21 Ağustos 2013 Çarşamba

o apartman



“Adana’dan ilk kaçtığım yıllarda temizliğe de gidiyordum. Yani geceleri pavyona çıkıyor gündüzleri temizliğe gidiyorum.

Bak şu hemen arkadaki apartmana yıllarca gittim. Hep ünlüler otururdu orada, Yeşilçam zamanları... Baştan aşağı bütün daireler hep artistti.. Ne apartmandı be!”   

Mama Deniz (chapter 2: Göç) 

“Sermaye Ehlileşmiş Sanatçı İstiyor” / STAR – Gülcan Tezcan


For LINK

Yönetmen Kutluğ Ataman’ın geçen hafta gazetemize verdiği röportaj sanat dünyasında büyük yankı uyandırdı. Ataman’ın ‘Beyaz Türklerin’ sanat kurumları üzerindeki hegemonyasını eleştiren açıklamalarına bazı meslektaşları da destek verdi. Ataman’a yönelik saldırılara tepki gösteren güncel sanatçı Tayfun Serttaş’a göre ‘papyonlu patronlar’ ehlileştirilmiş sanatçı istiyor, ancak, alışılagelmiş bu ilişkilerin ‘ekseni’ kaymak zorunda.

Gülcan Tezcan

Kutluğ Ataman'ın Gezi sürecine ilişkin anlattığı bütün o saldırılara tanık olduğunuzu söylediniz. Bu kadar özgürlükçü olduğunu iddia edenler neden Ataman'ın yaşadıklarını iddiadan ibaret gördüler sizce?

Daha fazlasına da tanığım, çünkü Gezi Direnişi süresince en sık görüştüğüm sanatçı arkadaşlarımdan birisi Kutluğ Ataman’dı ve direnişin ilk gününden itibaren gecesini gündüzüne katarak sürecin taraflar arasında müzakere yoluyla çözülmesi adına nasıl çaba sarfettiğini iyi biliyorum. Ancak bu gibi krizlerde, geçmişten gelen bazı problemleri gündeme taşımak suretiyle yeni hesaplaşmalara girmek bir Türkiye klasiğidir. Anayasa reformuna “evet” demeniz bile, senelerdir her türlü olayda kesintisiz olarak hakarete maruz kalmanız için yeterli olabiliyor. Sonuçta Kutluğ’un söylediklerinde anlaşılmayacak bir şey yok, biz bu eleştirileri kendi aramızda da veriyorduk. Kutluğ sözünü sakınmayan ve Gezi Direnişi’nden çok öncesinde de, malum bazı çevreleri açıkça eleştirmiş, Türkiye’nin demokratikleşmesi adına yoğun mesai sarfetmiş bir sanatçı, şimdi aynı çevreler avantajlı pozisyonun kendilerine geçtiğini düşünüyorlar.

Diğer yandan sanatçılar strateji uzmanları değildir, bugün sanatçının eline kalan son önemli alan özgürlüğü. Sanat kurumları, küratörler ya da galeriler belli stratejiler üretmekle - sürdürmekle - yükümlüdür elbet. Ancak bir sanatçı sözünü söylemekten sakındığı, eleştirelliğini kaybettiği an, asıl risk başlamış demektir. Bugün Kutluğ Ataman’a dayatılan tavır, belli sermaye çevreleri etrafında klan usulü toplanan, birbirinin ezberini tekrarlayan ehlileştirilmiş sanatçı tipini oynaması, o da bu rolü oynamayı reddediyor ve marjinal bir kriz üretiliyor.

O yüzden tartışmaların ilk gününden itibaren asıl mesele otosansür dedik. Bunun yerine, bazı kesimler sözleşmişcesine, söylediği her şeyi manipüle etme yolunu seçti. 



Ne yönde manipüle edildiğini düşünüyorsunuz?

Örneğin Kutluğ röportajında Ergenekon ve sanat ilişkisi konusunda şöyle bir detayın altını çiziyor; “böyle bir aidiyet hissini taşıyan, genelde benim yaş üstüm bir jenerasyon var.” Kendisi 1961 doğumlu olduğuna göre, bu kuşak sanatçıların kimler olduğu ortada, ki onlar zaten Ergenekon Davası süresince kendilerini hiç saklamadılar. Kutluğ da açıkça; “aidiyet kendi yaş ve üstümdedir” diyor. Hemen ertesinde birileri çıkıp sanki “Gezi Direnişi eşittir Ergenekon” demiş gibi bir hava yaratmaya çalışıyor ve haliyle genç kuşaklar bunları üzerine alıyor, alınıyorlar.

Halbuki röportajın hiçbir bölümünde, Gezi Direnişi’nde yer alan gençlere yönelik Ergenekon üzerinden bir itham ya da yakıştırma söz konusu değil, ilgisi yok. Kutluğ'un orada kasdettiği kesim, geçmişte yaptığı eserleri bizzat devlete şikayet eden (örneğin; Küba'ya "bölücü örgüt propagandası, terörist"), davalar yoluyla onu engellemeye çalışan, AK partiyi destekleyen açıklamalarını derhal engellemeye çalışan, artık emekli olması gereken çevrelerdir. Kim çıkıp bu çevreler konusunda hemfikir olmadığımızı savunabilir? 



Asıl sermaye sanatı rant odaklı görüyor



Ataman'ın finansörüyle yaşadığı durum ve serginin iptali, sanat-sermaye ilişkisi açısından çok konuşulmadı. Mesele sadece bir sanatçıya özel bir kurumun ödenek ayırmaması değil sanırım...

Öncelikle bu ödeneğin hangi amaçla ayrıldığını iyi anlamak gerekiyor. O ödenek gerçekten Kutluğ Ataman için mi ayrılıyor, yoksa kurumun kendi prestiji ve sürekliliği için mi? Bugün hâlâ Türkiye’de mülkiyeti kamuda olan bir sanat mirası yok. Kamunun ziyaretine açılan özel müzelerdeki eserler, müze sahiplerinin diğer yatırımlarından, garajdaki arabalarından farksız, şahsi birer eşya gibi işlev görüyor... Siz bilet alıp ya da kapıda para ödeyerek, girip o “yatırım nesnesini” ziyaret ediyorsunuz. En kamusal sanat arşivlerinden birisi sayılan Santral koleksiyonunun dahi geçtiğimiz aylarda müzayedeler yoluyla nasıl dağıldığını gördük ve yine elimizden bir şey gelmedi… Çünkü burada asıl problem, özel sektörün rant odaklı yaklaşımından kaynaklanıyor, sanatçılardan değil, sanatçıların bu sistemden edindikleri gelirden hiç değil. Kutluğ özelinde baktığımızda, üstelik Türkiye onun major marketi bile değil.

Bu açıdan salt ekonomik çıkarları için Koç’u karşısına aldı diyenlere acı bir tebessümle gülümseyebiliyorum ancak. Bu insanlar ya gerçekten sanat dünyasında işlerin nasıl yürüdüğünü hiç bilmiyorlar ya da kendi pozisyonlarını tarifliyorlar. Kimin, kimden ekonomik çıkarı? Şayet bugün bir sanat yapıtı satıldığında ondan ekonomik çıkar elde eden bir merci varsa, o ancak kolektörler olabilir.
Paralarına para katan kendileridir bu eserleri alarak. Biz bunu zaten biliyoruz.

Bugün hiçbir sanatçıya - geçiyorum Kutluğ Ataman gibi para ve kariyere en son ihtiyacı olacak bir ismi - benim jenerasyonumdan sanatçılara dahi paranın gücüyle iş yaptırmanız artık imkânsız denecek kadar zor. Burada Kutluğ Ataman’a dayatılan mantık, hala 1980’lerde Nişantaşı galerilerinden kolunun altına bir tablo alıp çıkan purolu koleksiyonerin, sanatçıya karşı matah bir pozisyon edindiğine dair ikiyüzlü mantık ki, o lümpen anlayış eskilerde kaldı. Hâlâ sanat çevrelerinden bile bazı isimler konuyu “paraya, kariyere vs” getirebiliyorsa, kendilerine ciddi bir tuzağa düştüklerini hatırlatmak isterim. 



Sanatta eksen kaymasını tartışmalıyız 



Sanat piyasasında beyaz Türk hegemonyasından rahatsızlık duyanlar olsa da bunu dillendirme cesareti gösteren çok az. Neden sanat üzerindeki sermaye baskısı konuşulmuyor?

1990’lı yılların başına kadar, Ankara’nın doğusunda dünyaya gelmiş birisinin Türkiye’de sanat yapabileceği dahi düşünülemezdi. Popüler sanatlar ayrı, belki o alanlarda çok daha önceleri çözüldü bu problemler ancak plastik sanatlar, opera, klasik müzik, tiyatro, dans gibi disiplinler daima belli çevrelerin güdümünde oldu. Güncel sanat alanında Vasif Kortun gibi istisnaların o yıllarda başlayan takdire şayan çabaları olmasa, bugün bizler hâlâ, sanat yapıtı olarak “ne üretiyor olabilirdik?” diye listelemeyeceğim.

Ancak bugün güncel sanat alanının görece daha özgür lanse edilmesi, bizleri yanıltmamalı. Kutluğ Ataman örneğinde görüyoruz ki, bu bitmeyen bir mücadele olacak... Bu bağlamda çıkışı, hiç hafife alınmaması gereken bir gösterge. Bu aynı zamanda Türkiye sanat ve kültür hayatında ciddi bir eksen kaymasına işaret ediyor. Kutluğ batı odaklı bir kuruma karşı çıkarak esasen dümeni Türkiye ve Ortadoğu’ya doğru kırdı, yersiz konular yerine oturup bu yeni dönemi tartışmalıyız. Meseleyi tarihsel, sosyal ve entelektüel düzeyde tartışmalıyız. Kutluğ Ataman’ın Türkiye’ye ihtiyacı yok ama Türkiye’nin onun duruşuna ve tüm bu tartışmalara ihtiyacı var. 



Kurumlar kendilerini sanatçıların patronu gibi görüyor



Ataman'a düşüncelerinden dolayı karşı yürütülen yalnızlaştırma ve itibarsızlaşma operasyonuna karşılık Fazıl Say ve Memet Ali Alabora sözkonusu olduğunda tam tersi bir sahiplenme yaşanıyor. Bu çelişkili tavır alışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün Mısır’da da insanlar ölüyor ve görüyoruz ki, kendisini hak savunuculuğu üzerinden tanımlayan birçok sivil toplum örgütü sessiz kalmayı tercih ediyor. Geçtiğimiz üç ay içerisinde Türkiye’de herkes karşısına birilerini aldı, Fazıl Say ve Mehmet Ali Alabora hükümeti aldı, Kutluğ Ataman ülkenin en büyük sermayelerinden birisini karşısına aldı. Sonuç olarak, “hangi söylemi savunuyor olursa olsun, sanatçıları belli güç dengeleri altında ezdirmeyiz” gibi bir ortak deklarasyon çıkmadı bu deneyimden. 


Destek bir yana, köşe yazarları adeta ellerine peçete üzerine tükenmez kalemle yazılıp tutuşturulmuş düzeysizlikte çözümlemelerle Kutluğ Ataman’ı itibarsızlaştırma girişiminde sıra kapmaca oynamaya başladılar. O noktada ben de blogumdaki yazıyı yetiştirme gereği duydum, çünkü kimseden bir ses çıkacak gibi değildi. Fazıl Say’ın en ateşli savunucuları, konu Kutluğ Ataman’a geldiğinde bayram ediyorlardı. Bu da aslında tamı tamına Kutluğ’nun röportajında anlatmaya çalıştığı Türkiye’deki yerleşik seçkinci profili betimliyor. Beyaz Türk faşizmi dediğimiz şey tam olarak böyle bir şey, sürekli olarak kendisine ağlayan ve karşı tarafın acısına bakmaya dahi tenezzül etmeyen bir “ahlaki” nosyon. 



Sanat çevresi içerisinden gelen tepkileri nasıl buluyorsunuz? Güncel sanat ortamı bu konuda sessiz kalmayı yeğledi sanırım.

Sanatçılar kendi aralarında kavga ederler, fakat bir sanatçı böylesine major bir aktörü karşısına aldığında ve tek kişilik bir mücadeleye girdiğinde, o noktada diğer sanatçıların görevi kurumun avukatlığını yapmak değildir. Bizler öncelikle birbirlerimizin haklarını savunmakla yükümlüyüz. Kutluğ Ataman’ın özellikle ARTER ile iş yapmış bazı sanatçılar tarafından sosyal medyada maruz kaldığı seviyesiz eleştiriler, bu ülkede neden sanatçıların bir arada duramayacağını göstermesi açısından son derece vahim bir örnek. Anlıyoruz ki, artık aramızdaki ilişkileri bile kurumlarla olan mesafemiz belirliyor. Kimse çıkıp şu soruyu sormuyor; Kutluğ Ataman onların malı mı, maaşlı bir çalışanı mı ki, telefon edip fikirlerini nasıl ifade edeceğini dikte edebilecek hakkı kendilerinde görebiliyorlar? Kurumlar, kolektörler bu ülkede hâlâ kendilerini sanatçının velinimeti olarak görüyorlar. “Art patron” demek, sanat patronu demek değildir.

Koç koleksiyonunda benim de bir arşiv projem var, aramızdaki bu ilişki benim kendilerini eleştirme hakkımın önüne geçmemeli, zira ARTER kurum eleştirisi veren bir sergi ile açmıştı kapılarını hatırlarsanız. Bugün Kutluğ Ataman’ı eleştirmek üzerinden çok cesurca bir şey yaptığını sanan arkadaşlar, en büyük zararı kendi geleceklerine verdiklerinin bilincinde bile değiller. Hayat boyu bir acı kahvesini içmekten başka çıkarım olamayacak Kutluğ’dan, çok daha fazlasını sunmuştur bana Koç grubu, ben de buradan şükranlarımı sunarım kendilerine. Fakat şu noktada meslektaşımın yanında durmayı, güruhun içinde tempo tutmaktan daha hakkaniyetli buluyorum.

Her cümlenin sonunda “hukuki hakların saklı tutulduğunu” belirten tehdit mektupları döşemek yerine, bu ülkenin uluslararası saygınlığa sahip en önemli sanatçılarından birisiyle şeffaflıkla müzakere etmeleri, biz genç sanatçıları da özgürleştirecektir. Ben kendilerinden bunu beklerdim. Bugün sanata hizmet etmek, biraz da sanatçının fikri özgürlüğünü savunmaktan geçiyor, üç ayda bir sergi koyup kaldırmaktan değil.

Bundan sonraki süreçte Ataman ve sizin gibi sanatçılar için sanat üretimi nasıl işleyecek bu ülkede?

Türkiye’de birçok şey tesis edildi ancak güven tesis edilemedi, sanatçılar bir yana, kimsenin geleceğini görmesine izin verilmedi bu ülkede. Beş sene sonramızı hiçbir zaman bilemedik... Çünkü daima bu ülkenin tapusunu elinde tuttuğunu iddia eden birileri oldu, gerektiğinde sizi kovdu. Bugün de Gezi Direnişi gibi toplumsal hareketlerin tapusunu elinde tuttuğunu iddia eden, bizzat sizden çıkmış değerleri, sizle paylaşmadan mülkiyetine geçirmeye çalışanlar var, oradan birilerini kovanlar var. Buyursun kovsunlar…

Henüz 31 yaşındayım ve aynaya baktığımda göz bebeklerimde gördüğüm ifade koca bir yorgunluk. Düşünüyorum da, ben herkese verdiğim sözleri tutmuşum, ama bu sistem bana verdiği sözlerin hiç birisini tutmamış. Ne bu devletten, ne hükümetten, ne böylesi bir muhalefetten, ne de bu tip bir özel sektörden beklentim yok. Olması da düşünülemez şu şartlarda… Bugün sansür yalnızca fiili olarak işlemiyor, sizi iş yapamaz hale getirmekte susturmanın bir diğer biçimi ve kurumlar gerektiğinde bu gücü sanatçılar üzerinde deniyor. Böyle bir ortamda işimiz mucizelere kalıyor.

18 Ağustos 2013 Pazar

"Ondan geriye pozları kaldı" / YENİ ŞAFAK - Aysel Yaşa



Ondan geriye pozları kaldı

Türkiye'nin ilk renkli fotoğraf baskısını yapan Ermeni fotoğrafçı Osep Minasoğlu, geçen hafta, 86 yaşında hayata gözlerini yumdu. Ölene kadar fotoğraf çeken Osep, son pozunu dünyaya bırakıp ‘fotoğraflarla geçti aramızdan’

Sene 2009, aralık ayı. Posta kutuma düşen bir maille tanıyorum Osep Minasoğlu'nu ya da gerçek ismiyle Hovsep Minasyan'ı. Stüdyo Osep isimli kitabıyla 65 yıllık fotoğrafçı Osep'in yangından arta kalan fotoğraflarıyla açılan bir serginin açılış davetiyesi gelen. Serginin haberini yapmaya giderken, Osep'in hikâyesine vurulup, onu dinlemeye başlamıştım. Aradan seneler geçti Osep'i herkese duyuran Tayfun Serttaş daha başka başarılı birçok işe imza attı. Ama Osep'i hiç unutmadı, onu yalnız bırakmadı. Geçtiğimiz hafta Osep'in ölüm haberini de yine ondan aldık. Bomonti - Petites Soeurs Bakımevi'nde 86 yıllık hayatına veda etti Osep. En son kalça kırığı ameliyatı geçirmişti ve tedavi görüyordu. Minasyan ailesinin en küçüğüydü Osep. Geriye aileden kimse kalmadı. Biz de bu hafta, her anı tarihe ışıklık tutacak Osep'in hayatını derledik. Bu hayatta neler yok ki. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, Türkiye'de Ermeni olmak, yoksul kalmak, kimsesiz olmak ve daha nicesi… Onu herkes Yeşilçam'ın ilk fotoğrafçısı olarak tanıdı. Yeşilçam onun objektifine gülümsedi, Taksim'deki fotoğrafçıların birçoğu yeni teknikleri ondan öğrendi, Türkiye'de ilk renkli baskıyı o yaptı. 86 yıllık ömrüne çok şey sığdırdı. Yaşamının son yıllarında ise Satranç Kulübü'nde çektiği fotoğrafları 1 TL'ye satarak, dostum dediği Matmazel Maya'nın İsviçre'den gönderdiği 500 TL ile de kirasını ödeyerek geçirdi.

Aysel Yaşa

6-7 EYLÜL'DE FRANSA'YA GİTTİ

Osep, Amber ve Yervant Minasoğlu'nun en küçük çocukları olarak 1929'da dünyaya gelir. Özel Saint Benoit Fransız Lisesi'ne giderken fotoğrafçılığa merak salar ve bu işi yapmaya başlar. Fakat o süreçte işler iyi gitmez ve genç Osep ve ailesi Varlık Vergisi ile tanışır. O dönemde dükkanlarında kazandıklarından daha fazla vergi ödemeye mecbur edilen ailelerden belki de en şanslısı Minasyanlardır. Osep o günleri şöyle anlatıyordu: 'Ağabeyim Türkiye'nin ilk şoförlerinden biriydi. Vahan'ın eve yaptığı otomobil parçası stoklarıyla bu zorlu zamanları atlattık. Atlattık ama hayatımız eskisi gibi olmadı. Okulum yarım kaldı. O sırada fotoğrafçılığa yöneldim. Kodak'ta çalıştım.' Fotoğrafa yeni yeni ısınan ve en yeni teknikleri Kodak'la keşfeden Osep, bu kez de 6-7 Eylül olayları yüzünden mağdur olur. Fakat bu kez kararlıdır, Türkiye'den gidecektir. Bu ülkede onu derinden etkileyen iki önemli olayın Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olayları olduğunu sıklıkla tekrarlayan Osep tarihe şöyle not düşer: '6-7 Eylül'de Taksim'de Kodak'ta çalışıyordum. Bütün İstanbul perişan oldu, dükkânlar yıkıldı, kasalar çalındı. Çalışğım Kodak kapanınca ben de Fransa'ya gittim.'

PARADAN NEFRET EDERİM

Fransa, Osep için çok güzel geçer. İyi fotoğraf stüdyolarında çalışır, Fotoğraf Sendikası'ndan ders alır. Fakat Türkiye'den de çok uzak kalamaz. İşinde uzman ve iyi bir fotoğrafçı olarak geri döner topraklarına. Taksim'de konsolosluklarla, devlet adamlarıyla ve o dönemin tabiriyle kalbur üstü insanlarla çalışır. Çok da iyi paralar kazanır ama bu paranın onun için bir kıymeti yoktur: 'Çok iyi paralar kazandım. Yurtdışındaki mecmuaları takip ederek Türkiye'de yapılmayanları yapıyordum. Ama hep paradan nefret ettim. Müşterilerimle para pazarlığı yapmazdım. Müşteri ne verirse versin 'Allah bereket versin' derdim. Çok dürüst çalışırdım, kimsenin hatırını kırmadan, kötülük yapmadan.'

YEŞİLÇAM ONA GÜLÜMSEDİ

Bu arada eniştesi tiyatro rejisörü Kani Kıpçak sayesinde Yeşilçam'la, setlerle tanışır Minasoğlu. Set fotoğrafçılığı yaptığı yıllarda kimleri fotoğraflamaz ki. Ayhan Işık, Türkan Şoray, Yılmaz Güney, Zeki Müren, Halil Ergün, Kadir İnanır… Osep'in çok geniş bir arşivi vardır. Fakat yaşı ilerledikçe bu arşive sahip çıkamaz. Ve arşivini bir arkadaşına emanet eder. Arkadaşı da 4 çelik kasa dolusu arşivi koruyamaz ve fotoğraflar yanar. Osep'in hayatında en çok üzüldüğü ve anlatırken duygulandığı olay bu olur. Çünkü fotoğrafçılık Osep için geçmeyen bir sevdadır, bunu 2009'da bize söylediği şu sözlerden anlıyoruz: 'Hala da aklım fikrim fotoğrafçılıktadır. Gözüm az görür ama iyi fotoğraflar çekerim.'

PROJE ARKADAŞIM DEĞİL, DOSTUMDU

Sergi ve kitap o dönem çok konuşulmuştu. Osep bu sergiyi önemsiyordu, bu 2 çalışma için memnuniyetini nasıl dile getiriyordu?

Artık unutulduğuna %100 emin olmuş birisine, aslında unutulmadığını kanıtlamak ve onun bütün pratiğini baştan üretime sokmak, gündeme taşımak, başka bir tarihe eklemlemek, hem bunu yapan sanatçı hem de bu projenin öznesi açısından çok zor bir deneyim. Osep çok heyecanlanıyordu. Galeri saat 10:00'da açılıyor, o sabah 08:00'da giyinmiş hazırlanmış olarak kapıya gelip bekliyordu. İtiraf edeyim biz bir dönem, 'fazla mı ileriye gidiyoruz?' diye düşünmedik değil. Açılış sırasında sergiye izleyici gibi gelen doktor yakınlarımız vardı, bizzat çağırmıştık, ne olur ne olmaz diye... Zor bir yaşam deneyimi, ve siz bu yaşam öyküsünü kamusallaştırdığınızda, her ne kadar kendi onayı ve desteği olsa da, kişinin o an ne tepki vereceğini kestiremiyorsunuz. Elli sene sonra Osep'i sergi aracılığı ile bulan yakınları, eski dostları oldu. Çok memnun kaldı ve süreci olağanüstü bir soğukkanlılıkla taşıdı.

Bundan sonrası için Osep'le ilgili yapmayı düşündükleriniz var mı?

Hayır düşünmüyorum. Şu an ona karşı sorumluluklarım çok şahsi. O yüzden profesyonel anlamdan mümkün olduğu kadar uzak tutarak, olası projeleri düşünmeyerek, yalnızca ona odaklanarak, dostluğumuza odaklanarak hareket etmek istiyorum. Kırkında helva yapılacak mesela, helvayı hangimiz yapacak, kim yaparsa daha leziz olur, böyle şeyleri düşünüyorum elbette. Ancak Osep Minasoğlu üzerinden yeni bir sergi yapmak ya da son süreci projelendirmek gibi bir fikir kesinlikle yok... Olmamalı zaten. Benim proje arkadaşım değil Osep Minasoğlu. Hiyerarşinin başında bizim dostluğumuz var. Ahlaki bulmam söz konusu olamaz böyle bir yaklaşımı. Ancak anmasını iyi organize etmekle yükümlü olabilirim.

ERMENİSTAN'A GİTMEK İSTİYORDU

Osep ölmeden önce 'Ölürsem hayatta fotoğraflarımı bırakacağım bir ailem bile yok. Tayfun bunlara sahip çıkacaktır' demişti. Evet sanatçı Tayfun Serttaş, Osep'e de, arşive de sahip çıktı. Osep ölmeden önce Serttaş'a verdiği röportajda 'Ölmeden önce bir de ilan için para bırakacağım, ölünce ilan koysunlar gazeteye' demiş. Sanatçı, ölene dek yanında olduğu Osep'in son zamanlarını anlattı.

Osep'le çok önemli bir ilişkiniz vardı. Onun yeniden duyulmasını sağladınız. Bu ölüm sizi nasıl etkiledi?

Eksiltti, çok eksilmiş hissettim. İlk 4-5 gün boyunca dünyanın en yalnız ve çaresiz insanı gibi hissediyordum, o esnada özellikle yayınevimin kurucusu Yetvart Tomasyan ve ailesinin desteği olmasaydı, muhtemelen toparlanmam çok zor olacaktı. Cenaze merasiminde gördüm ki, biz hala bir cemaatiz, içerisinde tüm üyelere yer olan ideal bir cemaat. Hakkettiği şekilde veda ettik Osep Minasoğlu'na, bu son vazife benim açımdan çok önemliydi. Şimdi sorumluluğunu layıkı ile yerine getirebilmiş bir çocuk olmanın huzurunu yaşıyorum. Geride kalanları bu teselli edecektir.

Son zamanlarında Osep'in yanında mıydınız? Nasıldı, yine fotoğraf çekiyor muydu?

Yanındaydım elbette, bazı şikâyetleri vardı, canı çok sıkılıyordu. Biz kendisine birçok olanak tanımamıza rağmen, Petites Souvres'te kalmayı Osep özellikle istedi, zira Fransızcası Ermenicesinden çok daha kuvvetlidir, böyle olmasını kendisi talep etti ve biz o ne istiyorsa yerine getirmeye çalıştık. Geçtiğimiz beş sene boyunca da Petites Souvres, Osep Minasoğlu'nu çok özel bir konuğu olarak ağırladı ve ellerinden ne geliyorsa fazlasıyla yaptılar. Geçtiğimiz aya kadar fotoğraf çekmeye devam etti. Bahçedeki çiçeklerin fotoğraflarını çekiyordu, Petites Souvres'e gelen ziyaretçileri, ara sıra yaptıkları gezileri ve oradaki arkadaşlarının portrelerini... Yüzbinlerce kere çekmiş böyle, hiç durmamış. Gönül eğlendiriyordu, hatıra fotoğrafları çekiyordu ve bunları basıp sahiplerine hediye ediyordu.

SON ANA KADAR FOTOĞRAF ÇEKTİ

Osep'i tanıdığımda halen satranç kulübünde fotoğraf çekiyordu. Yaşına rağmen hep hayalleri olan biriydi. En son neler konuştunuz bir vasiyeti var mıydı?

Vasiyet diyemem ama Ermenistan'a gitmeyi çok istiyordu, bilet fiyatlarını soruyordu. Son dönem en çok onu sordu. Gayet tabi o halde gitmesi mümkün değil, zaten orada bir akrabası ya da yakını yok ama çok kez bu konuyu konuştuk. Bir de kartpostal fiyatlarını soruyordu, kaça basıldığını ve eski stüdyolardan kimlerin kaldığını, kapananları merak ediyordu; 'şu, şu hala duruyor mu?' gibisinden. Stüdyo Osep sergisi öncesi, Osep ile yaptığım röportajlarda birçok vasiyet dile getirmiştir ama sergiden sonra zaten belli bir güven duygusu içerisindeydi, daha rahattı, o nedenle özel bir talebi kalmamıştı... Bazı şeyleri büyük oranda o hayattayken yerine getirebildik diye düşünüyorum.

Bir dönemin ünlü fotoğrafçısıydı. Onun ömründen geriye dünyada ne kaldı?

Cumhuriyet tarihine eş değer yaşamıyla Osep, o tarihin bize ders kitaplarında okutulmayan karanlık sayfalarını aydınlatıyordu. O tarihin içerisinde ortalama her on senede bir felaketlerle yüzleşen, maddi ve manevi çöküntüye uğrayan, birileri zenginliğine zenginlik katarken diğer tarafta çaresizce buharlaşan toplulukların kendi içerisinde de aykırı bir temsili Osep. Bir kent efsanesi olmanın yanında, yeni bir sistem inşaa edilirken, o sistemin hem içinde hem dışında kalarak, varoluş mücadelesi verenlerin çok ama çok özgün bir temsili. Bu temsiliyetten herkesin kendi adına öğreneceği bir şeyler olmalı. Onun hatırası, hepimizin hatırası. Her açıdan...