p1 / projebirlikte, İstanbul'daki kentsel dönüşüm sürecine ilişkin arşiv oluşturma düşüncesiyle dün akşam, Tophane'deki eski Tütün Deposu'nda bir toplantı düzenledi. Sanat ve mimarlık alanlarında üretim yapanların yanı sıra farklı meslek ve çevrelerden konuya ilgi duyanların katıldığı toplantıda, arşivde neler yer alabileceği tartışıldı. Önümüzdeki aylarda tekrarlanacak toplantılar çerçevesinde, arşivin adım adım hayata geçirilmesi öngörülüyor.
2008 yılında Galata'da yaşayan ve çalışan bir grup sanatçının komşuluk birimi dahilinde meydana gelen p1, açık adıyla projebirlikte, bir 'inisiyatif ironisi'. Farklı sanat disiplinlerinden gelen Ayşe Melek Tunç, Elmas Deniz, Eric Ledune, Evrim Kavcar, Nihan Çetinkaya, Sevgi Ortaç, Şafak Çatalbaş ve Tayfun Serttaş'ın çalışmalarıyla hayat bulan p1, geçtiğimiz yılın kasım ayından itibaren açık toplantılar düzenliyor.
Kasım 2009'da Lunapark Tasarım Ofisi'nin Galata'daki mekânında gerçekleştiren ilk p1 toplantısında, Galatalılar bir araya getirilerek, soylulaştırma (gentrification) konusu masaya yatırıldı. İkinci toplantıyı bir ay sonra Beral Madra'nın girişimiyle kurulan BM Suma Çağdaş Sanat Merkezi'nde düzenleyen p1, bu kez, 'sanatta mesafelenme ve sahiplenme' konusunu ortaya atarak, sanatçının mekâna ve izleyiciye karşı duruşunu sorguladı.
Öncekilerden farklı olarak, Galata ve Beyoğlu ölçeğinin aşıldığı ve İstanbul'un incelenmeye alındığı dünkü (26 Şubat 2010) üçüncü toplantıda ise İstanbul'un farklı bölgelerini etkileyen kentsel dönüşüm sürecine ilişkin 'açık arşiv' oluşturma düşüncesi paylaşıldı. Sanat ve mimarlık alanlarında üretim yapanların yanı sıra farklı meslek ve çevrelerden konuya ilgi duyanların katıldığı toplantıda, yaklaşık 2 saat boyunca arşivde neler yer alabileceği üzerine konuşuldu.
Heykeltıraş, seramik sanatçısı, tekstil tasarımcısı, fotoğraf sanatçısı, resim öğretmeni, sinemacı, mimar, şehir plancısı, antropolog, sigortacı gibi ilginç bir mesleki çeşitliliğe sahip katılımcıların, arşive neler katabileceklerini anlatırlarken, kentsel dönüşüme ilişkin düşüncelerini de ortaya koymaları, toplantının son ana dek ilgiyle izlenmesinde etkili oldu. p1'in "ortak bilinç oluşturma çabası"nı takdir ettiğini belirten katılımcılar, "kentin belleğini bir havuzda toplamanın önemi"ni vurguladılar. Önümüzdeki aylarda tekrarlanacağı belirtilen toplantılar çerçevesinde, arşivin adım adım hayata geçirilmesine karar verildi.
Her türlü kişisel arşivi -belgesel niteliğindeki fotoğraf, video veya yazışmalar- ve konu üzerinden üretilmiş olan sanat işlerini paylaşmak isteyenler, p1'in internet sitesini ziyaret ederek, sıradaki toplantıları takip edebilirler.
Link: http://yapi.com.tr/Haberler/kentsel-donusum-acik-arsivde-belgelenecek_77090.html
28 Şubat 2010 Pazar
Tayfun Serttaş Foto Galatasaray üzerine konuşuyor / 2 Mart Salı, 18:00
Platform Garanti konuk sanatçılarından Tayfun Serttaş, 2 Mart Salı günü saat 18:00'de, üzerinde çalışmakta olduğu arşiv projesiyle ilgili, 5. katta bir tanışma toplantısı düzenleyecektir. Hepinizi aramızda görmekten mutluluk duyarız.
Foto Galatasaray ön toplantısı,
Beyoğlu Çiçek Pasajinda, "Foto Galatasaray" adıyla 60 seneye yakın fotoğrafçılık mesleğini sürdüren Maryan Şahinyan arşivi üzerine bir tanışma toplantısıdır. Fotoğrafçının 1985 yılında ölmesinin ardından el değiştiren arşiv, 25 yıllık bir bekleyişin ertesinde, sanatçı Tayfun Serttaş tarafından Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'ne taşınarak açıldı. Tümü siyah-beyaz negatif ve cam negatiflerden oluşan arşivin, kronolojik olarak neredeyse tüm parçaları günümüze ulaşmış durumda. Sayıca hayli yüksek olması nedeniyle, eldeki malzemenin tümünün incelenmesinden önce yapılacak olan bu toplantı; fotoğraf ve fotoğrafik dil bağlamında, geçmiş arşivlerin günümüz sanatında nereye oturduğu sorusundan yola çıkarak, Maryam Şahinyan arşivi özelinde tartışılacaktır.
Foto Galatasaray ön toplantısı,
Beyoğlu Çiçek Pasajinda, "Foto Galatasaray" adıyla 60 seneye yakın fotoğrafçılık mesleğini sürdüren Maryan Şahinyan arşivi üzerine bir tanışma toplantısıdır. Fotoğrafçının 1985 yılında ölmesinin ardından el değiştiren arşiv, 25 yıllık bir bekleyişin ertesinde, sanatçı Tayfun Serttaş tarafından Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi'ne taşınarak açıldı. Tümü siyah-beyaz negatif ve cam negatiflerden oluşan arşivin, kronolojik olarak neredeyse tüm parçaları günümüze ulaşmış durumda. Sayıca hayli yüksek olması nedeniyle, eldeki malzemenin tümünün incelenmesinden önce yapılacak olan bu toplantı; fotoğraf ve fotoğrafik dil bağlamında, geçmiş arşivlerin günümüz sanatında nereye oturduğu sorusundan yola çıkarak, Maryam Şahinyan arşivi özelinde tartışılacaktır.
Nakka! Nasıl “Nakka” Oldu? / Röportaj: Merve Ünsal
Bir serginin ortaya koyduğu tavır, kuşkusuz o serginin izleyiciye sunulduğu sınırlı zaman dilimi boyunca paylaşıma girmesiyle ilintili değildir. Bir serginin tutarlılığı, her zaman o serginin kurumlara verdiği sözü tutması ile ilişkili değildir. Bazı durumlarda kurumlar da sergiye verdikleri sözleri tutmayabilir. Hatta bazen öyle şeyler olur ki, yapılan işin kendisine ve izleyiciye verdiği vicdani sözü tutması, tüm bu sözlerden daha mühim manevralar gerektirebilir. 11 Şubat tarihinde açılan ve açılıştan 12 saat sonra toplanmak zorunda kalan Nakka! Sergisi son dönemde bu tavrın yaşandığı çarpıcı örneklerden birisi oldu. Tüm süreci ve bu sürecin kendi içerisinde ürettiği karşı söylemi, işlerini bir daha sergiye geri koymama kararı alan sanatçılardan Tayfun Serttaş ile görüştüm.
MÜ: Yaşanan ani gelişmeler kadar, sürecin kendi içerisinde de şüpheli bir ilişki olduğunu sezinliyorum. Küçük Bayram Sokak’ın İstanbul’un yaşayan en görünür travesti genelevlerine ev sahipliği yapması, bu sokakta yer alan The Hall’in travestiler ile arasındaki kritik ilişki ve bu karmaşayı irdeleyen bir serginin geçirdiği deneyim ister istemez önümüze bir tablo koyuyor. Bu tabloyu biraz tarif edebilir misin?
TS: Sergi fikri ile bana gelindiği ilk andan itibaren, böylesi bir projenin neden !f İstanbul’a ihtiyaç duyduğu, neden The Hall’de olacağı kocaman sorulardı zaten. Nakka! içerisinde her türden toplumsal cinsiyet ve cinsiyet kimliği tartışmasının yan yana koyulduğu bir sergi değil. Spesifik olarak travesti ve transseksüel bireylerin maruz kaldığı ayrımcılık ortamını, daha keskin bir tanımla ise bu ortamın zemin hazırladığı şiddet ve cinayet vakalarını deşifre etmeye odaklanmış bir proje. Bu projenin The Hall’de gerçekleşecek olması, bir bakıma !f’in mekan sponsorluğunu yapan bu kritik alanda daha önce deneyimlemediğimiz türden bir geçirgenliği de deneyimlememizin önünü açabilir ya da açamayabilirdi. Bu nedenle ilk günden itibaren “deneyip göreceğiz” fikri ile yola çıkılmış bir projedir Nakka! Adı gereği, zaten yoktur, gerçekte orada değildir ve isterse bir daha hiç bulunmayabilir. Zemininde bu ilişkilere de çomak sokan diken üzerinde bir yapısı vardı serginin. Sergi demek bile yersiz, bu daha çok bir girişimdi. Bizlerin bu kurumlara değil, bu kurumların bizlerin eylemliliklerine karşı kanıtlaması gereken bir toleransa ihtiyaç duyduğumuz, hayli zor bir dönemden geçiyoruz. Hem The Hall, hem de !f istanbul “eşcinsellik” ile girift ilişkileri olan, bu ilişkiden ticari kazanç elde eden ve bu konuda hayli tartışılan kurumlar. Bu tartışmanın, bu kez piramidin en altındaki eşcinsel komünite üzerinden formüle edilebilmesi çok çekici geliyordu bana.
MÜ: Peki bu karşıt pozisyonlar ikircikli bir durum doğurmuyor mu? Böylesine zıt kaygıların asla uyuşmayacağını bile bile her şeye lades demek olmuyor mu bu?
TS: Tam aksine. Ben gentrification üzerine bir iş yaptığımda gidip bunu Tarlabaşı’nda yapmıyorum. NOA isimli gayrimenkul firmasının Galata’daki bir yatırımında yapıyorum mesela. Çünkü gentrification meselesinin gerçek muhattabı orada. Sözü oradan da söyleyebilmek, eleştiriyi, eleştirdiğin alanın içerisinden üretebilmek artık çok önemli. Bir o kadar riskli çünkü her zaman içinde yutulma, ters köşe olma potansiyelin var. Ancak bu yolla farklı katmanlar arasında sanat aracılığıyla kurulması muhtemel bir iletişim de söz konusu olabilir. The Hall, !f İstanbul ve Nakka! ilişkisi için de benzer bir işleyiş söz konusuydu. Transseksüel bir arkadaşımız tek başına kalkıp o mekana gittiğinde belki içeriye bile alınmayacak. Ancak bizler sözü oradan söylediğimizde mevcut deneyimin kırılmasında bir tür aracı rol üstlenmiş oluyoruz. İlk etapta bu hayli yukarıdan bir ifade gibi gelebilir fakat ben işleyişe bakıyorum. Temsiliyet polemiklerinin çok ötesinde, eğer o gece ben içeriye 150 tane transseksüel arkadaşımı sokup eğlendirebiliyorsam doğru bir şey yapıyorum demektir. Oradaki birçok parti akılda kalmayacak ama o gece herkesin aklında kalacak. Yıllardır birbiri ile burun buruna yaşayan insanlar beraber eğlenecek. Evlerin önünden başlarını çevirerek geçen garsonlar, gece aynı insanlara içki servisi yapacak. Bu beni besler mesela ve o zaman sanat yoluyla bir şey yapmış hissederim kendimi.
MÜ: O halde ortaya çıkan olumsuzluklar ne gibi nedenlerle yaşandı?
TS: Her sergide olduğu gibi bu sergide de olumsuzluklar listesi hayli uzun, o listeyi hızla es geçebiliriz. İlk güne dair çok basit bir örnekten yol alalım mesela. The Hall ile ilk kurduğumuz ilişkide, bir yetkili ile sokak üzerine girdiğim diyalog birçok şeyin rengini ortaya koyuyordu aslında. Tavırlarının bu kadar sert olduğunu ben de bilmiyordum. Bizim hangi amaçla sergi yapacağımızdan haberi bile yok. İçeriden, güvenlik kameralarından sokağı izliyoruz. “Elm Sokağı gibi değil mi?” diye bir laf attım ortaya. Yanıtı gecikmedi, “pek yakında hepsini temizleyeceğiz, göz açtırmıyoruz artık onlara!” Orada benim için birçok şey netleşmişti zaten. Sergi, sergi olmaktan çıkıp çok daha kritik bir mecraya dönüşmüştü. Bu saatten sonra ben sanatçı değil, daha çok kendi meselemin ajanıydım. İzlemeye koyuldum. Gayet tabi bu sözleri sarf eden kişinin bireysel tavrı kurumu bağlamaz. Ancak size içeride olup bitenler ve konuşulanlar hakkında hayli ipucu verebilir. Yerleştirmelerin son gününe kadar mekan çalışanlarının transfobik tavırlarına sık sık kulak misafiri oldum. Öyle anlar oldu ki, gülünç bir şey yapıyormuş gibi hissediyorsunuz. Kimsenin böylesi bir sergi ile empati kurma zorunluluğu yok elbette. Ancak hayatında bir tane sergi gören bir insan dahi mesafesini koyabilir. Sergi gibi, daha kaba tabirle sanat gibi anlaşılmıyordu. Çünkü transseksüeller için yapılıyordu. Bu fısıltı ilk andan itibaren her şeye damgasını vurdu. Benim de sanat gibi anlaşılması üzerine çok fazla kaygım yoktu. Tek derdim sanat ile olsa gider bir galeride yapardım zaten o sergiyi, bunun için bir gece kulübünü tercih etmezdim. Fakat müdahale alanlarını kestirememeleri başka bir şey, orada bir parantez daha açılıyor yaptığınız işin yanına.
MÜ: Tüm olanlara rağmen yine de açılış gerçekleşti?
TS: Açılış yapılmak zorundaydı. Orada izleyiciye verilmiş başka bir söz var. Transseksüel dostlarımıza verilmiş sözler vardı öncelikle. Bu hiyerarşinin başında öncelikle o sokağın karşısında çalışan transseksüeller ardından ise o sergi var. O serginin bir açılış gecesi var. Önemli bir koz bu. Benim kişisel deneyimlerim yok. Ben o anda çok alıngan da olabilirim fakat bu açılışın önüne geçemez. O nedenle mümkün olduğu kadar, tüm negatif ışıklara rağmen o geceyi göstermeliydik. Diğer taraftan HaZaVuZu ve TGH’nin yalnızca açılış gecesine özel performansları ve özel konukları vardı. Herkesin kendi bağımsız davetiyesini yaptığı bambaşka bir eylemlilik hali açılış gecesi. Onun gerçekleşebilmesi, bir bakıma sergi süresince söylemeye çalıştığımız sözün çok kısa saatler içerisinde “soğuk duş etkisiyle” yüzlerce insana aynı anda ulaşabilmesi demekti. Öyle de oldu. İzleyiciler için şaşkınlık dolu bir geceydi. Yaşanması üzerine hayli plan yaptığımız şaşkınlıklar bunlar. Genelevlerde çalışan arkadaşlarımızla gecenin ilerleyen saatlerine kadar voleyball oynadık sokağın ortasında. Birçoğu, hergün kapısını izledikleri The Hall’in içerisine ilk kez girmişlerdi. Bu deneyim bile, göz göze geldiğim herkeste bir tatmin yaratmıştı zaten. Bu açıdan fazlasıyla amacına ulaştı. Sonrasını ise düşünmeye bile vaktimiz olmadı.
MÜ: Ertesi gün bir sansür paniği yaşandı?
TS: Konu sansür değil, keşke sansür olsa. Öyle bir durumda kendimi mekana bağlar yine sabitlerdim herhalde o sergiyi. Sansürden daha çiğ bir durum. Sergi mekanı bir takım partiler için dört ayrı gece kiraya veriliyor. Biz daha önce mekanda yalnızca tek bir parti yapılma olasılığı olduğunu duymuştuk ve bu parti açılıştan bir hafta kadar sonra olacaktı. Yerleştirmeler esnasında öğreniyoruz ki, böylesine stabil bir sergiyi partiler nedeniyle dört kez toplayıp, dört kez yeniden kurmamız talep ediliyor. Tümüyle ticari kaygıların neden olduğu bir müdahale. Bundan daha büyük sorun olan şey ise ilk toplanmanın açılıştan 24 saat gibi kısa bir süre sonra talep edilmesi ve müdahalenin şekli. Ertesi gün akşam saatlerinde daha önce görmediğim birileri sergi mekanına girip sanatçılara ve işlere ait etiketleri yırtarak duvarlardan sökmeye başladılar. Ardından, “bu etiketleri çift taraflı bantla duvara asmanın yasak olduğunu bilmiyor musunuz?” diye bana çıkıştılar. Kibar bir dille “eğer o etiketleri bizim kendi yöntemlerimizle demonte etmemize izin verirlerse sandıkları gibi duvara hiçbir zarar gelmeyeceğini, bunun bizlere ait bir sorumluluk olduğunu” hatırlattım ve devam etmelerini engelledim. O andan sonra, sergide benden dolayı yer alan iki sanatçının işini daha dikkatle demonte edip kendi stüdyoma taşıdım. Öyle bir ortamda, sergi için çağrı yaptığım diğer sanatçılara ait işleri bırakmam söz konusu olamazdı. Her şeyin çok ani gelişmesiyle yaşanan kısa bir iletişim kopukluğunun ardından diğer sanatçılarla kendi aramızda görüştük ve durumu izah edebildim. Bizden talep ettikleri portatifliğin prodüksiyon olarak gerçekleşmesi söz konusu olamazdı zaten. En azından başında bunu bilseydik daha az stabil bir sergi kurgulayabilirdik. Benden dört kez kaldırıp kurmamı istedikleri yerleştirme 365 parçadan oluşuyor mesela…
MÜ: O halde bu durum aslında “sergiden geri çekilmek” dahi değil?
TS: Gayet tabii değil. !f İstanbul bunu sergiden geri çekilmek diye anlıyor ve öyle yansıtıyor. Bir sergiden geri çekilmek böyle olmaz. Bütün sanatçılar bir araya gelir, ortada ne gibi sorunlar var konuşulur, tartışılır, ortak bir karara varılır. Ondan sonra topluca hareket edilir. Geri çekilme varsa, bunun nedenleri üzerine yazılır, ortak bir açıklama yapılır. Bizimki kaba bir tabirle kovulmak, kibar bir tabirle terk etmek zorunda bırakılmak oldu. Bu şartlarda kim nereden, neden geri çekiliyor? Bunun tek doğru tanımı; “işleri yeniden yerleştirmemek” olabilir ancak. Ne !f İstanbul’dan ne de The Hall’den tek bir yetkili benimle bir telefon görüşmesi dahi yapıp durumu izah etmeye gerek duymadı. Ortada tanımadığım iki adam, burayı biz kiraladık tavrıyla içeriye girip etiketleri yırtıyor ve hızla boşaltılsın diyor. Tek duyduğum açıklama bu. Çok değil bir sene sonra karşı evlerde çalışanların da büyük bölümü orada olmayacak artık. Bu anlamda serginin başına gelenlerle, serginin davasının başına gelenler çok yakın şeyler. Bu tip mekanlarda işleyişin böyle olduğunu zaten biliyorduk. Kendi adıma kestiremediğim şey, herkesin bu kadar pasif kalması ve adına “yetkili” denilen hayaletlerin, artık hayaletlerinin dahi o sırada mekanda bulunmaması oldu.
MÜ: Türkiye’de, müze ve galeriler dışında gerçekleşen birçok kamusal serginin başına gelme potansiyeli olan hayli yüksek bir risk çıtası bu.
TS: Türkiye ile sınırlamak istemiyorum. Kaldı ki, bugün hala onlarca ülkede böyle bir sergiyi açmana dahi izin vermezler. Dünyanın herhangi bir yerinde de bu olabilir. Ancak bunun adı bağnazlık olur, saldırıya uğradı dersin ve “saldıran” ile böylesine girift bir ilişkin söz konusu olamaz. Buradaki sorun, sanatın gördüğü muamele ile ilgili. Kimse kimsenin disiplinine karşı bu kadar rahat olmamalı. Kimse kimseye bu hakkı tanımamalı. Açılışa saatler kala sergi mekanının tavanından !f İstanbul logoları sallanmaya başladı mesela. Eğer işlerini gösterdikleri yönetmenin filmi üzerine bu logoyu koyamıyorlarsa, bizlerin mekan üzerine kurguladığımız bir serginin tepesinden de bu logoları sallandıramayacaklarını izah ettim. Yönetmene yapamadıkları bir münasebetsizliği, sanatçılara neden yaptıklarını sordum. Dinleyen kim, ben bir tarafta konuşuyorum, diğer tarafta rengarenk !f logoları asılmaya devam ediyor. Görev o ya, o an herkes işini yapıyor ve benimle iletişime geçilmiyor. O noktada patlıyorsun mesela. O anda hayat boyu kaçtığın ne varsa tepene biniyor çünkü. Ben gider belediye ile sergi yapmasını da bilirim değil mi? Neden yapmıyorum, o logoyu tepemde istemediğim için. Holocaust mantığı üzerinden şekillenen bir sergide o bayrakların yaratacağı etkiyi hazmetmen mümkün değil. Son anda sana bu dayatılabiliyor. Son anda sana bu sergiyi dört kez kurup dört kez kaldırman gerektiği dayatılabiliyor. Bundan şikayetçi olduğunda ise o ana kadar yüzünü hiç görmediğin bir “yetkili” karşına dikilip “bana işimi sen öğretemezsin!” diye çıkışabiliyor ancak. Başa dönersek, bunlar hali hazırdaki potansiyel kaygıların reçetesi zaten. Sanat mekanlarından çıkmak büyük bir riski de almış olman demek ve bazen riskin ciddiyetini son ana kadar kestiremeyebilirsin. Çünkü orada sergi yok artık, orada sanat da yok, zincirleme bir menfaatler düzeneği ve sen bunun formalitesi oluyorsun. Orada güçler birleşmiyor, güçler yarışıyor. Karşılıklı anlayışın ya da toleransın değil, hegemonyanın irade sahibi olduğu bir işleyiş bu. Bu açıdan çok sıkıcı tabi. Çünkü sen tüm şeffaflığınla oradasın. Misafir edilmek üzere çok hassas olduğun bir konu üzerinden oradasın. Böyle ev sahipliği yapılmaz. Ev sahibi, misafire oranla toleranslı olması beklenen pozisyondadır. Bizde tam tersi oldu.
MÜ: Bu tip deneyimleri paylaşma konusunda birçok sanatçının çekinceleri vardır aslında. Sayısız aksilikle mücadele ettiğimiz şartlar altında, bir türlü bir araya gelip bunları konuşamamak – kayda geçirememek bir diğer büyük sorun. Halbuki birbirimizden habersiz farkı köşelerde bir çoğumuz benzer şeylerin mücadelesini veriyoruz. Kayda geçirmek, aslında bir daha yaşanmaması için de önemli bir etken iken sence bu neden yapılmıyor?
TS: Söylemde herkes yapı-bozumundan bahseder burada. Ancak bireylerin kişisel pratiklerine geldi mi görürsün ki herkes hayli yapısalcıdır. Kimse kendi süreci ile ilgili olumsuzlukların konuşulmasını istemiyor. Herkes yalnızca ve yalnızca başarılardan bahsetme taraftarı. Böyle bir ortamda, birbirimiz adına sayısız yıkıma zemin hazırlıyoruz aslında. Benim yaşamım boyunca başıma böyle bir şey hiç gelmedi, ortaya koyduğum hiçbir yapıt bu muameleyi görmedi. Şu gün başıma bunlar geldi ise bu yine beni bağlayan bir sorun değil, beni bağlayan tarafı bunu paylaşmaktır. Bundan dolayı sıkıntı duyması gereken ben değilim. Çünkü öyle bir ortam var ki, herkes kendisini bir diğerine bir şeyleri lutfetmiş hissediyor. Aslında herkes birbirine katkıda bulunuyor. Ben böylesi bir konuda dahi The Hall’e de, !f İstanbul’a da katkıda bulunmanın yollarını aradım ve araştırdım. Davetiyesini bile kendi cebimizden bastırdığımız bir sergi bu. Bunu karşılıklı bir katkı değil, bizlere sunulmuş bir armağan sandılarsa eğer bu benim arazım değil. O tarafın arazı. Arazlar üzerine de konuşabilmek gerekir. Zaman zaman kötümserliği de örgütleyebilmek gerekir. Bunları kendi aramızda dedikodu mahiyetinde konuşmak çok işlevsiz. Burada kalıplaşmış bir işleyiş var ve bu işleyişin gerçekten değişmesini istiyorsak hepimiz biraz konforumuzdan ödün vereceğiz demektir. Nakka! gibi bir sergiden bu tavır zaten beklenirdi. Yapısı gereği zaten o kurumlarla uzlaşmaya değil, çatışmaya gelmiş bir potansiyeli de vardı. Zaten canımız burnumuzdaydı. Açılış gecesi dahi çok beklenmedik problemler çıkabilirdi, ben bunların hepsine hazırlıklıydım. Ancak bundan çok daha riskli bir sürekliliğe ikna olmuş haldeyiz. Yapılan sergilerin ve bu sergilerin yarattığı başarıların değil, yapılamayan sergilerin ve maruz kaldığımız olumsuzlukların muhataplarının yer aldığı bir veri tabanımız hala yok. Beni asıl bu zeminsizlik korkutuyor.
Link: http://www.boltart.net/nakka-nasil-nakka-oldu/
MÜ: Yaşanan ani gelişmeler kadar, sürecin kendi içerisinde de şüpheli bir ilişki olduğunu sezinliyorum. Küçük Bayram Sokak’ın İstanbul’un yaşayan en görünür travesti genelevlerine ev sahipliği yapması, bu sokakta yer alan The Hall’in travestiler ile arasındaki kritik ilişki ve bu karmaşayı irdeleyen bir serginin geçirdiği deneyim ister istemez önümüze bir tablo koyuyor. Bu tabloyu biraz tarif edebilir misin?
TS: Sergi fikri ile bana gelindiği ilk andan itibaren, böylesi bir projenin neden !f İstanbul’a ihtiyaç duyduğu, neden The Hall’de olacağı kocaman sorulardı zaten. Nakka! içerisinde her türden toplumsal cinsiyet ve cinsiyet kimliği tartışmasının yan yana koyulduğu bir sergi değil. Spesifik olarak travesti ve transseksüel bireylerin maruz kaldığı ayrımcılık ortamını, daha keskin bir tanımla ise bu ortamın zemin hazırladığı şiddet ve cinayet vakalarını deşifre etmeye odaklanmış bir proje. Bu projenin The Hall’de gerçekleşecek olması, bir bakıma !f’in mekan sponsorluğunu yapan bu kritik alanda daha önce deneyimlemediğimiz türden bir geçirgenliği de deneyimlememizin önünü açabilir ya da açamayabilirdi. Bu nedenle ilk günden itibaren “deneyip göreceğiz” fikri ile yola çıkılmış bir projedir Nakka! Adı gereği, zaten yoktur, gerçekte orada değildir ve isterse bir daha hiç bulunmayabilir. Zemininde bu ilişkilere de çomak sokan diken üzerinde bir yapısı vardı serginin. Sergi demek bile yersiz, bu daha çok bir girişimdi. Bizlerin bu kurumlara değil, bu kurumların bizlerin eylemliliklerine karşı kanıtlaması gereken bir toleransa ihtiyaç duyduğumuz, hayli zor bir dönemden geçiyoruz. Hem The Hall, hem de !f istanbul “eşcinsellik” ile girift ilişkileri olan, bu ilişkiden ticari kazanç elde eden ve bu konuda hayli tartışılan kurumlar. Bu tartışmanın, bu kez piramidin en altındaki eşcinsel komünite üzerinden formüle edilebilmesi çok çekici geliyordu bana.
MÜ: Peki bu karşıt pozisyonlar ikircikli bir durum doğurmuyor mu? Böylesine zıt kaygıların asla uyuşmayacağını bile bile her şeye lades demek olmuyor mu bu?
TS: Tam aksine. Ben gentrification üzerine bir iş yaptığımda gidip bunu Tarlabaşı’nda yapmıyorum. NOA isimli gayrimenkul firmasının Galata’daki bir yatırımında yapıyorum mesela. Çünkü gentrification meselesinin gerçek muhattabı orada. Sözü oradan da söyleyebilmek, eleştiriyi, eleştirdiğin alanın içerisinden üretebilmek artık çok önemli. Bir o kadar riskli çünkü her zaman içinde yutulma, ters köşe olma potansiyelin var. Ancak bu yolla farklı katmanlar arasında sanat aracılığıyla kurulması muhtemel bir iletişim de söz konusu olabilir. The Hall, !f İstanbul ve Nakka! ilişkisi için de benzer bir işleyiş söz konusuydu. Transseksüel bir arkadaşımız tek başına kalkıp o mekana gittiğinde belki içeriye bile alınmayacak. Ancak bizler sözü oradan söylediğimizde mevcut deneyimin kırılmasında bir tür aracı rol üstlenmiş oluyoruz. İlk etapta bu hayli yukarıdan bir ifade gibi gelebilir fakat ben işleyişe bakıyorum. Temsiliyet polemiklerinin çok ötesinde, eğer o gece ben içeriye 150 tane transseksüel arkadaşımı sokup eğlendirebiliyorsam doğru bir şey yapıyorum demektir. Oradaki birçok parti akılda kalmayacak ama o gece herkesin aklında kalacak. Yıllardır birbiri ile burun buruna yaşayan insanlar beraber eğlenecek. Evlerin önünden başlarını çevirerek geçen garsonlar, gece aynı insanlara içki servisi yapacak. Bu beni besler mesela ve o zaman sanat yoluyla bir şey yapmış hissederim kendimi.
MÜ: O halde ortaya çıkan olumsuzluklar ne gibi nedenlerle yaşandı?
TS: Her sergide olduğu gibi bu sergide de olumsuzluklar listesi hayli uzun, o listeyi hızla es geçebiliriz. İlk güne dair çok basit bir örnekten yol alalım mesela. The Hall ile ilk kurduğumuz ilişkide, bir yetkili ile sokak üzerine girdiğim diyalog birçok şeyin rengini ortaya koyuyordu aslında. Tavırlarının bu kadar sert olduğunu ben de bilmiyordum. Bizim hangi amaçla sergi yapacağımızdan haberi bile yok. İçeriden, güvenlik kameralarından sokağı izliyoruz. “Elm Sokağı gibi değil mi?” diye bir laf attım ortaya. Yanıtı gecikmedi, “pek yakında hepsini temizleyeceğiz, göz açtırmıyoruz artık onlara!” Orada benim için birçok şey netleşmişti zaten. Sergi, sergi olmaktan çıkıp çok daha kritik bir mecraya dönüşmüştü. Bu saatten sonra ben sanatçı değil, daha çok kendi meselemin ajanıydım. İzlemeye koyuldum. Gayet tabi bu sözleri sarf eden kişinin bireysel tavrı kurumu bağlamaz. Ancak size içeride olup bitenler ve konuşulanlar hakkında hayli ipucu verebilir. Yerleştirmelerin son gününe kadar mekan çalışanlarının transfobik tavırlarına sık sık kulak misafiri oldum. Öyle anlar oldu ki, gülünç bir şey yapıyormuş gibi hissediyorsunuz. Kimsenin böylesi bir sergi ile empati kurma zorunluluğu yok elbette. Ancak hayatında bir tane sergi gören bir insan dahi mesafesini koyabilir. Sergi gibi, daha kaba tabirle sanat gibi anlaşılmıyordu. Çünkü transseksüeller için yapılıyordu. Bu fısıltı ilk andan itibaren her şeye damgasını vurdu. Benim de sanat gibi anlaşılması üzerine çok fazla kaygım yoktu. Tek derdim sanat ile olsa gider bir galeride yapardım zaten o sergiyi, bunun için bir gece kulübünü tercih etmezdim. Fakat müdahale alanlarını kestirememeleri başka bir şey, orada bir parantez daha açılıyor yaptığınız işin yanına.
MÜ: Tüm olanlara rağmen yine de açılış gerçekleşti?
TS: Açılış yapılmak zorundaydı. Orada izleyiciye verilmiş başka bir söz var. Transseksüel dostlarımıza verilmiş sözler vardı öncelikle. Bu hiyerarşinin başında öncelikle o sokağın karşısında çalışan transseksüeller ardından ise o sergi var. O serginin bir açılış gecesi var. Önemli bir koz bu. Benim kişisel deneyimlerim yok. Ben o anda çok alıngan da olabilirim fakat bu açılışın önüne geçemez. O nedenle mümkün olduğu kadar, tüm negatif ışıklara rağmen o geceyi göstermeliydik. Diğer taraftan HaZaVuZu ve TGH’nin yalnızca açılış gecesine özel performansları ve özel konukları vardı. Herkesin kendi bağımsız davetiyesini yaptığı bambaşka bir eylemlilik hali açılış gecesi. Onun gerçekleşebilmesi, bir bakıma sergi süresince söylemeye çalıştığımız sözün çok kısa saatler içerisinde “soğuk duş etkisiyle” yüzlerce insana aynı anda ulaşabilmesi demekti. Öyle de oldu. İzleyiciler için şaşkınlık dolu bir geceydi. Yaşanması üzerine hayli plan yaptığımız şaşkınlıklar bunlar. Genelevlerde çalışan arkadaşlarımızla gecenin ilerleyen saatlerine kadar voleyball oynadık sokağın ortasında. Birçoğu, hergün kapısını izledikleri The Hall’in içerisine ilk kez girmişlerdi. Bu deneyim bile, göz göze geldiğim herkeste bir tatmin yaratmıştı zaten. Bu açıdan fazlasıyla amacına ulaştı. Sonrasını ise düşünmeye bile vaktimiz olmadı.
MÜ: Ertesi gün bir sansür paniği yaşandı?
TS: Konu sansür değil, keşke sansür olsa. Öyle bir durumda kendimi mekana bağlar yine sabitlerdim herhalde o sergiyi. Sansürden daha çiğ bir durum. Sergi mekanı bir takım partiler için dört ayrı gece kiraya veriliyor. Biz daha önce mekanda yalnızca tek bir parti yapılma olasılığı olduğunu duymuştuk ve bu parti açılıştan bir hafta kadar sonra olacaktı. Yerleştirmeler esnasında öğreniyoruz ki, böylesine stabil bir sergiyi partiler nedeniyle dört kez toplayıp, dört kez yeniden kurmamız talep ediliyor. Tümüyle ticari kaygıların neden olduğu bir müdahale. Bundan daha büyük sorun olan şey ise ilk toplanmanın açılıştan 24 saat gibi kısa bir süre sonra talep edilmesi ve müdahalenin şekli. Ertesi gün akşam saatlerinde daha önce görmediğim birileri sergi mekanına girip sanatçılara ve işlere ait etiketleri yırtarak duvarlardan sökmeye başladılar. Ardından, “bu etiketleri çift taraflı bantla duvara asmanın yasak olduğunu bilmiyor musunuz?” diye bana çıkıştılar. Kibar bir dille “eğer o etiketleri bizim kendi yöntemlerimizle demonte etmemize izin verirlerse sandıkları gibi duvara hiçbir zarar gelmeyeceğini, bunun bizlere ait bir sorumluluk olduğunu” hatırlattım ve devam etmelerini engelledim. O andan sonra, sergide benden dolayı yer alan iki sanatçının işini daha dikkatle demonte edip kendi stüdyoma taşıdım. Öyle bir ortamda, sergi için çağrı yaptığım diğer sanatçılara ait işleri bırakmam söz konusu olamazdı. Her şeyin çok ani gelişmesiyle yaşanan kısa bir iletişim kopukluğunun ardından diğer sanatçılarla kendi aramızda görüştük ve durumu izah edebildim. Bizden talep ettikleri portatifliğin prodüksiyon olarak gerçekleşmesi söz konusu olamazdı zaten. En azından başında bunu bilseydik daha az stabil bir sergi kurgulayabilirdik. Benden dört kez kaldırıp kurmamı istedikleri yerleştirme 365 parçadan oluşuyor mesela…
MÜ: O halde bu durum aslında “sergiden geri çekilmek” dahi değil?
TS: Gayet tabii değil. !f İstanbul bunu sergiden geri çekilmek diye anlıyor ve öyle yansıtıyor. Bir sergiden geri çekilmek böyle olmaz. Bütün sanatçılar bir araya gelir, ortada ne gibi sorunlar var konuşulur, tartışılır, ortak bir karara varılır. Ondan sonra topluca hareket edilir. Geri çekilme varsa, bunun nedenleri üzerine yazılır, ortak bir açıklama yapılır. Bizimki kaba bir tabirle kovulmak, kibar bir tabirle terk etmek zorunda bırakılmak oldu. Bu şartlarda kim nereden, neden geri çekiliyor? Bunun tek doğru tanımı; “işleri yeniden yerleştirmemek” olabilir ancak. Ne !f İstanbul’dan ne de The Hall’den tek bir yetkili benimle bir telefon görüşmesi dahi yapıp durumu izah etmeye gerek duymadı. Ortada tanımadığım iki adam, burayı biz kiraladık tavrıyla içeriye girip etiketleri yırtıyor ve hızla boşaltılsın diyor. Tek duyduğum açıklama bu. Çok değil bir sene sonra karşı evlerde çalışanların da büyük bölümü orada olmayacak artık. Bu anlamda serginin başına gelenlerle, serginin davasının başına gelenler çok yakın şeyler. Bu tip mekanlarda işleyişin böyle olduğunu zaten biliyorduk. Kendi adıma kestiremediğim şey, herkesin bu kadar pasif kalması ve adına “yetkili” denilen hayaletlerin, artık hayaletlerinin dahi o sırada mekanda bulunmaması oldu.
MÜ: Türkiye’de, müze ve galeriler dışında gerçekleşen birçok kamusal serginin başına gelme potansiyeli olan hayli yüksek bir risk çıtası bu.
TS: Türkiye ile sınırlamak istemiyorum. Kaldı ki, bugün hala onlarca ülkede böyle bir sergiyi açmana dahi izin vermezler. Dünyanın herhangi bir yerinde de bu olabilir. Ancak bunun adı bağnazlık olur, saldırıya uğradı dersin ve “saldıran” ile böylesine girift bir ilişkin söz konusu olamaz. Buradaki sorun, sanatın gördüğü muamele ile ilgili. Kimse kimsenin disiplinine karşı bu kadar rahat olmamalı. Kimse kimseye bu hakkı tanımamalı. Açılışa saatler kala sergi mekanının tavanından !f İstanbul logoları sallanmaya başladı mesela. Eğer işlerini gösterdikleri yönetmenin filmi üzerine bu logoyu koyamıyorlarsa, bizlerin mekan üzerine kurguladığımız bir serginin tepesinden de bu logoları sallandıramayacaklarını izah ettim. Yönetmene yapamadıkları bir münasebetsizliği, sanatçılara neden yaptıklarını sordum. Dinleyen kim, ben bir tarafta konuşuyorum, diğer tarafta rengarenk !f logoları asılmaya devam ediyor. Görev o ya, o an herkes işini yapıyor ve benimle iletişime geçilmiyor. O noktada patlıyorsun mesela. O anda hayat boyu kaçtığın ne varsa tepene biniyor çünkü. Ben gider belediye ile sergi yapmasını da bilirim değil mi? Neden yapmıyorum, o logoyu tepemde istemediğim için. Holocaust mantığı üzerinden şekillenen bir sergide o bayrakların yaratacağı etkiyi hazmetmen mümkün değil. Son anda sana bu dayatılabiliyor. Son anda sana bu sergiyi dört kez kurup dört kez kaldırman gerektiği dayatılabiliyor. Bundan şikayetçi olduğunda ise o ana kadar yüzünü hiç görmediğin bir “yetkili” karşına dikilip “bana işimi sen öğretemezsin!” diye çıkışabiliyor ancak. Başa dönersek, bunlar hali hazırdaki potansiyel kaygıların reçetesi zaten. Sanat mekanlarından çıkmak büyük bir riski de almış olman demek ve bazen riskin ciddiyetini son ana kadar kestiremeyebilirsin. Çünkü orada sergi yok artık, orada sanat da yok, zincirleme bir menfaatler düzeneği ve sen bunun formalitesi oluyorsun. Orada güçler birleşmiyor, güçler yarışıyor. Karşılıklı anlayışın ya da toleransın değil, hegemonyanın irade sahibi olduğu bir işleyiş bu. Bu açıdan çok sıkıcı tabi. Çünkü sen tüm şeffaflığınla oradasın. Misafir edilmek üzere çok hassas olduğun bir konu üzerinden oradasın. Böyle ev sahipliği yapılmaz. Ev sahibi, misafire oranla toleranslı olması beklenen pozisyondadır. Bizde tam tersi oldu.
MÜ: Bu tip deneyimleri paylaşma konusunda birçok sanatçının çekinceleri vardır aslında. Sayısız aksilikle mücadele ettiğimiz şartlar altında, bir türlü bir araya gelip bunları konuşamamak – kayda geçirememek bir diğer büyük sorun. Halbuki birbirimizden habersiz farkı köşelerde bir çoğumuz benzer şeylerin mücadelesini veriyoruz. Kayda geçirmek, aslında bir daha yaşanmaması için de önemli bir etken iken sence bu neden yapılmıyor?
TS: Söylemde herkes yapı-bozumundan bahseder burada. Ancak bireylerin kişisel pratiklerine geldi mi görürsün ki herkes hayli yapısalcıdır. Kimse kendi süreci ile ilgili olumsuzlukların konuşulmasını istemiyor. Herkes yalnızca ve yalnızca başarılardan bahsetme taraftarı. Böyle bir ortamda, birbirimiz adına sayısız yıkıma zemin hazırlıyoruz aslında. Benim yaşamım boyunca başıma böyle bir şey hiç gelmedi, ortaya koyduğum hiçbir yapıt bu muameleyi görmedi. Şu gün başıma bunlar geldi ise bu yine beni bağlayan bir sorun değil, beni bağlayan tarafı bunu paylaşmaktır. Bundan dolayı sıkıntı duyması gereken ben değilim. Çünkü öyle bir ortam var ki, herkes kendisini bir diğerine bir şeyleri lutfetmiş hissediyor. Aslında herkes birbirine katkıda bulunuyor. Ben böylesi bir konuda dahi The Hall’e de, !f İstanbul’a da katkıda bulunmanın yollarını aradım ve araştırdım. Davetiyesini bile kendi cebimizden bastırdığımız bir sergi bu. Bunu karşılıklı bir katkı değil, bizlere sunulmuş bir armağan sandılarsa eğer bu benim arazım değil. O tarafın arazı. Arazlar üzerine de konuşabilmek gerekir. Zaman zaman kötümserliği de örgütleyebilmek gerekir. Bunları kendi aramızda dedikodu mahiyetinde konuşmak çok işlevsiz. Burada kalıplaşmış bir işleyiş var ve bu işleyişin gerçekten değişmesini istiyorsak hepimiz biraz konforumuzdan ödün vereceğiz demektir. Nakka! gibi bir sergiden bu tavır zaten beklenirdi. Yapısı gereği zaten o kurumlarla uzlaşmaya değil, çatışmaya gelmiş bir potansiyeli de vardı. Zaten canımız burnumuzdaydı. Açılış gecesi dahi çok beklenmedik problemler çıkabilirdi, ben bunların hepsine hazırlıklıydım. Ancak bundan çok daha riskli bir sürekliliğe ikna olmuş haldeyiz. Yapılan sergilerin ve bu sergilerin yarattığı başarıların değil, yapılamayan sergilerin ve maruz kaldığımız olumsuzlukların muhataplarının yer aldığı bir veri tabanımız hala yok. Beni asıl bu zeminsizlik korkutuyor.
Link: http://www.boltart.net/nakka-nasil-nakka-oldu/
24 Şubat 2010 Çarşamba
13 Şubat 2010 Cumartesi
Acıma Bak!
Konu, başkalarının travmalarına bakmak olduğunda “acıya bakanın” ve “acısına bakılanın” toplumsal pozisyonu hemencecik psiko-stratejik bir işlev kazanır. Bu pozisyon, hangi acının ya da hangilerinin acılarının, acılar hiyerarşisinde daha yüksek bir mertebede yer alacağının belirleyicisidir. Dünya genelinde “ciddiyetine” ikna olunmuş bir Yahudi Holocaust’u bütün ziyaretçileri için hayli derin anlamlar içerirken, Nazi Almanyasında aynı deneyimi paylaşmış olan Çingenelerin ve eşcinsellerin acıları, “bakanların” sosyal konumlanmalarına göre kolaylıkla daha hafife alınabilir. Bazen, yok sayılabilir. Yaşandığı coğrafyada siyasal gayri ciddiliğin ikonuna dönüşen Ermeni Soykırımı gibi. Travmadan hayli muzdarip bir Yahudi toplumunun, Gazze’de başına bombalar yağan Arapların çilelerini televizyon başında milli maç heyecanıyla seyretmesi gibi. Filistinli Arapların, 11 Eylül saldırılarını sokaklarda sevinç gösterileriyle kutlamaları gibi. Bu çarpık denklem uzar. Hepsinin ucu birbirine değer. Ve kendisini, kendi vicdan girdabında sonsuz kez yeniden üretebilir.
Son yıllarda böylesine kutsanmış olması apayrı bir disiplinin tartışması elbet, fakat vicdan, öğrenilmiş bir tinsel refleks olarak vicdan sahibinin birseysel seçiciliğine göre her koşulda rasyonel işleyen bir olgu değildir. Bireysel vicdanlardan, kitlesel vicdanlara seslenilen bir dünya da, vicdani seçiciliklerin toplumsal ikiyüzlülüğe hazırladığı tartışılmaz zemin, tartışılır olmalıdır. Sıra arkadaşına “seni seviyorum” notu bırakan 12 yaşındaki Meryem’in, bu durumu vicdanına yediremeyen babası tarafından kurşunlanması ve sayısız namus cinayetinin altında yatan aile vicdanları göz ardı edilmemelidir. İstiklal Marşını okurken gözyaşlarına boğulan “Rum Kızı” Marina’nın, Ergenekon Çetesine kaptırdığı milli vicdanı göz ardı edilmemelidir. Türk hükümetinin, Ermeni Soykırımını tanımama bahanelerinin başına son 20 senedir “toplumsal vicdan” argümanını eklemlemesi göz ardı edilmemelidir. Uzun bir listedir bu haddini aşan vicdanların nankörlüğü. Ve en yerinde bahşedildiği konularda dahi vicdan, gerektiğinde geri alınmak üzere ödünç bırakılmış bir emanettir. Mağduriyet pozisyonunun birazcık değiştiği görüldüğünde, tersine işleme konusundaki manevra kabiliyeti hayli güçlü bir emanet.
Böylesi bir arkagörüden, toplumsal pramidin en alt köşesindekilerin yaşam mücadelelerine yöneldiğimizde karşımıza, kendisine bahşedilmeyen vicdanları içeriden ters köşe eden bir başka mekanizma çıkar. Burada bahsi geçen bir vicdan değil, daha çok bir vicdan ironisidir artık. Travma, bazılarının yaşam pratiklerinde içselleşmiş bir süreklilik olarak kanıtsanır. Bu türden bir travma, kendi acısına bakan tarafından dahi şüpheli görülmektedir. Türkiye’de yaşamını sürdüren travesti ve transseksüel bireylerin çok azı 50’li yaşlarını görebilirler. Bundan, bazen de gülümseyerek bahsederler...
Aşiyan’da Toplu Mezar İstiyoruz!
Photo by: Deniz Erol
9 Şubat 2010 Salı
8 Şubat 2010 Pazartesi
7 Şubat 2010 Pazar
NAKKA! Program
11 Şubat 2010 tarihinde saat 19:00'dan itibaren The Hall'ın farklı mekanlarında başlayacak olan NAKKA! program listesi;
19:00 / NAKKA! Sergi Açılışı
19:30 / TGH (Travesti Gerilla Hareketi) Basın Açıklaması
20:00 / Esmeray Özel Gösterim
20:20 / HaZaVuZu Koro Programı: Yan Sanayi
21:00 / Ozan Garip - Senede Bir Gün
Harbiye Kızları / by Güneş Terkol
Tüylü Dilli Kadın Portresi / by Güneş Terkol
Otomobil Uçar Gider / by Güneş Terkol
Ozan Garip - Electro Performance / Dont Panic! Im Islamic!
Tarlabaşı Şenol Birahanesi'nin emektar şantörü Ozan Garip, 11 Şubat gecesi electro sazı ile saat 21:00'da The Hall Sahnesinde olacak! (Nakka! ve HaZaVuZu'nun katkılarıyla)
"travestiler; dünyanın bu kadar kötü bir yer olmasında payı en az olan insanlardır. buna karşın, dünyanın bütün kötülükleri ve nefretiyle karşı karşıya kalan, tüm diğer 'normal' ve 'masum' insanların korkuyla baktıkları, hayatı en ağır koşullarıyla yaşayan insanlardır.
ve öncelikle, - insan - lardır. çoğu zaman kimse farkında olmasa bile..."
19:00 / NAKKA! Sergi Açılışı
19:30 / TGH (Travesti Gerilla Hareketi) Basın Açıklaması
20:00 / Esmeray Özel Gösterim
20:20 / HaZaVuZu Koro Programı: Yan Sanayi
21:00 / Ozan Garip - Senede Bir Gün
Harbiye Kızları / by Güneş Terkol
Tüylü Dilli Kadın Portresi / by Güneş Terkol
Otomobil Uçar Gider / by Güneş Terkol
Ozan Garip - Electro Performance / Dont Panic! Im Islamic!
Tarlabaşı Şenol Birahanesi'nin emektar şantörü Ozan Garip, 11 Şubat gecesi electro sazı ile saat 21:00'da The Hall Sahnesinde olacak! (Nakka! ve HaZaVuZu'nun katkılarıyla)
"travestiler; dünyanın bu kadar kötü bir yer olmasında payı en az olan insanlardır. buna karşın, dünyanın bütün kötülükleri ve nefretiyle karşı karşıya kalan, tüm diğer 'normal' ve 'masum' insanların korkuyla baktıkları, hayatı en ağır koşullarıyla yaşayan insanlardır.
ve öncelikle, - insan - lardır. çoğu zaman kimse farkında olmasa bile..."
4 Şubat 2010 Perşembe
Acıma Bak!
Toplu Mezar / 365 Gül’ü neden bıraktım?
Konu, başkalarının travmalarına bakmak olduğunda “acıya bakanın” ve “acısına bakılanın” toplumsal pozisyonu hemencecik psiko-stratejik bir işlev kazanır. Bu pozisyon, hangi acının ya da hangilerinin acılarının, acılar hiyerarşisinde daha yüksek bir mertebede yer alacağının belirleyicisidir. Dünya genelinde “ciddiyetine” ikna olunmuş bir Yahudi Holocaust’u bütün ziyaretçileri için hayli derin anlamlar içerirken, Nazi Almanyasında aynı deneyimi paylaşmış olan Çingenelerin ve eşcinsellerin acıları, “bakanların” sosyal konumlanmalarına göre kolaylıkla daha hafife alınabilir. Bazen, yok sayılabilir. Yaşandığı coğrafyada siyasal gayri ciddiliğin ikonuna dönüşen Ermeni Soykırımı gibi. Travmadan hayli muzdarip bir Yahudi toplumunun, Gazze’de başına bombalar yağan Arapların çilelerini televizyon başında milli maç heyecanıyla seyretmesi gibi. Filistinli Arapların, 11 Eylül saldırılarını sokaklarda sevinç gösterileriyle kutlamaları gibi. Bu çarpık denklem uzar. Hepsinin ucu birbirine değer. Ve kendisini, kendi vicdan girdabında sonsuz kez yeniden üretebilir.
Son yıllarda böylesine kutsanmış olması apayrı bir disiplinin tartışması elbet, fakat vicdan, öğrenilmiş bir tinsel refleks olarak vicdan sahibinin birseysel seçiciliğine göre her koşulda rasyonel işleyen bir olgu değildir. Bireysel vicdanlardan, kitlesel vicdanlara seslenilen bir dünya da, vicdani seçiciliklerin toplumsal ikiyüzlülüğe hazırladığı tartışılmaz zemin, tartışılır olmalıdır. Sıra arkadaşına “seni seviyorum” notu bırakan 12 yaşındaki Meryem’in, bu durumu vicdanına yediremeyen babası tarafından kurşunlanması ve sayısız namus cinayetinin altında yatan aile vicdanları göz ardı edilmemelidir. İstiklal Marşını okurken gözyaşlarına boğulan “Rum Kızı” Marina’nın, Ergenekon Çetesine kaptırdığı milli vicdanı göz ardı edilmemelidir. Türk hükümetinin, Ermeni Soykırımını tanımama bahanelerinin başına son 20 senedir “toplumsal vicdan” argümanını eklemlemesi göz ardı edilmemelidir. Uzun bir listedir bu haddini aşan vicdanların nankörlüğü. Ve en yerinde bahşedildiği konularda dahi vicdan, gerektiğinde geri alınmak üzere ödünç bırakılmış bir emanettir. Mağduriyet pozisyonunun birazcık değiştiği görüldüğünde, tersine işleme konusundaki manevra kabiliyeti hayli güçlü bir emanet.
Böylesi bir arkagörüden, toplumsal pramidin en alt köşesindekilerin yaşam mücadelelerine yöneldiğimizde karşımıza, kendisine bahşedilmeyen vicdanları içeriden ters köşe eden bir başka mekanizma çıkar. Burada bahsi geçen bir vicdan değil, daha çok bir vicdan ironisidir artık. Travma, bazılarının yaşam pratiklerinde içselleşmiş bir süreklilik olarak kanıtsanır. Bu türden bir travma, kendi acısına bakan tarafından dahi şüpheli görülmektedir. Türkiye’de yaşamını sürdüren travesti ve transseksüel bireylerin çok azı 50’li yaşlarını görebilirler. Bundan, bazen de gülümseyerek bahsederler...
Aşiyan’da Toplu Mezar İstiyoruz!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)