi de verilmişti. Yüzüğün dış kısmında 4 adet özel anlamı olan
Germen harfi, ortada ise bir kuru kafa vardı. Amaç SS'leri bir koruma ekibinden
ziyade bir şövalye birliği yaratmaktı. Ancak bu planları gerçekleştirmek için
bir kale gerekiyordu ki Willigut tarafından sağlanan bilgilerle Wewelburg
Ortaçağ kalesi bulundu. Willigut'a göre bu kale doğaüstü ve uğurlu gücün
sembolu üçgen şeklindeydi ve Almanya'nın kalbinde (Orta Almanya'da)
Externsteine'ye çok yakın bir bölgedeydi. Himmler'in SS asaleti ile ilgili
fantezilerinini kökleri Naziler'in "kan ve toprak" idealine
dayanıyordu. Buna göre Almanlar ayak bastıkları toprağa tarih ve ırk yoluyla bağlıydılar.Yeni
bir soylu Alman ırkı yaratmak için Himmler'in onlara bir de tarih yaratması
gerekiyordu.
Himmler'in arkeolojiye müthiş bir ilgisi
vardı. Genelde utangaç olmasına rağmen arkeolojik kazılar sırasında çekilmiş
binlerce fotoğraf ve filmi bulunmaktadır. 1935 yılında bu takıntı Ahnenerbe'nin
(geçmişe ait miras) yaratılmasıyla kendini gösterdi. Ahnenerbe dünya üzerindeki
Alman arkeolojik seferlerine fon yaratılması için ek bir kaynaktı.
1934 yılında Gabriel Winkler Berlin'de
Willigut'un asistanı olarak çalıştığı sıralarda, sıradışı bir kitap ile karşılaştı.
28 yaşındaki Otto Rahn tarafından yazılmış kitap, The Crusade Against The
Grail (Kutsal Kase Seferi) adını taşıyordu. Oldukça kalın olan bu kitap,
Ortaçağ'da eski Alman inanışlarına sahip Alman şövalyelerinden söz ediyordu.
Bunlar aynı zamanda Güney Fransa'da, Pireneler'deki şatolarında bulunan kutsal
kasenin de korucularıydı. Kitabı nedeniyle Rahn, Berlin'e çağrıldı ve grubun
bir parçası oldu. Bu grubun içindeyken Rahn kutsal kase ile ilgili araştırmalarını
sürdürdü. Ancak onu bulup Almanya'ya getirmek için yolculuğa çıkmadı. Bunula birlikte
Rahn başka gezilere katıldı. En önemlilerinden biri Kuzey Kutbu'na yapılan
yolculuktur. İzlanda ve Grönland'da Ariler'i bulmak için araştırmalar yaptılar
ancak bir bulgu elde edemediler.
Himmler'e 1938 yılında Ernst Schafer
adında bir gencin Tibet'e keşfe gideceğinin bilgisi geldiğinde, hemen genç
adamla temasa geçildi. Himmler ona yardım etmek için İngiliz Dışişleri
bakanıyla görüştü ve izin sağladı.
Savaşın sonunda Schafer Amerikalıların
yürüttüğü sorgulamada, Himmler'in kendisinden Buzul Çağı'nın muhtemelen dağılmış
Ari kalıntılarını araştırmasını istediğini belittti. Ancak kendisi daha
çok vahşi yaşamla ilgileniyordu, yanına Tibetlilerin ırksal özelliklerini araştırmak
için antropolog Bruno Beger'i de almıştı. Bütün ekip SS üyelerinden oluşuyordu.
1939 yılında Schafer bu geziden döndüğünde, Nazi siyasetinde işler ciddiye binmeye başlamıştı. Bunun
yansımaları Ahnenerbe içinde görülüyordu. Willigut, içkiye düşkünlüğü ve
giderek çılgınlaşan fikirleri ile utanç kaynağı olmaya başlamıştı. Willigut'un
1924 yılında kendisine şizofren teşhisi konduğu ve Himmler ile tanışmadan bir
kaç yıl önce akıl hastahanesinden çıktığı anlaşıldı.
Sonunda Himmler onu emekli etmekten başka
çare bulamadı. Gittiği yerde ölene kadar iyi bakıldı. Otto Rahn'ın sonu daha
kötü oldu. Himmler'e Rahn'ın homoseksüel ilişkisi olduğu söylendi. Nazi
Almanya'sında homoseksüellik toplama kampına sadece gidiş bileti ile
cezalandırılan bir suçtu. Himmler ona bu gerçeği Dachau'da çalışmaya yollarka
hatırlattı. Daha sonra da Rahn Himmler'e adını temize çıkarmasını yazmasına rağmen,
Himmler "Artık seni koruyamam" cevabını verdi. SS tarafından
onurlu sayılan bir davranışla Rahn 1939 kışında intihar etti.
Savaş çıktığı zaman, Ahnenerbe çok farklı
bir organizsazyon haline geldi. Garip huyları ve sabit fikirleri olanlar
azaldı, görevi ciddi arkeologlar devraldı. İşin garip yanı araştırmacılar
politik baskılardan uzak rahat bir şekilde işlerine devam edebiliyorlardı.
Ancak bu arkeolojinin politik anlamda kullanılmadığı anlamına gelmiyor. Polonya
ve Rusya'da bulunan tarihöncesi çanak çömleklerin Alman kökenli olduğunun
söylenmesi bir rastlantı değil. Üstlerinde gamalı haç bulunan eski kapların
arkeolojik kazılarını gösteren filmler yapıldı. Bu, Almanlar'ın doğudaki eski
yurtlarına dönmelerinin, onların kaderi ve hakları olduğunun yönündeki
argümanlara kaynaklık etti.
Savaşın sonunda Ahnenerbe arkeologlarının
çoğu kariyerlerine devam ettiler ve Almanya çapında önemli professörler
oldular.
1920'lerde Himmler'in hayal dünyasına
ilham veren fikirler şimdilerde "moda" oldu. Atlantis'ten söz eden kitaplar
listelerde hemen yükseliyor, sıklıkla Atlantis olduğu iddia edilen kalıntıların
bulunduğu haberleri geliyor. Bunların çoğu da Mısır'dan Mayalar'a kadar tüm
eski uygarlıkların kaynağı olduğu iddia ediliyor.
Irksal unsur söz konusu olmasa da dayanak
noktası aynı, Mısırlılar ve Orta Amerikalılar tek başlarına böyle bir medeniyet
geliştirmiş olamazlar, mutlaka onlara süper insanlar yardım etmiştir. İşte
Himmler'in fikirlerini benzeri...
25 Ekim 2012 Perşembe
24 Ekim 2012 Çarşamba
Full Art Prize'ı kim kazanacak? - NTV
Türkiye’nin ilk güncel sanat ödülü Full Art Prize’ın sahibi, 7 Kasım Çarşamba akşamı ödül töreniyle açıklanıyor.
Tayfun Serttaş, Stüdyo Osep
İSTANBUL - Türkiye’de yaşayan, 40 yaş altındaki sanatçıları desteklemek ve cesaretlendirmek amacıyla düzenlenen ve Türkiye’nin ilk güncel sanat ödülü olan Full Art Prize’ın sahibi 7 Kasım’da açıklanıyor. Yaklaşık 300 başvuru arasından, kültür sanat dünyasının saygın isimlerinden oluşan bir jüri tarafından seçilen 13 yarı finalist, Hasköy İplik Fabrikası’nda düzenlenecek bir sergiye katılacak ve 25 bin TL’lik ödüle layık görülen sanatçı, yapılacak törenle sahibini bulacak.
Güncel sanat alanında çalışan sanatçıların keşfedilmesi, toplumun daha geniş kesimleriyle buluşturulması ve uzun vadede üretimlerinin desteklenmelerini amaç edinen FULL Art Prize’ ın ilk senesinin jürisi, kültür sanat dünyasının saygın isimlerinden oluşuyor. Başkanlığını gazeteci ve AICA üyesi, eleştirmen, ArtUnlimited Kültür Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Evrim Altuğ’un üstlendiği, sanatçı Gülsün Karamustafa, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun, İKSV İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer, Borusan Holding CEO’su Agah Uğur ve AR Şirketler Grubu CEO’su Hüseyin Arslan’dan oluşan jüri, 10 yarı finalist seçmek için yola çıktı, ancak, heyecan verici işler üreten sanatçıların başvurularının yoğunluğu sebebiyle ödül protokolünün dışına çıkarak, 13 sanatçıyı yarı finale bıraktı.
Mayıs ayında, jüri tarafından seçilen yarıfinalistler, her bilgisayardan sadece bir kez oy verilebilen bir sistemle, FAP’ın resmi web sitesi üzerinden oylamaya sunuldu. 7 Kasım Çarşamba gecesi, sadece jürinin seçtiği bir sanatçı 25 bin TL’lik ödülün sahibi olmayacak, aynı zamanda, yaklaşık 2500 internet takipçisi tarafından seçilen bir sanatçı da, 5 bin TL’lik destek ödülünün sahibi olacak.
Full Art Prize yarı finalistlerine başvuru dosyalarında yer alan, daha önce gösteremedikleri, üretemedikleri ya da sadece fikir olarak kalan projelerinin gerçekleştirilebilmesi için birer destek bütçesi verilmesi öngörüldü. Sanatçıların ürettikleri yapıtları, Öykü Özsoy küratörlüğünde gerçekleştirilecek çercevesini “tanıklık etme” fikrinin oluşturduğu bir sergiyle izleyiciyle buluşacak. 7 Kasım’da ödül töreniyle birlikte açılacak olan sergi, 28 Kasım’a dek Hasköy Yün İplik Fabrikası’nda görülebilecek.
FULL Art Prize kapsamında, güncel sanat belleğine katkıda bulunmak amacıyla bir de kitap hazırlandı. Yarıfinale kalan sanatçıların, son 5 yıla yayılan üretimlerine ve sanatsal pratiklerine ayrıntılı biçimde yer verilen kitapta, Hüseyin Arslan’ın önsözü ve Evrim Altuğ’un metninin yanısıra, Öykü Özsoy, Zeynep Öz, Özge Ersoy ve Azra Tüzünoğlu’nun yarıfinalist sanatçılarla yaptıkları söyleşiler de bulunmakta. Aslı Altay’ın(FAİ) özel tasarımıyla şekillenen kitabın sürprizlerinden biri de, Teri Erbeş’in çektiği sanatçı portreleri.
2012 FULL Art Prize Yarı Finalist Sanatçıları:
• Alper Aydın
• Aslı Çavuşoğlu
• Burak Delier
• Elmas Deniz
• Işıl Eğrikavuk
• Özgür Erkök
• Mehmet Fahracı
• Zeren Göktan
• Borga Kantürk
• Tayfun Serttaş
• Serkan Taycan
• Cengiz Tekin
• Gözde Türkkan
• Alper Aydın
• Aslı Çavuşoğlu
• Burak Delier
• Elmas Deniz
• Işıl Eğrikavuk
• Özgür Erkök
• Mehmet Fahracı
• Zeren Göktan
• Borga Kantürk
• Tayfun Serttaş
• Serkan Taycan
• Cengiz Tekin
• Gözde Türkkan
Full Art Prize'ı kim kazanacak? - NTV Kültür Sanat
First Full Art Prize to be announced / Hürriyet Daily News
The Full Art Prize, which aims to open new pathways for young artists under the age of 40, will announce this year’s winner Nov. 7.
Supported by AR Company Group, the prize carries with it a monetary award of 25,000 Turkish Liras. The jury consists of art collectors, curators, art critics, artists and art directors, including critic Evrim Altuğ, artist Gülsün Karamustafa, director of Biennial Bige Örer, curator and director of SALT contemporary art venue Vasıf Kortun and CEO of Borusan Agah Uğur. In the final stages of the competition, a total of 10 finalists will compete to win the big prize. Pilot Contemporary Art Gallery has partnered with the competition to showcase finalists’ work. Thirteen semi-finalists were selected out of some 300 applications. Works from the semi-finalists can be voted on by the public through the website fullartprize.org. The semi-finalists include Alper Aydın, Aslı Çavuşoğlu, Burak Delier, Elmas Deniz, Işıl Eğrikavuk, Özgür Erkök, Mehmet Fahracı, Zeren Göktan, Borga Kantürk, Tayfun Serttaş, Cengiz Tekin, Serkan Taycan and Gözde Türkkan.
Among 300 people and 13 semi finalists the gala night will announce the winner at Hasköy Yarn Factor with a ceremony. The prize committee also prepared a book to contribute the collective memory of Turkish contemporary art scene. The book presents a large amount of content on the 13 semi-finalists’ five years works. There are writings from Evrim Altuğ, Öykü Özsoy, Zeynep Öz, Özge Ersoy and Azra Tüzünoğlu.
First Full Art Prize to be announced / Hürriyet Daily News - October/23/2012
Supported by AR Company Group, the prize carries with it a monetary award of 25,000 Turkish Liras. The jury consists of art collectors, curators, art critics, artists and art directors, including critic Evrim Altuğ, artist Gülsün Karamustafa, director of Biennial Bige Örer, curator and director of SALT contemporary art venue Vasıf Kortun and CEO of Borusan Agah Uğur. In the final stages of the competition, a total of 10 finalists will compete to win the big prize. Pilot Contemporary Art Gallery has partnered with the competition to showcase finalists’ work. Thirteen semi-finalists were selected out of some 300 applications. Works from the semi-finalists can be voted on by the public through the website fullartprize.org. The semi-finalists include Alper Aydın, Aslı Çavuşoğlu, Burak Delier, Elmas Deniz, Işıl Eğrikavuk, Özgür Erkök, Mehmet Fahracı, Zeren Göktan, Borga Kantürk, Tayfun Serttaş, Cengiz Tekin, Serkan Taycan and Gözde Türkkan.
Among 300 people and 13 semi finalists the gala night will announce the winner at Hasköy Yarn Factor with a ceremony. The prize committee also prepared a book to contribute the collective memory of Turkish contemporary art scene. The book presents a large amount of content on the 13 semi-finalists’ five years works. There are writings from Evrim Altuğ, Öykü Özsoy, Zeynep Öz, Özge Ersoy and Azra Tüzünoğlu.
First Full Art Prize to be announced / Hürriyet Daily News - October/23/2012
23 Ekim 2012 Salı
TAYFUN SERTTAŞ@PİLEVNELİ PROJECT
TAYFUN SERTTAŞ@PİLEVNELİ PROJECT
"BAZAN"
23 KASIM - 15 ARALIK 2012
Teşvikiye Caddesi, Teşvikiye Palas No: 23 Kat: 6 Nişantaşı, 34365 İstanbul
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)