17 Haziran 2022 Cuma

"Sanatçı Sohbetleri: Tayfun Serttaş" / Uğur Ugan @OGGUSTO

 Sanatçı Sohbetleri: Tayfun Serttaş 

"145 yıl sonra Dr. Abdullah Bey’e ait Doğa Tarihi Müzesi’ni Bursa’da sergileyen sanatçı Tayfun Serttaş ile müzenin hikâyesini antropolojiden yakın tarihe kadar tüm yönleriyle ele aldık." 

 

by Uğur Ugan,



Haber kaynağına ulaşmak için TIKLAYIN

Nilüfer Belediyesi'nin altı farklı mekânda, 27 sanatçının çalışmalarına yer veren; "Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları” adlı sergisi sanatseverlerle buluştu. Yekhan Pınarlıgil küratörlüğünde her mekânın atmosferine uygun bir şekilde kurgulanan sergi şehrin kültürel kimliği, tarihi, dönüşümü ve geleceği ile diyaloğa geçen lokasyonlarda mekân ve sanat arasında güçlü ilişkiler kurmayı amaçlıyor.

 

İzleyicilere birbirinden bağımsız atmosfer yaratmayı başaran mekânlar farklı disiplinlerdeki sanatçılar için eserlerini sergileyebilecekleri bir olanak sunuyor. 14 Mayıs – 31 Temmuz tarihleri arasında görülebilecek grup sergisinin en dikkat çekici çalışmalarından biri ise Nâzım Hikmet Kültürevi’nde sergilenen sanatçı Tayfun Serttaş’ın “Doğa Tarihi Müzesi” adlı sergisi.  

 

Post – kolonyalizm ve sanat antropolojisi konularında üretimler veren Serttaş çalışmalarında sosyal bilimler ve disiplinlerarası sanat metodolojilerinden yararlanarak kendi diliyle bir yakın tarih anlatısı sunuyor. Uzmanlık alanı olan antropolojiden referansla sanatsal bir estetikle ekolojik formların sergilendiği çalışma çarpıcı bir görsel sunum sağlıyor. Doğa – özne perspektifinden hareketle ortaya çıkan çalışma izleyenlere doğa için yeniden bir keşfin kapılarını açıyor.

 

145 yıl sonra sanatçı Tayfun Serttaş’ın kısmen bugüne ulaşan bir dizi kurumsal dokümana dayandırarak araştırmaları sonucu oluşturulan Doğa Tarihi Müzesi “Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople” adıyla yeniden izleyicilerinin karşısına çıkıyor. 1871 senesinde Dr. Abdullah Bey’in (1800 Viyana - 1874 İstanbul) girişimleriyle Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane (bugünkü Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü) bünyesinde kurulan Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk doğa tarihi müzesi ile ilgili Tayfun Serttaş sorularımızı yanıtladı.

 

Doğa tarihi müzesinin kuruluş hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz? 

 

Mektebi Tıbbiye-i Şahane, Osmanlı’nın o günkü ikonik okullarından biri. Aynı zamanda Cumhuriyet devriminin ve aydınlanmasının ilk jenerasyonunu yetiştiren okul. Aslında Cumhuriyet’i kuran çocuklar buna benzer okullardan çıktılar. O tarihlerde Fransız aydınlanmasına daha yakın bir aydınlanmacı fikir önem taşıyordu. Biz Osmanlı batılılaşmasını genelde mimariden, sanattan, müzikten ve buna benzer şeylerden okumaktan yanayız. Bunun yanı sıra bilimsel alanda da çok ciddi bir dönüşüm vardı o günlerde de. Doktor Abdullah Bey, Viyana ayaklanmasından kaçıp Osmanlı’ya sığındıktan sonra bir natüralist olarak ilk başta kendi işini yapamasa da zaman içinde kendi işini yapabilmek adına çeşitli olanaklar talep etti ve bu olanaklar ona sunuldu. İlk müzenin yeri bugünkü Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü’dür. Orası Askeri Tıbbıye-i Şahane’ydi. İlk anatomi deneyleri, ilk modern anlamda tıp, matematik gibi derslerin yanı sıra sanat da burada okutulmaya başlandı. İlk ciddi koleksiyon bir müze anlamında burada kamuya açıldı. 1871’de o günkü tam adıyla “Le Musée d'Histoire Naturelle de Constantinople” adıyla açıldı.


Kurumsallaşmış anlamda böylesi ciddi bir konunun resmi makamlar tarafından desteklenmemiş ve kapsamlı bir çalışma yapılmamış olmasını neye bağlıyorsunuz? Bir göz ardı etme durumu mu var yoksa bununla ilgili bir geleneğin olmaması mı altında yatıyor? Sizce neden?


Modernizmin üzerine bilimsel alandan değil de başka bir açıdan ele geçirme arzusu diye okuyorum. Buradaki toplum, modernizmi biraz gösterişli unsurlarıyla aldı. İçselleşmiş bir modernizm ve aydınlanan yeni bir ulus, bilimsel teorilerin üzerinden çok sığ ve çok yüzeysel geçti aslında. Sadece tarihi alanda değil, birkaç farklı alanda da bu durum karşımıza çıkıyor. Mimariyi de bir gösteriş ve iktidar unsuru olarak aldı 19’uncu yüzyılda. Kısmen orduyu kuvvetlendirdi, müziği aldı, çeşitli sanatlarda böyle şeyler oldu ama müze kısmı bir şekilde atıl kaldı. Bunun üzerine çok net bir tartışma yapılamadı Türkiye’de ne yazık ki. Neden tercih edilmedi? Aslında edilmiş gibi anlıyoruz. Devrimden sonra da insanlar bu konuya yeterli özeni göstermiyor gibi okuyoruz.


Osmanlı’da kurumsal anlamda bilimsel olarak çalışılmış bir antropoloji envanteri var mı?


Evet var, çalışmışlar. Cumhuriyet döneminde de çalışmışlar, kafatası ölçümleri var. Daha nasyonalizme giden bir antropoloji yaklaşımı var. Osmanlı’da bu çalışmalar kurumlar bazında değil de daha çok padişahın himayesinde oluyor. Onun özel ilgileriyle, hayata bakış açısıyla, yaşamı nasıl algıladığıyla alakalı bir durum. Zaten Tanzimat sonrası son bir modernleşme hamlesi var ki imparatorluk ayakta kalabilsin diye ama olmuyor. Ne kadar samimiydi ne kadar değildi bilemiyoruz tabii. O günlerde padişah himayesinde olsa dahi yapılan şeyler daha sonra bir süreklilik kazanmıyor. Ülke muhtemelen bir kıtlıklar dönemine girdi o dönem. Son 40 yılı çok sıkıntılı. O süreçte müze kuracak halleri yoktu. Arada “karambol”e geldi diye anlıyoruz ama net olarak şu nedenle yapılmadı diyebileceğimiz bir neden yok.


Abdullah Bey’den aldığınız ilhamla 145 yıl sonra sadece kurumsal yazışmalar üzerine nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz ve sizin bu girişiminiz bir ilk mi?


Ben Doktor Abdullah Bey’i ilk başta Türkiye’deki kaynaklarda değil Fransa’daki kaynaklarda keşfettim. Daha sonra buradaki Osmanlı arşivlerinde çalışma yapma imkânım oldu. Kızılay arşivlerinden birkaç şey bulabildim. Çok temel monografilerle ilgili karşılaşma yapılabilecek metinlerdi. Şu an mesela Doktor Abdullah Bey’in wikipedia’sı var, o zaman yoktu. Daha sonra öyle zannediyorum ki birileri ilgilendi sadece ben değil. Ben bu müzeyi yaptıktan sonra açanlar oldu. Saint Joseph’te bir sergi yapıldı.


Sadece yazılı envanter vardı değil mi, görsel bir done yoktu?


Görsel bir iki şey var ama tam emin değiliz onunla ilgili. Bu işin 450 sayfa civarında çok kapsamlı bir kitabı da var ayrıca. Ben onları kitaba da koymadım. Hiçbir zaman basılamadı bu kitap. Çünkü kaynak ve fon yaratılamadı kitap bütçesi için. Ben aslında natüralist ya da doğa bilimci değilim. Benim yaptığım genel verilere ulaşmak. Müzenin bir koleksiyonu var, epey kapsamlı bir koleksiyon. Abdullah Bey hayatının son dönemini bir İttihatçı olarak geçiriyor. Bunlar bir şekilde oradaki imparatorluğu yıkmaya çalışıyorlar. Sanırım onların akıbetleri de çok parlak olmuyor sonra. Abdullah Bey’in bireysel monografileri çok fazla açık kalmıyor. Hâlâ malzeme toplamaya değer bir adam diye düşünüyorum.


“İnsanlık yüzünü doğaya döndü, yukarı bak’ biraz da ‘doğaya bak’ demek.”

Tayfun Serttaş


Bursa’daki “Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları” sergisine nasıl dâhil oldunuz?


Ortaçağ biterken Mendel gibi papazlar bezelyelere baktı, Darwin gibi bilim insanları ispinoz kuşlarına baktı. Aslında insanlık yüzünü doğaya döndü. Doğa bazı şeyler söyledi ve doğadan gelen verilerin ezoterik anlamdaki tahakküm ilkeleriyle uyuşmadığı ortaya çıktı. Doğanın kendi başına yeni bir söylem ve yeni bir tavır geliştirmesi söz konusuydu. Reform ve rönesans hareketlerinde bu tüm dünyaya dalga dalga yansıdı. Bugünkü ulus devletlere kadar bu okumayı devam ettirmek mümkün. Bugün son derece ezoterik, insan gerçekliğine ve doğasına aykırı, Türkiye’deki 200 yıllık modernizm projesine de tezat bir söylem var ortada. Böyle bir ortamda ortaya çıktı bu sergi. Aydınlanma fikrinin sorgulanmasıyla ilgili Yukarı Bak’a da bu bağlamda eklendi. “Yukarı Bak” aslında biraz da doğaya bak demek.


Müzedeki eserler yalnızca Türkiye florasını içermiyor değil mi?


Abdullah Bey’in kendi adını verdiği dört tane hamamböceği türü var. Sanırım Avusturya’ya gidip gelirken orada kendi kariyerini ve bağlantılarını kullanıp getiriyor. Yine Paris’te ona gönderilenler var ama ağırlıklı olarak kullanılan Türkiye coğrafyasından ama şempaze ve aslan  da var.


Onu belirlerken kendince içeriksel bir konsept düşünmüş mü peki?


Kendisi küratif bir yaklaşımda bulunmamış.


Siz peki küratif bir dokunuşta bulunurken tematik olarak nasıl bir yaklaşım belirlediniz?


Benim temam; bugün böyle bir müze olsa hangi fikirlerden yola çıkardım ve nasıl bir “context” içerisinde şekillenirdi üzerine gelişti. Aslında bir “antimüze” gibi ortaya çıktı. O yüzden daha küçük köşe taşlarıyla meydana geldi. Şu anda görünen koleksiyon toplam serginin içeriğinin biraz eksiği. Akdeniz’in son vurulmuş foklarından bir tanesi orada. Anadolu coğrafyasında yakın tarihte vurulmuş son leopar örneğine dair fotoğraf da resmedilmişti. Osmanlı’dan kalmış baskılar da vardı orada. Hem sosyal, hem siyasal, hem toplumsal atmosfere bakan işler bütünü diyebilirim. Kaçan ceylanlar gibi, sistemden ve kendi sorumluluklarından ve gerçekliğin de içinden kaçan bir yapı oluşturuldu. Benim müzemin iddiası bilimsel olması.


Bir antropolog olarak sizi en çok şaşırtan hangi bulgular oldu?


Hikâyenin toplamı zaten çok çarpıcı. Böyle bir müzenin varlığı ve eğitim sisteminde okutulmuyor olması çok çarpıcı benim açımdan. Bizim bugün teknik olarak arkeoloji müzelerine gider gibi büyük kentlerimizde doğa tarihi müzelerine gidebiliyor olmamız lazım. Çok ciddi bir kurumsal altyapı ne yazık ki yok. Beni en şaşırtan olmayışı aslında. Bulduklarım değil de bulamadıklarım. Yakın zamana kadar boğazdaki balık türlerini düşünün, 25 yıl içerisinde boğazda 70’e yakın balık türü yok oldu. Galiba 5-6 tür kaldı. Geriye kalan 70 türü bugün görebileceğimiz bir müze yok. Bir “Boğaz Ekoloji Müzesi” yok mesela. Benim bulduklarım küçük veriler, küçük analizler, küçük anekdotlar. Tabii ki Osmanlı metinlerinin tamamını okumak mümkün değil. O dönemde yabancı uyruklu daha sonra Osmanlı tebaasına geçmiş bilim insanlarının iki kat dezavantajlı olduğunu görüyoruz. Abdullah Bey Bursalı bir adam olsaydı üzerinden daha farklı bir söylem geliştirilebilirdi.


Eserler içeriksel olarak gerçekçilikle kurmacayı sentezliyor mu? Var olan doğal gerçekliğin üzerine sizin dokunuşunuzla estetize edildiğini söyleyebilir miyiz?


Benim sergimde bir klasifikasyon mümkün değil. Benim bireysel çabalarımla zaten bir doğa tarihi müzesi kurmam mümkün değil. Çok maliyetli müzeler bunlar. Çok özel birikimler gerektiren ve devletin yapması gereken şeyler. Benim sergimde bir doğa tarihi müzesi nasıl olmalı ya da nasıl olmamalı gibi küçük güzergâhlı arayışlar var. Aslında işlerin hepsi kendi içinde bir arayış içerisinde. Tam yerini bulamamışlık var. Yoksa benim sergim bir müzenin rasyonel anlamda bir doğa tarihi müzesinin ortaya koyduğu hiçbir iddiayı ortaya koymuyor. Eleştirel bir dille açıklanmak isteyen, kendi temsiliyetini ironiden ve espriden alan bir tarafı var. O kurgunun içerisinde kısa bir süre yer almak ya da ona bir noktada dâhil olmak bile insanlarda bir şeyin kayıp olduğuna dair bir his uyandırıyor.


Görsel sunumla ilgili sizin imzanızı belirginleştiren özel bir üsluptan söz edebilir miyiz peki? Jesus’la hamamböceğini ilişkilendirmek gibi mesela…


Onlar yine nasyonalizm ertesi okumalardı. Buradaki nasyonalizm hikâyesine de bir göndermesi vardı. Ben genel olarak bunları çalışan bir sanatçı değilim. Ne önceki işlerim ne de sonraki işlerim buradaki işlere benzemiyor. Bu iş, benim pratiğim içerisinde de son derece ayrıksı ve beni ne kadar temsil ettiği tartışılır. Oradaki her “context”in tabii ki her biri benim imzam ve benden çıkma ama tek başına ayrı ayrı değil bir bütün olarak bakmayı tercih ederim tabii.


Ekolojinin doğal formlarına “creative” açıdan bir sanatçı gözüyle nasıl bir yaklaşım sağlanabilir?


Ekoloji dediğimizde “Nature Art” var biliyorsunuz. Onlar doğanın var olan bütün unsurlarını kullanarak sanat ve doğa arasında çok daha başka bir dil oluşturuyorlar. Benim yaklaşımım “Nature Art”dan ziyade sosyal bilimlerin bir kritik alanı gibi işliyor ve ilerliyor. Tartışması da zaten toplumsal olana. Kolonyalizm belki bugün Kıta Avrupası’dan değil de Ruslar üzerinden ilerleseydi tam da Rus konstrüktivizmi üzerinden bugün nasıl bir bilimsel altyapı bizi bekliyordu gibi sorular var kendi içerisinde. Bunların toplamı ekoloji içerisindeki tartışmaları değil de tam da toplumsal politiğin bize yansıyan tartışmaları. Tam da toplumsal politiğe kurban edilmiş bir müze çünkü bilimsel bakılmamış. Bu yaklaşımların toplamına da bir eleştiri ve sorgulama var.


Batı’daki örnekleriyle bir kıyaslama yaparsanız?


Batı bunu bir kanıt gibi istiyor. Türkiye’deki kültür biraz avcılıktan gelmiş, batıdaki kültür ise biraz bilimden ve akademiden gelme. Madem sen bir yılanın üç tane kafası olduğunu iddia ediyorsan, o yılanı getir görelim demişler bir süre sonra. O yılanı dondurmanın ve mumyalamanın çeşitli teknikleri ve yöntemlerini geliştirmişler. Bunu olabilecek en iyi seviyeye getirmişler zaten anatomist gibi çalışıyorlar. Buradan bir ekol ve anlayış kalmış. Sen bir hayvanı, hayvanat bahçesine hapsetmek yerine aynı hayvanı bu şekilde sergilediğin zaman insanlar yine o hayvan hakkında bilgi ediniyor. Bu sefer o hayvana işkence yapmış olmuyorsun.


Türkiye’deki izleyicinin aklında hangi mesajla serginizden ayrılmasını isterdiniz?


Aydınlanma fikriyle. “Aydınlanmanın dayanakları nereye dayanıyor?”, “Geleneğe, yaratılmış öngörüye karşı doğadan tezlerimizi nereden alıyoruz?” ve bu fikir “İnsanın modern dönemde geçtiği bir pratiğe nasıl dönüşüyor?” gibi sorgulamalarla ayrılmasını isterdim.

 







Kaynak: "Sanatçı Sohbetleri: Tayfun Serttaş"
by Uğur Ugan - 13 Haziran 2022, OGGUSTO  


14 Haziran 2022 Salı

13 Haziran 2022 Pazartesi

"Yukarı Bak / Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları" @ Bursa - Nilüfer

Yekhan Pınarlıgil küratörlüğünde gerçekleşen, "Yukarı Bak / Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları" başlıklı sergi kapsamında İstanbul'un ilk doğa tarihi müzesine adanan işlerim 31 Temmuz'a kadar Nilüfer, Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde görülebilir.
   







11 Haziran 2022 Cumartesi

Basına ve Kamuoyuna: Anahit Ghazarian Hakkında Açıklama

 


BASINA ve KAMUOYUNA 

Anahit Ghazarian Hakkında Açıklama;  

2011 yılında SALT Galata’nın açılış sergisi olarak ilk kez İstanbul’da kamuya açılan Maryam Şahinyan arşivinin, Anahit Ghazarian isimli bir Ermenistan vatandaşı tarafından yıllardır yasa dışı bir şekilde kullanılmakta olduğunu şaşkınlıkla izliyoruz. Bu bağlamda; kendisi tarafından arşivi araçsallaştırmak suretiyle organize edilen panel, sergi, sunum vb. etkinliklere onayım bulunmadığını, arşiv hakkında verdiği röportajlarda kullanılan görsel ve yazılı referansların benden izinsiz olarak kopyalanıp kullanılmakta olduğunu deklare etmek zorunluluk halini almıştır.

 

Anahit Ghazarian isimli şahıs, hiçbir hak ve yetkisi olmadan, kimseden izin ve onay alma ihtiyacı duymaksızın, evrensel ahlaki ve etik prensiplere aykırı olarak son derece agresif bir üslupla uzun süredir projemle ilgili sergiler açmakta, paneller organize etmekte, röportajlar vermekte ve hatta daha ileri giderek arşiv üzerine bir web sitesi kurmakta, istisnasız bu faaliyetlerinin tamamında fikri sınai hakları bizlere ait olan görsel ve yazılı envanteri kullanarak haksız çıkar sağlamaktadır.  

Konuya hakim olan izleyicilerin bildiği gibi; Foto Galatasaray arşivinin tamamı cam levha negatifler ve siyah beyaz selülozik filmlerden meydana gelmektedir ve günümüze ulaşan şekliyle orijinal arşiv basılı fotoğraf içermemektedir. Günümüzde Foto Galatasaray arşivi adına paylaşılmakta olan imajların tamamı, üç yıllık konservasyon çalışması sayesinde 200 bine yakın negatif filmin görselleştirilmesinin sonucudur. Arşiv üzerinde bunun dışında bir görselleştirme (post-prodüksiyon) çalışması yapılmamıştır. Bu bağlamda, dijital arşivin telif hakları şahsıma ait olup, resmi ve yazılı onayım olmadan gerçekleşen kullanımların tamamının yasadışı olduğunu belirtme gereği doğmuştur.

 

Foto Galatasaray arşivi “anonim” bir halk ezgisi değildir. Fikri ve sınai mülkiyet hakları açısından muhatapları son derece açık, hukuki yetki ve sınırları en ince detayına kadar baştan çizilmiş bir projedir. Zira 2011 yılında ilk kez İstanbul’da kamuya açılana değin Maryam Şahinyan hakkında literatürde bir cümle dahi monografik bilgi yer bulamamış, kendisi ve mesleki arşivi tamamen unutulmuş (kaybolmuş) vaziyette iken tarafımdan gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu süreçten itibaren gerçekleşen bütün paralel proje ve etkinlikler, bizzat onayım ve desteğim alınarak hukuki prensiplere uygun şekilde icra edilmiştir. 

 

Hukuki sürece dönük bütün yasal haklarım saklı kalmak kaydıyla; Foto Galatasaray arşivi bağlamında benden izinsiz olarak Anahit Ghazarian isimli şahıs ile yasa dışı şekilde işbirliği yapan galerici, yayıncı, küratör, webmaster ve organizatörlerin de eşit derecede suça iştigal ettiklerini beyan eder, konuyu kamuoyunun ve basının takdirine sunarım.


Saygılarımla,

Tayfun Serttaş



The Press and Public Opinion: Statement About Anahit Ghazarian

 


THE PRESS and PUBLIC OPINION

Statement about Anahit Ghazarian;

 

We are all startled and shocked that a citizen of Armenia named Anahit Ghazarian has been using Maryam Şahinyan’s archive illegally, which was first presented to the public eye as the opening exhibition of SALT Galata in 2011. In this context, I must declare that I have never given any form of permission to her to use and manipulate the archive nor was never informed about the panels, exhibitions, presentations and similar events that she had been organizing by copying and exploiting the archive. 

 

For an extended period of time, the person named Anahit Ghazarian has been opening exhibitions, organizing panels, giving interviews and even created a website dedicated to my own project by using an extremely aggressive attitude that stands against all the universal morals and ethic principles without having any authority over the rights; and she had never felt the need to get an approval nor even asked for permission. And without giving any exceptions, she has been profiting and taking advantage from us through all these illegal activities by stealing all the visual and written inventory which we own all the intellectual and industrial property rights.

 

As the audience that are familiar with the subject knows; the whole Foto Galatasaray archive consists of glass plate negatives, black and white cellulose films and the extant original archive does not include any printed photographs. Today, each and every image that has been shared on behalf of Foto Galatasaray is the outcome of visualisation of nearly 200 thousand negative films through three years of conservation process. And there has been no other post-production work done on the archive except this. Looking at these circumstances, the need to state that it is against the law to use and manipulate any information without my official and written permission as I am the owner of the copyrights for the digital archive has risen.

 

The Foto Galatasaray archive is not an ‘anonymous’ folklore. It is a very well thought and designed project which has very strict and clear boundaries around who the addressee is in the means of intellectual and industrial property rights. Yet, even in literature there wasn’t a single sentence about Maryam Şahinyan until 2011 when the project first exhibited in Istanbul to the public; she and all of her professional career was lost and forgotten until I personally brought it back to light. All the parallel projects and events that happened after this process had my personal approval, support and were suited to legal principles.

 

On condition to keep all my rights confidential through the legal process; I want to declare that, within the context of Foto Galatasaray archive, all the contributors that engaged in this illegal act including gallerists, publishers, curators, webmasters and organizers are as guilty as Anahit Ghazarian and must be judged equally for their crimes; and I want to finalize my statement by submitting this matter to press and public opinion’s discretion.


Sincerely,

Tayfun Serttaş


 

3 Haziran 2022 Cuma

Nilüfer Belediyesi'nden bienal gibi sergi @İstanbulArtNews


Haber kaynağına ulaşmak için TIKLAYIN



Kaynak: "Nilüfer Belediyesi'nden bienal gibi sergi"
by Özüm Ceren İlhan - Sayı: Haziran 2022, İstanbulArtNews 
  

1 Haziran 2022 Çarşamba

"Bursa’da geçen sanat dolu 30 saatin ardından.." / Duygu Merzifonluoğlu @ CNNTurk

 

Haber kaynağına ulaşmak için TIKLAYIN








Bursa’da geçen sanat dolu 30 saatin ardından..

by Duygu Merzifonluoğlu 

 

Geçtiğimiz hafta sanatçılar ve basından oluşan oldukça kalabalık bir grup Nilüfer Belediyesi'nin ve de İmalat-Hane'nin yeni sergilerinin açılışı için Bursa’ya gittik. Oldukça etkileyici eserlerin hikayelerini dinleyip, bu eserlerin sanatçıları ile sohbet ettik ve de İstanbul’a 1,5 gün gibi kısa bir süre içerisinde toplamda 7 sergi gezmiş olarak döndük.

 

Öncelikle Nilüfer Belediyesi’nin Bursa’nın 6 farklı mekanında gerçekleştirdiği “Yukarı Bak: Sınırlı Coğrafya’nın Yıldızlı Ufukları” sergisinin küratörü Yekhan Pınarlıgil’den öğrendiğim kadarıyla bu serginin adı, kendisinin Yunanistan’da yıldızlı bir geceye bakarak yaşadığı güzel bir andan geliyor. Koskocaman bir yemek masasında yemeklerimizin henüz daha gelmediğini fırsat bilerek kendisine serginin adının nereden geldiğini merak ettiğimi söylediğimde bana “aşağı bakarak kahkaha atamazsınız, yukarı bakarak atarsınız” demiş, bu söylemi duyduğum an çok sevmeme neden olmuştu.

 

Pınarlıgil ile yaptığımız bu kısa sohbet, Tayfun Serttaş ve Canan’ın iki kişisel sergisinin olduğu Nazım Hikmet Kültür Evi’ne olan ziyaretimizin ardındandı. Bu sergilerden az evvel çıkmış olduğumuz için düşündüklerini sormuştum ve kendisi de bana bu iki mekanın sanatçıların eserlerine uygun mekanlar olduğunu, her şeyin buna göre seçilmiş olduğunu söylemişti. Yeşil ekolojinin yeterli olmadığını, sosyal ve bireysel ekolojinin de olması gerektiğini aksi takdirde insanlığın uçuruma doğru gitmekte olduğunu anlatırken de: “Hayvanlarla bu dünyayı beraber paylaşıyoruz, daha doğrusu paylaşamıyoruz, çoğunun nesli tükenmeye başladı. Kendimize yemek çıkarıyoruz. Canan, mitoloji & toplumsal, hayal gücünden “yukarı” bak diyor. Unuttuğumuz sembolleri, ölmüş, donmuş hikayeleri canlandırıyor, yaşama getiriyor. Tayfun ise doğa tarihinden, aydınlanmadan çıkıyor yola, bir nevi ölü hayvanları yaşatıyor. Dolayısıyla bu sergiler ile çok çok eski dönemlerden başlayarak unuttuklarımızı yeniden hatırlamaya çalışıyoruz.” cümlelerini kurmuştu.

 

Nazım Hikmet Kültür Evi’ndeki bu iki sergiye ilişkin ise, Canan’ın bu sergide yer alan bazı eserleri ise bana sonbaharda İstanbul’da açmış olduğu sergiden tanıdıktı (15 Kasım 2021 tarihli yazımdan okuyabilirsiniz.) Ancak sanatçı Tayfun Serttaş’ın eserleri ile bu sergide ilk kez karşılaştım ve açıkçası bu sergi bende tanımsız izler bıraktı. Çünkü orada hissettiğim beklenmedik ve insanı ters köşeden vuran bazı duygular, üzerimde kalıcı oldu.

 

İşin aslı ben bu sergiye kadar hiç doğa tarihinin Osmanlı bilim dünyasındaki öncüsü Avusturya kökenli bilim adamı Karl Eduard Hammerschmidt (imparatorluktaki ismiyle Abdullah Bey)’in hikayesini duymamış ve de merak etmemiştim. Bu sergide ise Serttaş sayesinde bu hikayenin aslını öğrendim. Çünkü sergiyi bize gezdirmeden önce Serttaş, 1848 yılındaki Viyana ayaklanması sonucu Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Abdullah Bey’in hikayesinden başlayarak, Abdullah Bey’in zoolojiyi nasıl İstanbul’da sürdürmek istediğini, 1870 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk doğa tarihi müzesini (yerküredeki tüm varlıkları, insanın karşısına belli bir tasnif ve kronolojik düzen içinde seren müze olarak tanımlanıyor) nasıl kurmakla görevlendirildiğini ve sonra da 1848’deki Beyoğlu Yangını esnasında o güne kadar biriktirilen doğa tarihi koleksiyonunun nasıl tahrip olduğunu hiç bilmediğimiz yönleri ile anlattı.

 

Bu anlatımlardan ise öğrendiklerim şöyle şeyler oldu. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nun kamuya açık ilk doğa tarihi müzesi, tam adıyla “Le Musee d’Histoire Naturelle d’Ecole Imperiale de Medecine de Constantinople” Dr. Abdullah Bey tarafından, aslında o Beyoğlu yangının ardından yeni bir doğa tarihi koleksiyonu ile beraber 1871’de açılmış. Abdullah Bey bu süre zarfında, Avrupa’daki doğa bilimciler ile temasa geçerek binlerce örneğin İstanbul’a taşınmasını sağlamış ve böylece de Osmanlı İmparatorluğu’na çağdaşları (Paris, New York, Londra gibi kentler) arasında saygın bir müze kazandırmış.

 

Bunların ardından ise Dr. Abdullah Bey’in 1874 yılındaki ölümü ile beraber müzedeki faaliyetler durmaya başlamış ve İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin bütün koleksiyonu ise 1918 yılındaki Büyük Vefa Yangını sırasında yok olmuş. Böylece de Dr. Abdullah Bey’in bu topraklardaki izi silinip gitmeye başlamış. Bu olayın ardından da zaman içinde Türkiye, resmi bir doğa tarihi müzesinin olmadığı ülkelerden biri arasına girmiş.

 

Bugün bu hikayenin neresindeyiz derseniz, işte bu yok oluş hikayesinin 145 yıl kadar ardından izini sürerek sanatçı Tayfun Serttaş, müzenin kurumsal yazışmalarına dayanarak bazı yapıtlar üretmiş ve de “Le Musee d’Histoire Nurelle de Constantinople” adı ile bu doğa tarihi müzesini yeni baştan kurgulamış. Böylece de bizlere bu bağlantıları görüp hatırlayabilelim diye doğa tarihinin 19’ncu yy ve günümüz tartışmaları arasında “olağan (dışı)” bir zemin oluşturmuş.

 

Bu sırada Nazım Hikmet Kültür Evi’nin ardından görmeye gittiğimiz Gölyazı Kültür Evi de bana göre hikayesi en çok akılda kalan sergi mekanlardan biriydi. Bu mekanın aslında ibadete açıldığı an mübadele olmuş ve yanmış dolayısıyla hiç yaşayamamış eski bir Rum Kilisesi oluşu bu mekanın içinde çok daha farklı bir enerji hissetmenize neden oluyordu. Pınarlıgil, bu mekanı gezerken bana Nilüfer’in geçmişle bağ kurma çabasının özellikle bu mekanda olumlu anlamda fazlasıyla görünür olduğunu söylemişti. Kumaş işler ise bu kilisede çok fazla zaten serginin adı olan “İnce Elemek Sık Dokumak” de buradan geliyor. Bir vakit evvel yanmış, sonra restore edilmiş ve şimdi de bu sergi ile insan içine bambaşka şekilde çıkan eski bir Rum Kilisesi’ndeki bu sergi bu nedenle başka türlü konuşuyor ziyaretçilerle. (Unutmadan, bu kilise ile ilgili bir ilginç detay ise serginin bitimine denk gelen 31 Temmuz tarihinde burada uzun zamanın ardından bir ayinin olacağı.)

 

Bu sırada tüm bu sergiler arasında Türk yazarların el yazılarından, dolma kalemlerinden, gözlüklerinden oluşan Edebiyat müzesinin üst katındaki sergi ile Marguerite Bornhauser’in fotoğraflarının içinde olduğu Fotoğraf Müzesi’ndeki eserler bende bambaşka etkiler bıraktı. Özellikle fotoğraf sergisini gezdiğimiz sırada Pınarlıgil bize Marguerite’in nesneleri, yaşamı, insanları görme hikayesini anlatırken“Birazdan olmayacak bir izi, güneşin dünyaya ulaşırken çarptığı yerlerde bıraktığı yansımayı, ışık ve gölge oyunlarını yakalıyor” deyişi üzerine fotoğraflar benim zihnimde canlı bir şekilde kaydoldu.

 

Meteor Balat Kültür Evi ve Pancar Deposu’ndaki sergilerde ise oldukça fazla sanatçının etkileyici eserleri yer alıyordu. Ancak korkarım bende iz bırakmış olan tüm sanatçı ve eserleri tek bir yazıda sizlere anlatma şansım yok. O nedenle diyebileceğim şey şu ki Bursa’da sizi gerçekten de anlata anlata bitiremeyeceğim çok özel sergiler bekliyor.

 

Biz, sanatçılar ve basından oluşan grubumuzla, hem Nilüfer Belediyesi'ne ait olan yukarıda biraz anlatmaya çalıştığım altı sergiyi hem de İmalat-Hane’de yer alan Ali Kazma’nın “Zaman Zaman” adlı sergisini, her iki sergi de aynı gün açılışını yaptığı için, gezmiş olarak döndük İstanbul’a. O nedenle buradaki sergileri gezecek olanlar toplamda 7 sergiyi de gezmeden gitmeyecek şekilde planlarını yapabilir. “Yukarı Bak” sergisi 31 Temmuz’da son bulurken Ali Kazma’nın İmalat-Hane’deki sergisi 14 Ağustos’a kadar devam edecek.

 

Ali Kazma’nın sergisine ilişkin..

 

Tüm samimiyetimle söylemem gerekiyor ki Bursa’da gezdiğim sergilerin hikayesi çok güçlüydü. O sergilerde eserleri yer alan sanatçıların duyguları çarpıcı bir biçimde ortadaydı. O nedenle de daha içeri girmeden, eserlere yaklaşmadan, hikayelerini dinlemeden ne üzerine olduklarını hissedebiliyordunuz. Sonsuz bir süreklilikle aynı hikayeyi defalarca baştan sona gösteren bir ekranın karşısında bir milim bile hareket etmeden oturabiliyor, az evvel izlediğiniz videoyu bir kaç kez arka arkaya izleyebiliyor ve bittiği an da sanki hiç izlememişsiniz gibi olabiliyordunuz. Karşınıza çıkan kavramlar o kadar doyurduğu an yeni baştan acıktıran bir iştah besletiyordu ki size mantık çerçevesinden çıkmadan, hiç düşünülmemiş, yüzleştirici, sınır dışı bir alanda olduğunuzu bilerek geziyordunuz her mekanı.

 

Bursa’da sergi ziyaretleri ile geçen ilk günü, Ali Kazma’nın “Zaman Zaman” sergisindeki bir videosunun bende bıraktığı derin hisler ile tamamladım. Bu sergi bende herkesin işini yapmakta oluşu, ama bu işi yapmak için doğanlar ve de o işi yapmaktan başka bir şey yapamayacağına inanıp, bir çemberden dışarı adım atamayanlar olmak üzere iş yapanların yaşamlarımızdaki ayrımını hatırlattı bana. Bu sayede zamanın bazı insanlar için ne denli geçici olamadığını ve de olamayacağını düşündüm.

 

Örneğin İmalat-Hane’nin ara katında yer alan “Memur” adını taşıyan, bir memurun sürekli bir damgayı yüzlerce evrakın üzerine basıp duruşunu gösteren bir videoyu izlerken, o memura içten içe üzüldüm. Müthiş bir düzen ve hızla, bir robot gibi sürekli aynı şeyi yapıp duruşu, zamanı geçiriyor gibi yapışı ve sonra da yeni baştan her şeyi aynı şekilde tekrardan yaşayışı beni oturduğum yerde titretti.

 

Bunun nedeni bu videonun bana, uzun yıllar kurumsal bir kabukla yaşamam gerektiğini kendime durmadan yinelediğim sonra geçen 11 yılın ardından birden böyle bir gerekliliğin aslında olmadığını ve bu kabuğu paramparça etme vaktimin çoktan geldiğini fark ederek yepyeni bir hayata geçiş yaptığım günleri anımsattığı içindi belki. Çünkü o günlerde kendime “Kim olduğumu daha iyi anlamak istiyorum. Bu görünen ben değilim. Ben neredeyim? İçerde bir yerlerdeyim ve artık yalnızca onun peşindeyim.” demiş ve sonra da büyük bir soğukkanlılıkla gözümü kırpmadan ömrümdeki tüm Pazartesileri öldürmüştüm. O gün bugündür benim haftalarımda pazartesiler kayıptır. Her gün sürekli aynı kişi olmak ve aynı şeyi yapmak yasaktır. Tek tipleşmek ve silikleşmek varılamayacak uzak bir diyardır. O nedenle belki Ali Kazma’nın ne kadar zaman geçerse geçsin hala aynı sandalyede oturmuş, aynı şeyi yapıyor ve bunun doğru olduğunu sanarak varlığını, daha onu bulamadan yok oluşuna doğru sürükleyen o memur hikayesi beni ruhumdan yakaladı.

 

Bu tekrarların içinde kaybolmuş insanları görünmez ellerle yakalamak, onları sarsmak, yaşamın her an sonlanabileceğini hatırlatmak, dünyanın bir gün sonuna gelebileceğini düşünmelerini sağlamak ve de içlerinde saklanan kimliklerin kim olduklarını artık merak etmenin peşine düşmeleri gerektiğini, hem de bunun acilen gerektiğini kulaklarına gizlice fısıldamak istedim. O nedenle Bursa’daki ilk günün güneşi batarken yumruklarım sıkılı oturuyordum İmalat-Hane’nin önündeki kalabalığın arasında, içimde bu hisler ile..


Kaynak: "Bursa'da geçen sanat dolu 30 saatin ardından.."
by Duygu Merzifonluoğlu - 1 Haziran 2022, CNNTurk