21 Temmuz 2009 Salı

Galeri NoN! Pek Yakında!!


Bogazkesen Caddesi No:27 A Tophane
Beyoglu / Istanbul

9 Temmuz 2009 Perşembe

Lale Müldür'ü Nasıl Bilirdiniz?


‘Bir deli mi, yoksa bir dahi mi?’ Modern zamanların bu en kara komik tartışması, konu Lale Müldür olduğunda ayrı bir ahenk kazanır. Ortada ne bir ‘deli’, ne de bir ‘dahi’ vardır gerçekte. Olsa olsa bir kadın, bir yaratıcı ruh ve bir şair... Peki, nedir erkek edebiyatının dikenli topoğrafyasında tek başına kelebek kovalayan bir kadının delilikle olan bu medyatik flörtü?

Konu ötekileştirme olduğunda, hiçbir kimlik, deliliğin ödediği türden bir bedel ödemedi insanlık tarihine. Ve ne acıdır ki, konu ‘deliler’ olduğunda en erdemli hak ve adalet mekanizmaları dahi sus pus kalabildiler. Diğer tarafta, toplumun kendi görkemli ‘normalliğini’ sağlamlaştırabilmek için delilere duyduğu açlık her dönem biraz daha arttı. Bir zamanların, her mahalleye, sokağa özgü bir deli yaratma geleneği, kendisine her sabah bir deli üretmek zorunda olan medyanın asli göreviyle takas edilmiş görünüyor. Peki ya Lale, edebiyat tarihimizin ‘üretilmiş’ son deli kraliçesi, köşesinde kaç kahkaha daha atıyor tüm bu ‘normalliğe’? Birlikte kahkaha atmak için gidiyorum Lale’ye... Ufo görmekle deli olunmaz, ufo görülmüş olunur! Görenin kişisel kabiliyetine bağlıdır... 15 kitabı yayımlanmış bir şairle sanatı üzerine tek kelime konuşamayıp, oturup sayfalarca bu öznel deneyimleri konuşuyorsan ve yazıyorsan, o zaman sende de… İşte böyle bir önyargı ile çalıyorum Lale’nin kapısını, okuduğum on röportajından dokuzuna biraz da bozulmuş olarak. Lale röportajlarını evinde verir, asla bir kafe köşesinde randevu kesmez. Bu, iki nedenle önemlidir: Birincisi, orası hem bir ev hem de gerçek bir otobiyografik müzedir. Mekânı deneyimlemek ayrı bir fırsat sunar, onu tanımak isteyenlere. İkincisi sizinle bu özel mekânda bir dostluğa adım atar. Konuklarını şarkılarla karşılar, salonunun baş köşesinde ağırlar; yemeğini, çayını, evinin manzarasını, biber dolmasını, camın önünden geçen martının anısını paylaşır. Biricik yardımcısı Maria’yı da dahil eder sohbete. Yalnızca sohbete mi? Eski bir opera sanatçısıdır Maria. “Söyle Maria” der... Başlar söylemeye Maria, Ardı ardına iki Gagavuz türküsü, opera kıvamında... İkinci türküyü, Lale ile aynı anda başlayan kahkahalarımız kesti. İlkokul çocuklarının şarkı söyleyen arkadaşlarına muziplik yapması, ya da uzun geldi bize o dinletinin sessizliği diyelim... Çocuklar gibi şenlendik ve on saniyeden fazla baktığımız her şeye kahkaha atacak kadar hazırız artık söyleşiye; 

Önceleri, bir Lale Müldür vardı, okuduğumuz, takip ettiğimiz bir şair, sanatçı; derken, son birkaç senedir majör depresyonlarıyla, Lape Hastanesi’yle gündeme gelen yeni bir Lale Müldür çıktı karşımıza. Bir anda insanları neden bu kadar ilgilendirir oldu tüm bu kişisel deneyimler? 

Ayşe Arman’ın söyleşisinden sonra çıktı bu olay. “Gerçekten bu söyleşiyi yapmak istiyor musun?” diye uyardı beni Ayşe Arman, “Benimle söyleşi yapan çoğu insan sonradan pişman olmuştur” dedi. Ben de “İstiyorum tabii, ne olacak ki?” dedim. Ne bileyim ben ne olacağını… 

Sonra çok hızlı kullanıldı o röportajda söylediklerin sanırım… 

Bir bakıma, ben kendi kendimi ele vermiş oldum. Eskisi gibi devam edecek sanıyordum ama bir anda aldılar ve kullanmaya başladılar. Şimdi artık ne yapsam kötü… Ahmet Alkan için yazdığım yazı mesela; eskiden olsa “Güzel olmuş” falan derlerdi, şimdi çok sert buluyorlar. Konu ben olduğumda her şey bir normallik açısından değerlendiriliyor artık. Ciddi bir önyargı oluştu. Ne yapsam boş yani…

Konu ‘akıl sağlığı’ olduğunda, her dönem bunun ciddi mağdurları olduğunu görüyoruz. Bildiğimiz tüm diğer ayrımcılıklardan katbekat daha tehlikeli bir istasyon olabiliyor ‘delilik’?

Düpedüz işkencedir bu. Mesela şöyledir benimle tanışmak ya da ikinci üçüncü kez görüyor daha. Gidiyorum, “Merhaba” diyorum. Bakıyor, “Lale Hanım? Nasılsınız?” diye soruyor bana – “Deli misin?” demek istiyor aslında. Sorduğu şeyin ne olduğunu ben çok iyi biliyorum. İnsan ezilir, ölür bunun karşısında. Peki, “Ben nasıl yazıyorum onca kitabı?” diyorum. “Doğru” diyorlar. Orada deli değilim, nasıl ayarlıyorsam artık… Ancak benim asıl affetmediğim, yakın arkadaşlarım. Beyin kanaması geçirdikten sonra, hiç konuşamaz, edemezken (Türkçeyi unutmuşum, İngilizce, Fransızca konuşuyorum), topallarken, hepsi etrafımdaydı, ne gerek vardıysa... Doktorlardan biri “Artık asla şiir yazamaz” demiş. O şekilde dışarıya çıkacağımı farz ediyorlar. Ben eşşek gibi çıktım afedersin, hissettim olanları, ve hemen başladım yazmaya. Ödül aldım o ilk şiir kitabımla. O bitti, topallığım bitti, Türkçeyi aniden kaptım, hepsini atlattım. Şimdi aynı anda dört kitap üzerine çalışıyorum. Ve hiçbir arkadaşım yok etrafımda. 

Edebiyat, duvarları en kalın olan, erkek egemen sanat alanlarından biri olarak, bir kadına ne kadar şans tanıyor? 

Bir kadının, kendinden, kendi sesiyle bahsetmesi hâlâ bazı çevrelere ters gelebiliyor. Acayip korkuyorlar bundan. Benim için yılları bulan bir kavga bu. İlk çıktığımda Mahir Öztaş bile bana “Kadın şair olabilir mi?” diye sorardı; ben de “Senden daha iyi olur” derdim. Yıllarca sürdü bunun mücadelesi. Benim üstümde gökdelen gibi bir yüktü bu, bir delilik, bir kadınlık, yok bilmemne… Şimdi hepsini attım geriye, yürüyorum. Onun altında kalanlar olacaktır. 

Bu konu ile ilgili olarak, bir süredir bir cevap yazma hazırlığında olduğunu biliyorum. Nasıl bir cevap olacak bu? 

Bir süredir bunun üzerine çalışmak hoşgeliyor bana. Şiirden yazıya dönüyorum sanki. MSN konuşmaları, çirkinliğin estetiği… Şiirsellikten biraz daha uzak belki ama bu da yapmakla görevli olduğum işlerden biri. Özellikle hiçbir plan yapmıyorum, kendi akışında ilerliyor. Düşmanlarım biraz üzülecek, çünkü hiçbir şey yapamayacağıma inanıyorlar. Aksine, sürekli çalışkanlaşıyorum. 

Nasıl bir külliyat bekliyor bizi? 

Bunlardan ilki Seyhan Özdamar ile birlikte hazırladığım Medine ve Kavun Likörü. Hiçbir hazırlık yapmadan, yüz yüze ya da bilgisayar başında gelişen sohbetler üzerine kurulu bir kitap. Öyle bir sanal yolculuğa çıktık ki Seyhan’la, bu yolculuğun sonunda nereye varacağımız, doğrusu bir giz. Onu hep beraber göreceğiz. O çalışma daha bitmeden yeni bir kitaba başladım. Hani bu ülkede “Biz çok acı çektik, işkence gördük” diyen insanlar vardır ya, böyle şeyler duyduğumda bana çok şey ifade etmezdi doğrusu. Ama artık çok şey ifade ediyor... İnsan ancak başına gelince anlıyor bazı şeyleri. Ben de işkence gördüm bu toplumda. Bu yüzden, bütün işkence görmüş insanları topladım, onların şiirlerini yazdım, kendi kişisel işkencelerimi yazdım, böylece bir ‘işkence külliyatı’ oluştu. Bu da benden armağan olsun Türk işkence tarihine… Ama hiç ‘işkence şiiri’ gibi değil, onu belirteyim. Yalnızca zeki olanlar kavrayabilecek işkenceyi. O kitabı herkese adayacağım, ancak pozitif anlamda değil… 

MSN sohbetleri, doğrudan yaşadığın süreçle ilgili sanıyorum. 

En keyif aldığım kitap o. Bana “Lale delidir, ne yapsa yeridir” şeklinde dokunanlar için yazdığım, bana böyle “deli” diye takılan –üniversite hocaları da dahil– herkesin benden daha deli olduğunu ispatladığım, son derece komik bir kitap. MSN konuşmalarında, üç-beş satırlık ciddi bir girişten sonra yavaş yavaş sapıtıyorum, karşımdakine bağlı olarak dozajı artırıyorum. O iyice deliriyor, ben de deliriyorum. Sekse falan da giriyoruz. En sonunda, “Oyun bitti, burası Lale Müldür, gelecek kitabıma hoşgeldiniz” diyorum. 

Nasıl tepkiler alıyorsun? 

Öğrenince fena oluyorlar tabii. Üstüne üstlük, bir de kızıyorum onlara. “Siz beni ne sanıyorsunuz da böyle ‘at’, ‘avrat’, ‘Gökçebey’, ‘Dadaloğlu’, ‘seks’ diye gidebileceğimi düşünüyorsunuz?” diye kızıyorum. “Ne sanıyorsunuz beni, böyle yapacak bir insane mıyım ben?” diyorum, “Hoşumuza gidiyordu da ondan” diyorlar… 

Kaç kişi oldu böyle? 

On beş, yirmi… Hiç şaşmıyor, hepsi aynı poziyonda. Daima katılıyorlar delirmeye. Son derece keyifli. Bunun bir de felsefesini yapacağım tabii. ‘Çirkinliğin estetiği’ lafına da bozuluyorlar, “Biz çirkin miyiz?” diye… Eh, biraz da bozulacaklar artık. 

Bu insanların gerçek isimlerini bilecek miyiz? 

Yok, bilemeyeceksiniz. O zaman hepsi mahkemeye verir beni. 

Senle alakalı sürecin ‘magazin değeri’ ağır bassa da, konunun geldiği nokta kolaylıkla bir insanlık suçu olarak tanımlanabilir… 

Gayet tabii. İşin maddi tarafını söyleyeyim: Ben şu anda evlenemiyorum. Mahkemelere gidemiyorum, çünkü şahitlik yapamıyorum. Bir sürü pratiği yerine getiremiyorum. İnsan gibi değilsiniz yani, evlenememek ne demek? Arada bir bana ‘dahi sanatçı’ falan diyerek, bazı şeyleri o yolla kapattıklarını sanıyorlar işte... Sen bir yandan ‘bok’ de, bir yandan ‘dahi’ de. Olmaz böyle bir şey. 

Evliliğin önünde ne gibi bir engel var? 

Evleneceğim kişinin beni hastaneye atma tehdidi oluşabilir. Bunlar gerçek yaşamda karşılaşılan şeyler. T. S. Eliot yapıyor bunu karısına. Karısı çok zeki, biliyor musun? Olağanüstü entelektüel bir kadın iken, hastanelerde örgü ören bir kadına dönüşüyor. İnsan hayatını bu kadar etkiliyor işte… 

İnanılmaz bir arzuyla üretilmek isteniyor sanki bu son… 

O kadar çığrından çıktı ki... Son Antep gezimde Ahmet Güntan arayıp “Lale, iyi misin, ne haber, ne var?” diye sordu. “İyiyim, ne var yaAhmet?” dedim. “Biri beni aradı da oradan, iyi olmadığını söyledi” dedi. Kim olduğunu keşfettim o kişinin. Ne kazanacaksa bu olaydan, Ahmet’i arıyor üşenmeden, “Lale kötü, bir bak ona” diye. Bu kadar rencide ediyorlar insanın kişiliğini. Ahmet’e de kızdım. Sen öyle elin onsekizlik gerzek çocuklarını dinleyeceğine önce bir bana sor bakalım! 

Bu konuda Türkiye’de cevap vermesi gereken başka kimler var sence? 

Bana göre Türkiye’deki herkes benden daha deli. Kitapta da işlediğim o zaten. Bir kaç kişi daha var bu konuda görünür olan, ama annesi babası benim kadar tutucu olan başka kimse de yoktu sanırım. Babamın dediğine göre fırtına gibi yaşamışım ben. Muhafazakâr anlamda değil ama belirli bir aile imajı var, o imajın dışına çıkarsan başına her şey gelebilir… Ben de böyle kötü bir şey yakaladım işte.

Yaşamında, ürettiklerinde herkese nasip olmayacak bir tutarlılık var. Senden beklenenlerin hepsini yerine getirmiş olmana rağmen gelişti bu süreç… 

Öyle ama ne yazık ki bununla kimse ilgilenmez. Yani, o kadar garip örnekler var ki… Bir arkadaşım var, en büyük amacı şiir eleştirmeni olmak. Senelerdir okuyor. İyi, okusun. “Arada yaz bari” dedim, bir kere yazdı, ilkokul çocuğu gibi yazdı. Felsefe okudu, Batı Edebiyatı okudu, Doğu Wdebiyatı okudu, okudu, okudu, hepsini biliyor. En son şöyle kayboldu ortalıktan: Karadeniz’e gitti, birtakım arkadaşları ona “Karadeniz çok önemli konudur, bu konuda film yapalım” demiş… Çocuk gitti, Karadeniz’de belgesel çekiyor şimdi. Şizofreni bu işte. “Ne yapıyorsun orada sen?” diyorum. Bunlar benden daha akıllı mesela… Gülerim ben buna! 

Türkiye’nin akıl sağlığını nasıl buluyorsun? 

Bir defa, ağır bir melankoli var. Bunun dışında bence epey bir şizoidlik de var. Olayların içerisine giriyorlar ve yanlış karakterler tespit ediyorlar. Yanlış ‘kötü kahramanlar’ üretiyorlar kendilerine, ve onları birilerine dağıtıyorlar. Sonra o büyüyor, büyüyor, o ondan duyuyor, bu bundan – zaten her şey duyma yoluyla öğreniliyor bu ülkede, okuma yok. Derken, gerçeklik gibi yaşıyorlar bu yanılsamayı. Tüm toplum bazında, bunun psikopatalojisinin ortaya çıkarılması gerekir. 

Toplumsal bellek ve tarihsel dönemlerin birbirine eklemlenmesi konusunda da ciddi bir dil şizofrenisi ve hafızasızlık olduğunu savunanlar var… 

O çok ciddi bir problem. Geçmişi unutmuş, yutmuş gibiyiz. Bu da zaten birçok şeyi doğru analiz etmemizi engelliyor. Yani, bugün bir Ermeni sorunu var diyelim; bu halimizle, bu soruna sağlıklı yaklaşabilmemiz mümkün değil. Dil sorunundan kaynaklanıyor. Birtakım insanlar çıkıp televizyonda söylüyorlar, “şu şudur”, “şu şunu yazmıştır” vs. Ama kaç kişi anlıyor ki onları? Yine de çok karamsar değilim. Bir zaman gelecek, bu ülkedeki insanlar yeniden ileri bir noktada olabilecekler gibi geliyor bana. Farklı yollardan da olsa aynı yere çıkıyorum çoğu kez. 

Son bir söz? 

Kuşları seviyorum ben. Kuşlarım geliyorlar bana, sıkıntılı olduğum anlarda geliyorlar. Şu balkonun tepesine geliyor koca bir martı, bazen tek kumru, bazen tek serçe… O martıyı tanıyorum. Eşini de getirdi bir kez bana, çok tatlı. Kelebekleri de seviyorum. Kelebekler gelir buraya, dudağıma kondu kelebeğin biri bir gün. İnsanlar bitti artık benim için, bunlar var. Kıyas bile götürmez yani...




“Bu elbise bana Sevim Burak’ın ablasından hediye. Benim çok sevdiğim bir yazardır Sevim Burak. Bir yerde, onun çektiği acılara karşılık olarak giydim bugün. Afrika’dan almış bu elbiseyi, onu aldatan kocasını takip ettiği sırada…" 

Kaynak: AGOS Kitap / Kirk, Sayı: 9 Temmuz 2009 / Tayfun Serttas Fotoğraflar: Nathalie Barki

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Sanat Yapıtı Olarak ‘Kitap’

Banu Cennetoğlu’nun, 2005 senesinde İstanbul’a yaptığı kesin dönüş sonrası kurulan BAS kendi alanında bir ilk. Alışık olduğumuz sanatçı girişimleri ve galerilerden bir hayli farklı bu küçük mekan, sanatçı kitapları ve sanat bazlı basılı malzemenin bir araya getirilerek toplandığı bir kurum özelliği taşıyor. Aynı zamanda kendi kitap üretimlerini de yapan BAS’ta, Dünyadan ve Türkiye’den, herkesin yararlanabileceği sürekli güncellenen bir arşiv mevcut.


Kitap’ın mevcut kullanımları içerisinde kuşkusuz en çarpıcı örnekler, onun bir sanat yapıtına mekanlık ettiği üretimlerdir. Geçmişte ancak bianellerde ya da tek tük sergilerde karşılaşabildiğimiz bu özgün üretimler, Banu Cennetoğlu tarafından kurulan BAS aracılığı ile bir süredir gündelik yaşamımıza eklemleniyor. Artık evimize dönerken alışık olduğumuz kitapçımız yerine BAS’a uğrayıp, mekanın mühteşem arşivinde saatler geçirmek ya da kendimize bir sanatçı kitabı edinmek mümkün. Banu Cennetoğlu ile sanat pratiklerinin en özgün disiplinlerinden birisi olan sanatçı kitaplarının serüvenini ve BAS’ı konuştuk.

‘Sanatçı Kitabı’ ya da ‘Sanat Yapıtı Olarak Kitap’ birçoğu için oldukça yeni bir kavram. Bu üretim biçiminden tam olarak neyi anlamak gerekiyor?
Sanatçı kitabı, sanatçının kitaba mekan muamelesi yaptığı, kitabı başlı başına bir iş olarak öngördüğü üretim biçimlerini kapsıyor. Burada yapılmış, bitmiş herhangi bir işi belgeleyen basılı bir malzeme ya da katalogdan söz etmiyoruz. Sanatçının kendini ifade edebilmek için doğrudan basılı malzemeye başvurduğu bir üretim biçimi. Ortaya koyulabilmek için kitap mekanına ihtiyaç duyan türden üretimler.

Kitabın, sanat yapıtı olarak kullanımı ne zamana dayanıyor?
Bu sorunun cevabı tarih boyunca çok net olamamış. Ancak bugün, kitabın bir mekan olarak sanatsal kullanımını 18. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir disiplin olarak tanımlıyoruz. İlk örnekler, ressamlarla yazarların işbirliği olarak 1780’ler de Fransa’da görülüyor. Bunlar elle üretilen, çoğu tek kopya olarak hazırlanan, oldukça elitist bir zümreye hitap eden ve yüksek sanat grubuna dahil eserler. Ancak bu durum, sürekli dönüşen form ve kullanımlarla günümüze ulaşmış.

Stephane Mallarme bu dönemin önemli isimlerinden?
Bu anlamda Mallarme çok önemli. Kendi kitaplarının hem grafiğine hem de sayfaların içindeki sekanslara müdahale etmesi çok belirleyici. Ancak bazı tarihçilere göre sanatçı kitabı olarak kabul edilen ilk yapıt, Laurence Sterne’nin The Life and Opinions of Tristram Shandy, Gentleman isimli eseri. Bu yapıt ilk sanatçı kitabı olarak sayılıyor çünkü içerisinde o güne kadar hiç akla gelmemiş müdahaleler var. Tuhaf, tanımsız şekiller, içerisinde hiç yazı bulunmayan simsiyah sayfaların müdahalesi ile bilindik yapıyı kırmaya başlıyor.

Sonraki dönemler olağanüstü hızla kullanımlar çeşitleniyor?
1920 ve 30’lara geldiğimizde Bauhaus okulları çok önemli. 2. Dünya Savaşı sonlarında, Bauhaus mimarları Nazi Almanyasına karşı yoğun politik mesaj içeren sanatçı kitapları üretmeye başlıyorlar. Almanya da basımı mümkün olmayan bu yapıtlar, Güney Amerika’da basılıp ülkeye geri sokuluyor. Bu dönemde sanatçı kitabı, ciddi bir muhalif ve politik misyon kazanıyor. Bu konu Fransa ve Almanya’da hala çok önemli. Beklenmedik bir coğrafya olarak Güney Amerika’da çok önemli. Oradaki kullanımı çok daha sert, eleştirel ve politik olmuş.

1960’lar sonrası Kavramsal Sanat’ın da devreye girmesi ile sanatçı kitabının farklı bir zemine çekildiğinden bahsedebilir miyiz?
60’lar sonrası başlayan Fluxus, Mail Art gibi akımlarla birlite çok daha çabuk üretim ve dolaşım döneminin başladığını söylemek mümkün. Lucy Lippard, Sol Lewit bu alanda çok önemli isimlerden. Başlangıcındaki o elitist tavır, bu tarihlerden itibaren sivilleşiyor. Küçük fanzinler, setler, serigrafi yöntemi ile yapılmış kitapçıklar gibi bir an evvel, çabucak dolaşıma girecek üretimler başlıyor. Bu dönemde yapılan iş illa ki politik olmak zorunda değil, çok daha geniş bir uygulama alanı bulması açısından belirleyici. Günümüze uzanan ve çok sayıda üretimi esas alan tavırda bu yıllarda şekilleniyor diyebilirim.

Çıkış dönemine geri dönersek, özellikle ressam - yazar işbirliği açısında aklıma çok erken örnekler geliyor. Örneğin eski inciller, elyazmaları ve minyatürler gibi resimli kullanımları sanatçı kitabı olarak düşünmek mümkün mü?
Masist Gül bağlantılı olarak şöyle bir cevap verebilirim. Yaptığı bir tabela çalışmasında insan figürleri ile yazı yazmıştı. Abisi sergide bu çalışmayı gördüğünde, direk olarak bunun Ermeni kaligrafisi olduğunu söyledi. Kuş ve hayvan figürleri ile harfler oluşturmak Ermeni kaligrafisinde çok sık rastalanan bir gelenek. Ancak bu ilişki üzerinden bir saptamada bulunmak çok zor. Örneğin dinsel amaçlarla yapılmış tarihi bir üretime, sanatçı kitabı demek ya da o eksende bir değerlendirmeye almak öncelikle yapılış amacından ve fikrinden dolayı bana çok olası gelmiyor. Diğer taraftan, ben bu konunun akademik olarak uzmanı değilim. Kendi sanat pratiğimde yaptığım birşeyken, burada da başkalarıyla birlikte, başkaları için yapma arzusundan ortaya çıktı BAS. O nedenle ki, bu boyutuyla ilgili net bir bilgim yok.

Sanatçı kitaplarının, sanat tarihi içerisindeki belirsizliği de bu alan üzerine söylem üretmeyi zorlaştıran bir etken olsa gerek?
Sanatçı kitabının, bir disiplin olarak şu ana kadar ehlileşememesinin ve sanat tarihi tarafından yutulamamasının tek sebebi bana göre şuna dayanıyor. Sanat tarihine baktığınız zaman tüm akımların bir patlama dönemi oluyor ve böylelikle tarih içerisinde bir yere oturuyor. Böyle bir hafızanın içerisinde bir bakıyorsun, sanatçı kitabı hep var ama hep paralel ilerlemiş. Sınırlı bir dönemde tüketilip, bir döneme ait bir üretim pratiği olarak tıkanıp kalmamış, zaten çok heyecanlı olan şey bu. Kendi içerisinde evirilerek, devirilerek, devrimleşerek başmbaşka bir alan yaratmış.

Sanatçı Kitaplarının Türkiye’deki geçmişini ve üretimini nasıl buluyorsun?
BAS’ın arşivine baktığınız zaman, Türk sanatçılardan gelen malzemenin sayısal olarak orantısızlığı çok düşündürücü. Türkiyeli sanatçıların ürettiği sanatçı kitabı oldukça az. Birtakım üreten ve üretimlerle birbirimizi bulduk. Eminim benim ulaşamadığım kitaplarda vardır ama bildiğim karadıyla sürekli olarak kimse uğraşmamış bu mesele ile. Kavramsal dönemde birtakım üretimler var ancak bir disiplin olarak Türkiye’de kendi alanını yarattığından söz edemeyiz.

Kitap tasarımlarının ya da tasarım kitapların, ‘sanatsal’ olana git gide daha çok yaklaştığı bir ortamda, eline bu türden bir malzeme geçen okuyucu, bunun bir sanatçı kitabı olup olmadığı ayrımına nasıl varmalı?
Bir çalışmanın sanatçı kitabı olarak tanımlanabilmesi için belirleyici olan tek şey, o işin otonom biçimde var olabilmesi. Bir şeyin dokümantasyonu, belgesi, ilüstrasyonu vb. taşıyıcısı olmaması gerekir. Örneğin bir sanatçının işlerini örnekleyen ya da o sanatçı hakkında yazılmış kitaplar dahi karşımıza gelebiliyor. Bunların hiçbirisini sanatçı kitabı olarak düşünemeyiz. Diğer taraftan tasarım odaklı yada kendisi tasarım olan kitaplar var ama bunlarda sanatçı kitabından farklı bir yerde duruyor. Baştan sona sanatçısı tarafından “tasarlanan” içeriğinin kitap biçimini talep ettiği bir sanat yapıtı diyebiliriz sanatçı kitabı içinö yada kısaca sanat yapıtı olan kitap.

BAS’ın bir uzantısı olan Bent serisi, günümüz sanatçı kitaplarını üreten bir girişim olarak nasıl bir yapılandı?
BAS tek kişilik bir girişim olmakla birlikte sanatçı kitabı ve basılı malzeme üretimlerini kolektif birimlerle yürütüyor. Bent, Philippine ile beraber başlattığımız bir proje. Daha net bir tanımla Bent, BAS ve sanatçı Philippine Hoegen ortaklığı ile gerçekleştirilen sanatçı kitapları serisi. Her ikimiz içinde kitaba mekan muamelesi yapma fikri, kitabın bağımsız bir sanat yapıtı olabilmesi ve üretim sonrası belirli bir kurumdan ve zaman diliminden bağımsızca seyircisini bulabilmesi çok heyecan vericiydi. 2005’de bir araya geldik ve 2006’ da üretime başladık.

Bent bu güne kadar ne gibi üretimler yaptı? Üretimlerinde nelere dikkat ediyor?
Bent serisinin ilk kitabı Bent 001, Mayıs 2006’da ilki yayınlanan 6 bölümden oluşan Masist Gül’ün ‘Kaldırım Destanı – Kaldırımlar Kurdunun Hayatı’ adını verdiği el yapımı mecmuası oldu. Sanatçının öngördüğü gibi her ay bir sayı olmak üzere 6 farklı kitaptan oluşan mecmuanın tüm sayılarını Bent 001 olarak aslına sadık kalarak yayınladık. Daha sonra İkinci kitap Bent 002, sanatçı Aslı Çavuşoğlu tarafından hazırlandı. Takip/Poursuite, iki Fransızca –Türkçe, bir Japonca-Türkçe dil kullanma kılavuzundaki hazır cümlelerden ‘yapılmış’ bir polisiye. Bent 003 Şubat 2007‘de çıktı. Sanatçı Emre Hüner kitabın ilk bölümünde anakronistik bir şekilde bir araya getirdiği nesnelerin çizimlerinden görsel sözlük oluşturdu, kitabın ikinci bölümünde sanatçı sadece bu parçaları kullanarak disoptik sahnelerden oluşan ve doğrusal olmayan bir hikaye kurguladı. Bent004 : Sahil Sahnesi Sesi , yada kısa adıyla SSS, bir keşfi paylaşma denemesi olarak değerlendirilebilir. Sanatçı Cevdet Erek okuyucuya sahilin nasıl taklit edilebileceğini ve bu taklidin kişisel bir eylem veya bir gösteri olarak nasıl yapılabileceğini detaylı olarak tarif ediyor, yöntem ve donatınin yanisira gerekli ruh halinden de hassasiyetle bahsediyor. Son olarak geçtiğimiz 30 Mart da Bent 005 in tanıtımını yaptık. Sanatçı kollektifi Atılkunst tarafından hazırlanan Kılavuz sanatçıların kendi cümleleriyle ‘Kılavuz, Türkiye'de seviye atlamak, bir yere yerleştirilmek ve geçiş yapabilmek için verilmesi gereken sınavların tümünden oluşmuştur’.

Son olarak, BAS’ı ziyaret eden izleyicilere neler önerirsin?
BAS için üretim kadar arşivde çok önemli. Dünyadan ve Türkiyeden sanatçı kitaplarının toplandığı, sürekli yeni işlerin eklendiği bir koleksiyonumuz var. BAS’ın açık olduğu saatlerde içeriye giren herkes koleksiyondaki kitaplar ile istediği kadar zaman geçirebilir. Mekandaki sürekli sergi halini, kitapların birbiri olan ilişkisini ve gelen kişinin birçok yapıtla aynı anda karşılaşmasını ve olası ilişkiyi çok önemli buluyorum.

Masist Gül, şiir, resim, kolaj, bakır üstüne çizim gibi çeşitli çalışmaların yanı sıra 80’li yılların başında ‘Kaldırım Destanı – Kaldırımlar Kurdunun Hayatı’ adını verdiği ‘aylık mecmua’ biçiminde 6 kitaplık bir dizi tasarladı. Gül’ün ölümünden sonra Banu Cennetoğlu ve Philippine Hoegen’in girişimleri ile Bent serisinin ilk 6 kitabı olarak yayınlanan mecmualarda Gül, 1905 ile 1978 yılları arasında yaşayan Kaldırım Fahri adlı bir kabadayının şiddetli ve sert yaşam hikayesini çizgi roman tarzında resmediyor.

Kaynak: AGOS Kitap / Kirk, Sayı: 8 Haziran 2009 / Tayfun Serttas