19 Ağustos 2017 Cumartesi

Medeni Kanun, Medeni Olmayan Kanun



Az şehre Beyrut kadar ilgi duydum.

Bunun iki nedeni vardı, ikisi de kendi (kesintili) tarihimle ilgili;

1. Ulus-devlet sonrası terk edilen bir sistem, (kültürlerarası müzakere hukuku diye kısaltalım) burada hala süregidiyor ve metot olarak geride bıraktığımız milletler birliğinin mikro bir örneği uygulanıyordu. Bu haliyle zamanda ışınlanmaktı Beyrut. Bir İstanbul değildi elbet ama İzmir ölçeğinde onlarca Anadolu kentinin (özellikle liman kentlerinin) yüzyıl önceki haliydi. Selanik’ten başlayıp İskenderiye’ye uzanan Levant limanları arasında yalnızca Beyrut, ama en çok Beyrut zamanda asılı kalmıştı. Hem psikolojik, hem politik olarak.   

2. Günümüzde çok övülmekle birlikte, (ve nostaljisi yapıladursun devam) ulus devlet fikrinin tezahür bile edilmemesine karşın bu limanda da işler pek yolunda gitmemişti. Beyrut’un kaderi, yüzyılın en uzun ve karanlık iç savaşlarından biriyle yazılacaktı... Bu ikinci konu, hem birinci tespitin dolaylı bir sonucu/yanıtı hem de zihnimde beliren alternatif şablonun çökmesi açısından çok daha belirleyiciydi. Üç 
seneye yakın aynı soru etrafında döndüm; ‘Ne Oldu?’   

Lübnan Parlamentosu, kendi ülkemden sonra prensiplerine en hakim olduğum parlamentolardan biri olabilir... Dersime iyi çalıştığım o günlerde, Türkiye’deki sistemle taban tabana zıt anayasal kurallar hakkında dudak uçuklatacak sayısız veriye ulaştım. Fakat bunlardan bir tanesi vardı ki, ilerleyen dönemde vahametini daha net kavrayabileceğim ve bütün bir tıkanmayı üzerine kurabileceğim ciddiyetteydi; Lübnan’da ‘Medeni Kanun’ yoktu!

Ülkedeki anayasal düzen, değil farklı dinlerden bireylerin birbirleriyle evlenmeleri, aynı inanç grubuna dahil olsalar bile farklı kiliseler ve mezheplerden bireylerin dahi evliliğine imkan tanımıyordu...
Bireylerin medeni kanun çerçevesinde korunması gereken tüm yasal hakları dini kurumlara devredilmişti. Kabaca 19 toplumun (19 farklı inanç/mezhep grubunun) bir arada yaşamasıyla övünülen bu güzide şehirde, neden kimsenin gettosundan bir adım uzaklaşmak istemediğinin yanıtı bu temel yarılmada gizliydi.

Bourj Hammoud’ta oturan bir Ermeni delikanlının,
Achrafieh’de yaşayan bir Maronit genç kızla evlenmesi ne denli imkansızsa, Şiiler ve Sünniler arasındaki sınırlar da o denli keskin çizilmiş (hatta Hristiyanlarla kurdukları ilişkilerinden çok daha keskin) Dürziler dağ köylerine çekilmiş, Filistinliler kamplarına kapanmış, Ortodokslar şatafatlı geçmişlerinin hayaletiyle baş başa bırakılmıştı... Ve bu grupların tamamı için, modern toplumun en belirleyici kurumu olan aile, ‘modern bir kurum’ olarak tesis edilememekteydi. Belki de aralarındaki tek gerçek mutabakat(!), sivil hayatın 'sivilliğine' kota koymak üzere gerçekleşmişti. Yarım asra dağılan iç savaş boyunca nüfus dengelerinin orantısız biçimde bozulmasının da etkisiyle, anlaşılan hiçbir toplum tek bir bireyini dahi bu yolla ‘kaybetmeyi’ göze alamıyordu. Alenen aşk yasaklanıyordu. 

Her toplumun farklı miras kuralları, hepsinin farklı ekonomik öncelikleri, kadınlar ve erkekler arasında kendilerine özgü geleneksel prensipleri vardı. Ortalama bir Beyrut sakinine ‘ülkesinde medeni kanunun olmaması hakkındaki düşünceleri?’ sorulduğunda da ilk mazeret ‘miras hakkı’ üzerine bina ediliyordu. Buna göre; farklı toplulukların birbirleriyle evlenmelerine izin verilmesi durumunda, en fazla iki jenerasyon sonra aile miraslarının belli toplulukların elinde toplanması kaçınılmazdı. Çünkü bazı topluluklar kadınlara eşit miras hakkı tanırken, bazı toplumlar dörtte bir oranında tanımakta, bazı topluluklar ise kadınları mirastan tamamen muaf tutmaktaydı. Bu temel kaygı dillendirildikten hemen sonra ise, aralarındaki kültürel uçurumlar, aile yapılarındaki tezatlıklar ve özellikle kadınların serbestisi üzerinden bir dizi argüman daha sıralanıyordu... Tüm bunların gereksiz kaygılar olduğuna dair getirdiğiniz yorumlar ise ‘naif bir çaba’ düzeyinde algılanıyordu. Esasen aksi tartışılamıyordu.   

Peki hiç mi istisnası yoktu bu durumun?

Demokrasinin ve sivil anayasanın yerleşmediği her ülkede olduğu gibi, Lübnan’da da en temel haklarınız ancak ‘para ile satın alabileceğiniz’ bir sınıfsal ayrıcalığa dönüşmüştü. 

Cebinde 10 bin Doları olanlar, medeni kanun uygulanan en yakın ülke konumundaki Kıbrıs’a gidiyor ve para karşılığı evlilik prosedürlerini burada gerçekleştiriyorlardı. Biraz daha paraları varsa bence ülkeye bir daha dönmüyorlardı... Aileleri ve mensup oldukları cemaat tarafından dışlanmak pahasına ülkeye dönmek zorunda olanlar ise Hamra gibi nispeten farklı kökenlerden ailelerin karışabildiği semtlere yerleşiyorlardı. Hamra bu konuda ayrıca incelenmeye değer, çünkü bu mahalle aynı apartmanda üç dört farklı cemaatten aile ve karma evlilik yapanlarla karşılaşabileceğiniz tek istisna.

Laïque Pride (Laik Onur Yürüyüşü)

2011 yılında üst katında ikamet ettiğim Zico Konağının giriş katındaki ofislerde organize edilmekteydi Lübnan’ın ilk Laik Onur Yürüyüşü. Malum konuya toplumun büyük bir kesiminin duyarsız kaldığına neredeyse emin olduğum günlerde, kendimi meğerse senelerdir bu alanda çalışan insanların arasında buldum. Çoğu karma evlilik yapmış çiftler, akademi çevresi, feministler, lgbt’ler ve yoğun olarak diasporadakiler tarafından destekleniyordu bu girişim.  

Sokak başlarında hala kum torbalarının yığılı olduğu bir kentte elinize bir pankart alıp yollara dökülmek öyle kolay değil. Başınıza tahmin edemeyeceğiniz kötülükler gelebilir ve bundan dolayı kimse hesap vermeyebilir... Dindar kesimlerin hacmiyle karşılaştırıldığında ‘Laik Onur Yürüyüşü’ gibi bir eylemin arkasında duracakların azınlığa düştüğü bir ortamda, herkes birbirine şüpheyle yaklaşsa da, böylesi bir girişime herkes düşmanlık besleyebilir. Nitekim ‘Kim Vurduya Gitmek’ gibi yazılı olmayan bir kanun var Ortadoğu’da.

Çok büyük bir titizlik ve özenle hazırlandı Laik Onur Yürüyüşü. Toplumsal cinsiyet meselelerine girilmeyecek, kültürel farklar/ayrıcalıklar esprili bir dille vurgulanacak, hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar üzerinde etki yaratabilmesi için özellikle Türkiye ve Fransa örnekleri üzerinden ilerlenecek, askerlere ve halka çiçek dağıtılacak, dini kurumlara eleştiri getirilmeyecek, ve Medeni Kanun ihtiyacı üzerinden çok keskin ve net bir talep ortaya koyulacaktı. 

Öyle de oldu, o gün 5 bine yakın insan katıldı Laik Onur Yürüyüşüne. Kordon’dan başlayarak, Downtown’a kadar devam eden yürüyüş boyunca Türkiye’nin ismi çok sık zikredildi. "Türkiye gibi, aynı Türkiye gibi! Fransa gibi, aynı Fransa gibi!" sloganlarıyla inledi sokaklar. İçten içe gururlanmadım desem yalan olur...    

Bugün o günleri hatırlarken iki kere utanıyorum. Çok değil, 6 sene önce biri çıkıp; “gün gelecek Medeni Kanun senin ülkende de askıya alınacak” deseydi herhalde güler geçerdim. Şimdi gülemiyorum...

Üzerimize çöken kabus, sivil alanı en dokunulmaz saydığımız ilkesel haklar üzerinden kuşatmaya alırken, buna karşı basitçe bir direniş bile geliştiremiyor olmak vahim. İnsanın hiç sahip olmadığı bir hakkı talep etmesinden bir farkı var, sahip olduğunu kaybetmenin. Belki de milyonlarca insan durumun vahametini hala kavrayamıyor. Çünkü bu durumun doğuracağı riskler hakkında en ufak bir deneyimleri yok, Medeni Kanun’un olmadığı koşullarda oluşacak tablo görülemiyor... Olabilir. Fakat her şeyin farkında olan bir o kadarı, sürecin akıbetini astroloji soslu bir kaderciliğe terk etmiş vaziyette bekliyor. Nuray Mert'in kahvehane düzeyi yazısından sonra gördüğü tepki, konunun kendisinden çok daha tartışılmaya değer bulunuyor.  

Kabul edelim Türkiye Lübnan gibi bir milletler topluluğuna dayanmıyor artık. Fakat kısa süre içerisinde burada da mezhep farklarından başlayarak, türlü tuhaf toplumsal problemin önünün açılmayacağının ve hali hazırdaki kültürel sorunların katmerlenmeyeceğinin garantisi yok. Nitekim bu toplumun azımsanmayacak bir bölümü, din işlerinin devlet işlerinden ayrılması gerektiği konusunda mutabık. Macera peşinde koşan bir grubun ise bu gibi uygulamalara ne kadar tahammül edebileceğini hesap edemiyorum. Onları kendi çocuklarına havale ediyorum... Bir iki jenerasyon sonra ‘Ne Oldu?’ sorusunu Türkiye üzerinden sormamak için, önce esaslı bir dayanışmaya ve sahip olduğumuz haklarımızı (sahip olamadıklarımız bir yana dursun şimdilik) var gücümüzle korumaya ihtiyaç var.     

İki gencin birbirine duyduğu aşkı yasaklamaktan daha büyük kötülük görmüyorum bir toplumun geleceği için... Otoritelerini pekiştirme hevesindeki siyasi ve dini mercilerin köhne ortaklıklarının bedelini, kamusal hayatta gençler ödeyecek. Bir süre sonra birbirleriyle sosyalleşemeyecek, ortak mekanları kullanmayacak, aralarındaki ilişkilere henüz ilkokuldan başlayarak kalın duvarlar örmek zorunda kalacaklar. Umutsuzluk, birinin bir diğerine aşık ol(ama)ma ihtimalinden kaynaklanacak. Bunun bir ülkede toplumsal psikolojiyi ne boyutta sarsacağını varın siz tezahür edin. Eğer konuya bir nebze katkım olacaksa, lütfen Beyrut’u tezahür edin. Bırakalım gençler birbirlerine aşık olsunlar, bırakalım aşk ‘sivil’ olsun... 

Sevişen halklar savaşmaz. 


...

PS: Mayıs 2011 tarihinde bu fotoğrafları çekerken, Ağustos 2017’de ülkemdeki iç siyasi tartışmalar nedeniyle paylaşacağımı tahmin edemezdim elbette.. Türkiye’deki çevremle pek paylaşmadığım, paylaşsam bile ilgilenmeyecekleri kadar uzaktı (abesti) bize bu tartışmalar... Benim kişisel ilgimden ibaretti. Bugün aynı fotoğraflara bakarken İstanbul’daki gençleri de görüyorum. Beyrut'a gelirsek, muhtemelen ilerleyen senelerdeki Laik Onur Yürüyüşleri boyunca Türkiye’nin adı bir daha (örnek-model olarak) zikredilmeyecek.


     












1 Haziran 2017 Perşembe

4 sene önce



Dört sene önce sahip olduğumuz hakların dörtte birine bile sahip değiliz bugün... Hepsi suç, hepsi yasak, hepsi günah. Geriye kalan dörtte bir hakkımızın da, önümüzdeki dört sene içerisinde elimizden alınması çok muhtemel olduğundan, sonra yine üzerine uzun uzun konuşuruz ama, meğerse bir 'veda' ritüeliymiş Gezi. Bildiğimiz her şey ile..


31 Mayıs 2017 Çarşamba

Sharjah’ın Bienali Olmak



Bir sanatçı olarak neden İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin hikayesiyle ilgilendiğimi açıklarken şu en kolaylaştırıcı örneğe sıkça başvuruyordum; bir doğa tarihi müzesinin aydınlanmanın hangi evresinde yer aldığını anlamak için özellikle petrol zengini Körfez ülkelerine bakmamız lazım. Bugün bu ülkelerin her biri modern/sonrası sanata olağanüstü yatırımlar yapmakta ve devasa bütçeli koleksiyonlar oluşturmaktalar. Fakat aynı ülkeler bir doğa tarihi müzesi fikrini tezahür dahi edemez. Bu durum basamakların ilkini çıkmadan sonuna zıplamak gibi de okunabilir, fakat bence asıl çıkarım; bu ülkelerin (emirliklerin?) varlıklarını borçlu oldukları neoliberalizm dışında bir tarihsel dinamiğe cesaret edemeyişleriyle ilgilidir. Bu nedenle ki, iki tane ispinoz kuşunu yan yana koyup 'işte bu mutasyon' diyemezler, ama Tracey Emin'in neonlarına bilmem kaç yüz bin dolar verip yataklarının başına asarlar, o yataklarda 12 yaşındaki eşleriyle rüyalara dalarlar.  

Şu sıralar Bodrum’da bir sokak kedisinin akıbeti, İstanbul’un topyekun akıbetinden çok daha fazla dikkatimi çekiyor.. Kenti kültürel olarak tüketmeyi bir süre önce bıraktığım için, kentte durmamın da pek bir anlamı kalmadı. Eğer kentin göbeğinde sebze yemek dışında pek bir şey yapamayacaksam, (operaya gidemeyeceksem, sinemam olmayacaksa, festivallere katılamayacaksam, müziğim kesilmişse vs) daha iyi sebze yiyebileceğim yerlerde durmayı tercih ediyorum. Her koşulda ona katlanmaya razı olduğum kültürel kimliğini yitirdiği noktada kent, çok cazip bir yere dönüşüyor taşra. 

Ama tabi yine de sık sık ne olup bittiğine bakıyorum, alışkanlıktan. Görmediğim bir sergi üzerine yazamam ve fikir beyan edemem, ki bu yazı serginin konteksti, sergide yer alan sanatçıların işleri ya da serginin kimin tarafından İstanbul’a taşındığı ile ilgili değil... Şu günlerde beynimizin hangi gerekçelerle işgal edilip, hangi gerekçelerden soyutlandığı ile ilgili. 

Nam-ı diğer ‘yeni gerçekliğimiz’ yani.

Bazen ben mi çok abartıyorum diye aşırı kızıyorum kendime ama şu en basit noktadan da başlayabilmek lazım; bienaline doyamadığınız Sharjah’ta lgbt olmanın vebali nedir? Evinde bir kutu bira bulundurmak Sharjah dolaylarında hangi ceza kanununa bağlı? Kadın haklarına hiç girmeyeceğim, Sharjah’ın sokaklarında sevgiline bir öpücük vermenin bedeli şeriat yasalarına göre nasıl ödeniyor? HIV Pozitif bireyler neden ömür boyu bu ülkeye girmekten men ediliyor? Bakın öyle basın özgürlüğünden falan bahsetmiyorum, Sharjah diye bienaline koştuğunuz yerde bir kadın bir erkekle restoranda yemek yerken görüldüğü için aklı zorlayacak cezalar alabiliyor. Oturup Birleşik Arap Emirlikleri’nin birbirinden müstesna şeriat kurallarını falan listelemeyeceğim, hepsi google’da mevcut, fakat benim hatırladığım İstanbul’da “Sharjah” gibi bir çöl yerleşiminin imitasyon bienali bu denli göklere çıkarılmaz, en azından bir iki yerde eleştiri yazılır, sanki kente Documenta gelmiş muamelesi yapılmazdı.

Uzak değil, henüz 2011’de Cezayirli sanatçı Mustapha Benfodil’in ‘Önemi Yok’ olarak isimlendirdiği ve ‘Miras Alanı’ olarak kamusal alana yerleştirdiği çalışmasının, kamu tarafından rahatsız edici bulunduğu öne sürülerek açılış kokteylinin hemen ertesinde (uluslararası ziyaretçiler evlerine döner dönmez) yerinden kaldırılmasıyla gündeme gelen bienaldir; Sharjah Bienali. Dahası bu çalışma yüzünden bienal direktörü Jack Persekian, tatilde olduğu esnada hiçbir gerekçe gösterilmeksizin görevinden alınmıştır. O günlerde uluslararası çapta bir imza kampanyası ile Sharjah Sanat Vakfı protesto edilmiş fakat akabinde Yuko Hasegawa bir sonraki Bienalin küratörlüğünü kabul ederek, ifade özgürlüğünün bir kenara bırakılabileceği ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde sansürün bir gerçeklik olduğu mesajını vermişti.

Körfez ülkelerindeki inşaatlarda çalışan milyonlarca göçmen işçinin maruz kaldığı insanlık dışı uygulamalar geçtiğimiz seneler boyunca sanat çevrelerinin gündeminden düşmedi. Guggenheim Müzesi’nin Birleşik Arap Emirlikleri’nin bir diğer kenti olan Abu Dhabi’deki şubesinin inşaatı sürecince göçmen işçilerin maruz bırakıldığı koşullar, başta New York olmak üzere pek çok kentteki sanatçı ve eleştirmenler tarafından protesto edildi. 130’dan fazla sanatçı, küratör, yazar ve kültür profesyoneli, 2011 yılında Abu Dhabi’deki emek sömürüsüne karşı olduklarını belirten uluslararası bir bildiri imzalayarak işçilerin çalışma koşulları iyileştirilmediği sürece bu kurumlarla ortak proje geliştirmeyeceklerini ve bu kurumlara eser vermeyeceklerini beyan ettiler. Ancak yapılan tüm açıklamalar, sürdürülen müzakereler ve protestolara karşın Guggenheim Müzesi 2016’nın Nisan ayında yaptığı açıklamada olayı saptırdığını iddia ettiği GLC (Gulf Labor Coaliton - Körfez İşçi Koalisyonu) ile yürüttükleri müzakerenin sona erdiğini açıkladı.

Birleşik Arap Emirlikleri’nin ‘yüksek sanat aşkı’ bağlamında yakın dönemde gündeme oturan gelişmelerden biri de Louvre Müzesi’nin ülkede inşaatına başlanan şubesiydi. Başta akademik çevreler olmak üzere, Louvre’un Birleşik Arap Emirlikleri’nde bir şube açacak olması sayısız eleştiriyi beraberinde getirdi. Sanat tarihçisi Didier Rykner, Fransa ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında hayata geçmesi planlanan proje için yapılan anlaşmaya karşı çıkan isimlerden biri olarak, büyük bir imza kampanyasına öncülük etti. 4.650 müze uzmanı, arkeolog ve sanat tarihçisi tarafından imzalanan bildiride ‘müzelerin satılık olmadığı’ vurgulandı. Gündeme getirilen başlıklar arasında Louvre ‘tıpkı ticari bir şirket gibi maksimum kar stratejisi gütmekle’ suçlanıyordu. Ayrıca bu bağlamda sanatçılar ve insan hakları kuruluşları tarafından Birleşik Arap Emirlikleri'nin HIV Pozitif bireyleri hapsetmesi, sınır dışı etmesi ve ömür boyu ülkeye girmekten men etmesi gibi politikaları da protesto edildi.

‘Birleşik Arap Emirlikleri’, ‘sanat’, ‘bienal’, ‘müze’ gibi sözcükleri yan yana getirip son birkaç seneyi hatırlamaya çalıştığımda hafızamda bu gibi olaylar beliriyor... Ne yaptıklarıyla pek ilgilenmediğim için, eminim hafızamda yer edenlerden çok daha fazlasıyla yüklü bir ‘sanat gündemleri’ vardır, malum. Bizim kendi adımıza sormamız gereken soru, bu yeni konjonktürde kültürel pozisyonumuzu (ve buna bağlı olarak psikolojik motivasyonumuzu) hangi meridyen ve paraleller üzerinden saptayacağımız? ‘Her bir şeyin’ sıkça ziyaret ettiği bir kentte asla gözüme batmazdı Sharjah Bienali, fakat uzun zamandır ‘hiç bir şeyin’ uğramadığı bu kentte sanat gündemi Sharjah’ın bienali üzerinden belirleniyorsa, kimseyle selefi Arapların elini öpüyor diye alay etmenin manası yok, bizler de aynı selefilerin bienalleriyle böbürleniyoruz demek.    

Eleştiri bir yana da, benim bünyem kaldırmıyor artık... Biz ne zaman ve niye bu kadar ezik olduk? İstanbul’un en küçük semti bile etmeyecek çöl yerleşimlerinin bienalleri hangi ara uluslararası rekabetimizi belirler oldu? Yani başımızda IŞİD kafa keserken, selefi/vahabi finansörlerinin bienalleriyle avunacak noktaya hangi gün düştük? Neoliberalizm bir yere kadar, ama bu denli kokuşmuşuna ne diye çattık? Birleşik Arap Emirlikleri'nin nüfusunun toplamından daha fazla entelektüelin yaşadığı bir metropolde, kimse mi çıkıp bir cümle edemiyor? İstanbul ne vakit Dakar ve Ramallah gibi yerlerle aynı klasmana düştü de, bienalin bir ayağı da aynı mantıkla buraya taşınıyor? Hazır gelmişler iken 'Yeşil Yol' (Doğu Karadeniz) talanından bir iki villa daha satılsa bari... Bu mudur? Geçmiş olsun. 

Konağı kullanılan Abud Efendi’nin de mezarda kemikleri sızlıyor olmalı. Zira 19. yüzyıl aydınlanmasından had safhada etkilenmiş, iyi bir burjuva olarak tanınıyordu Abud Efendi. 

İşte bu yüzden bu kente hiçbir zaman Documenta gelmeyecek.


10 Nisan 2017 Pazartesi

Panel: Kavramın Güzelliği @ PLATO SANAT



"Türkiye'deki kavramsal ve araştırma temelli sanatın farklı stratejileri üzerine" 

Moderator; Marcus Graf
Konuşmacılar; Sümer Sayın, Tayfun Serttaş, Cemre Yeşil 
10 Nisan Pazartesi, PLATO SANAT / Konferans Salonu  

Kavramın Güzelliği sergisi dahilinde daimi küratörümüz Marcus Graf moderatörlüğünde Sümer Sayın, Tayfun Serttaş ve Cemre Yeşil'in Türkiye'deki kavramsal ve araştırma temelli sanatın farklı stratejileri üzerine konuşacakları panelimiz Pazartesi günü 13:00'de.  

5 Nisan 2017 Çarşamba

Cunda Hatırası



bir yaştan sonra dönüp hayatına bakıyor insan.. meğer hep seni bekleyen birileri var orada; aile. şanslıyım, hala en eğlendiğim dostlarımdan biri annem olduğu için. 

24 Şubat 2017 Cuma

bir 'zafer' sergisi; Hayat Kazandı



Leyla Gediz 
'Broken', 2016 
oil on canvas, 38x60x4 cm 


Önce Balat’a şaşırdım, sonra Leyla’ya. 

Son iki senedir içinden çıkamadığım bir konu var. Peki şimdi hayata hiçbir şey olmamışçasına devam mı etmeli, yoksa durdurmalı mı gündelik olanın akışını, hayatı? İkilem, çünkü bir yanın ‘hayat senin elbette doyasıya ...’ falan diyor. Diğer yandan adımların geri gidiyor, istemiyorsun, çünkü bu kadarı çok fazla.

Son iki senedir bu işin içinden çıkabilenleri ve çıkamayanları izliyorum. Yani elinde bir ‘hayat’ ile kalakalanların, bu saatten sonra o ‘hayat’ ile acaba ne yapacaklarını merak ediyorum. ‘Beyhude bir çaba’ ile ‘şimdi değilse ne zaman?’ fikirleri arasında gidip gelip gidiyorum... Son iki senedir ‘zamanlama’ hiç olmadığı kadar önemli tabi.

Leyla’nın hep kendine dair bir zaman dilimi vardı. Ben o zaman diliminden tanırım Leyla'yı. Sanırım bugüne kadar yaptığı sergilerin tamamını gördüm. Göremediğim bir kaçına ise görmüş kadar hakimim. Koşullar ve mekanlar daima değişti, onun kendine özgü zamanı hiç değişmedi. Fakat şimdi o zaman beni farklı zamanlarla meç ediyor. Nostalji diyemeyeceğim, melankoli hiç değil, başka türlü bir yüzleşme. Hayata dair.

Gemmayzeh’de savaş yıkıntıları arasında filizlenen sanat galerilerini gezerken şöyle düşünüyordum; bu insanlar sanat yaparak sanat dışında bir şeyi daha mümkün kılıyorlar, hayatın her şeye rağmen devam edebileceği gerçeğiyle yüzleşmemizi sağlıyorlar... Balat bir süredir bana Gemmayzeh kadar yakın/uzak. Şimdi aynı sokaklarda yürümemin bir nedeni var.   

Yaptığı her sergide iki adım geri, üç adım ileri gitmeyi sever Leyla. Lineer zamanı kırar, başka türlü yer açamaz kendi zamanına. Asla ‘kendini aşma’ hevesine düşmez, pratiğine ihanet etmez. Bugün yaptığı resim, on sene önce yaptığı resmi çürütmez, böyle bir kaygı da gütmez. Kendi zamanına duyduğu sadakat, onun eserleriyle haşır neşir olan izleyiciye ayrı bir haz verir. Her şeyin yerli yerinde olduğuna dair, sanatçıya duyulan bir tutkuya dönüşür. Tarih gibi.   

‘Loş Bahçe’ serisi gibi doğrudan mekana odaklandığı serilerini ve bazı istisnaları saymazsak genellikle mekan yoktur Leyla’nın resminde. Mekan boşluktur. İmge ve mekan arasındaki ilişkiyi gölge/ışık oyunlarıyla yansıtır tuvale. Perspektifi kurar fakat imgeyi en doğru noktaya yerleştirmeyi izleyiciye bırakır. Buraya kadar olan tuvalin kapladığı alanla ilgili.

Bir de tuvalin dışı var ki, ikinci bir katman olarak sergi mekanını düşünmemizi gerektiriyor. Uzunca süredir resim asmıyor Leyla, resim koyuyor. Ardışık formüller arasında konumlanan her bir tuval, imgenin mekanla, izleyiciyle ve bir diğer imgeyle olan ilişkisini yeniden tarifliyor. Tüm bu formüler arasında ‘sergi’ bir bütün olarak konuşuyor. Son senelerde yaptığı neredeyse tüm sergilerde bu bütünü bozdu ve baştan kurdu.  

Serpilen, hem tuvalin içerdiği hem de mekanda ürettiği içerik bağlamında bana kalırsa bir zirve. Fakat dikey anlaşılmamalı, uzun zamandır kurmakta olduğu yatay denklem içerisinde bir köşe taşı... Üstelik bu kez hiç olmadığı kadar ‘biz’e doğru. Sanatçının ‘serpilişi’, hem bireysel pratiğinin tarihine, hem de bugünkü tarihe yansıttığı ışığın (yer yer ters yüz ettiği gölge oyunlarının) örgüsünde.

Bir süredir çok büyük prodüksiyonlu sergilerle pek ilgilenmiyorum. O gibi sergilerde özgül soru(n)larıma dair yanıtlar yakalayamıyorum. Asıl açılımın kamuya yönelik olduğunu görüyorum ve doğrusu o kamusal hengameden bana ışık doğmuyor. Esasen uzunca bir süredir lokalde neler olup olamayacağının merakındayım. O beklenmedik çıkışı bekliyorum. Biraz da bu beklentiden olsa gerek, (başa dönersek) önce Balat’a şaşırdım, sonra Leyla’ya. WOW!  

Ve buradan bize gelirsek;

Hayatta bazı konular vardır, onlardan bahsederken adını telaffuz etmeye asla lüzum görmeyiz... Cümlenin renginden iki taraf da anlar bahsedileni. Harbiye yönüne giden halk otobüsüyle eve dönerken içgüdüsel olarak dökülüverdi ağzımdan o en içimi kemiren soru;

“Tamam ama, peki sen bunu nasıl başardın?”

tereddütsüz yanıtladı Leyla;

“Anka kurtardı beni...”

Şaşırmadım, ama ben yapamazdım. Dakikalar önce yolun kenarında taksi beklerken, koca otobüsü çevirip “hadi atla bunla gidelim” diye biniverdi Leyla... Ben tek başıma artık o otobüse de binemezdim.

Leyla aynı Leyla.
Leyla daima.    

18 Ocak 2017 Çarşamba

The Beauty of Concept @ PLATO SANAT




The Beauty of Concept

Artists: Burak Arıkan, Elçin Ekinci, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Yasemin Özcan, Sümer Sayın, Tayfun Serttaş, Eda Soylu, Cemre Yeşil 

Curator: Marcus Graf
Assistant Curator: Melike Bayık

Exhibition: 18 January - 16 April 2017 
Cocktail: 18 January - 18.00

The Beauty of Concept is the third and last exhibition in a series that investigates various strategies within three major fields of contemporary art in Turkey at Plato Sanat. After The Power of Form reviewed the situation of abstract art and formalism, The Mystery of Figure reflected the state of figurative art. Now, The Beauty of Concept presents different notions and forms of conceptual art and research based art.

For around 100 years, art constantly increased the importance of thought in the artistic process, so that finally in in the 1960’s, conceptual art freed the artist from the obligation of creating objects. Since then, the development of ideas and their minimal representation became one of the primary goals in the art world. Today, after numerous forms of concept based art occurred, research based art became an important approach for analyzing social as well as political issues within the field of conceptualism. Being close to scientific analysis, and using academic-like methods, the artist often resembles a researcher. Still, the outcome of these long-term investigations are always artworks, and therefore differ from traditional intellectualism and on formal knowledge based theses. 

In current conceptual art, aesthetic and formal considerations seem to be of importance. Different from the classic conceptual artist of the 1960’s, for whom aesthetic was a term to overcome in order to destroy the formalist and decorative aspects of art, in today’s understanding, form, media, visuality and aesthetic became parts of a rather eclectic and pluralist notion of conceptual art. 

The Beauty of Concept gives attention to this tendency and reveals the power, and beauty of artistic conceptualism and artistic research through the presentation of strong artists who are able to balance aesthetic and thought in order to comment on today’s world. The show proves that visuality matters, and aesthetic can be an important part of the conceptual work. Therefore, within this field, beauty as well as aesthetic are not dead, and they can merge with conceptual frameworks and research based strategies. The Beauty of Concept underlines this in an aesthetically appealing and intellectually challenging way.