29 Nisan 2011 Cuma

Ai Weiwei ve Sunflower Seeds üzerine küçük bir hatırlama.


Ai Weiwei, Tate Modern'in geçtiğimiz sezon gördüğü en sükseli açılış olan son solo show'u Sunflower Seeds'in özel gösteriminde gerçekten mutluydu. Genç karısı ve ondan olan bebeği ile açılış boyunca neredeyse bir futbol sahası büyüklüğündeki sergi mekanında mekik dokudu. Bebek arabasını milyonlarca ayçekirdeğinin üzerinde dolaştırdı, hız yaptı, şakalaştı, gülümsedi, kahkaha attı, sonra her bir hayranı ile üşenmeyip saatlerce teker teker poz verdi. Neredeyse herkesle konuştu... Normalde bir "Çinli" ve bir "sanatçı"dan beklenmeyecek kadar "kabadayı", deyim yerindeyse Samurai ruhlu sert mizaçlı birisi Ai Weiwei. Sizde uyandırdığı ilk izlenim, onun çok güçlü birisi olduğu, ardından sanatçı olduğunu düşünmeye başlayabiliyorsunuz. Ben daha önceki günlerde ve sonrasında - tesadüfi karşılaşmalarımızın hiçbirisinde - gülümsediğini ve etrafındakilerle iletişim kurduğunu görmedim. Bizim de yanyana bir fotoğrafımız olacak o geceden, fakat gerçek imaj klasörüm İstanbul'daki stabil bilgisayarımda kaldığı için şimdi hepsine ulaşamıyorum.. Bu yüklediklerim facebook albümlerinden.

Bu özel gösterimin ertesi günü, yani serginin gerçek anlamda kamuya açıldığı gün, Tate Modern yönetimi bir gün önce üzerinde rahatça gezilen, yatılan kalkılan, yenilen içilen, dilendiği kadarı ceplere doldurulan yerleştirmenin girişini "toz" ürettiğini gerekçe göstererek barikatlarla kapattı. Yetmezmiş gibi başına güvenlik görevlileri dikti. Bu, Tate Modern'in o sezon sergilerinin hiçbirisinde karşılaşmadığımız bir sertlikti. O özel gösterimde, işin özü gereği yanına avuç avuç çekirdek alabilen bir grup "şanslı" davetlinin arasında bulunduğum için halime şükretmekle yetindim. O hafta tüm Londra bu serginin yarattığı spekülasyonu konuşmaya başladı. Etrafta sayısız dedikodu dolaştı. Metro gazetesi de dahil birçok gazeteye manşet oldu. Olaydan iki hafta kadar sonra herşey açığa çıktı. Bu büyük yapıtı hiç riske sokmayıp bizzat Tate Modern satın almıştı ve sergi sonrası yerleştirmeyi 30'ar çekirdeklik küçük kavanozlarda souvenir yapıp, kavanozunu 600 Pound'dan kendi mağazasında satışa çıkartacaktı. Toz bahane edilerek gerçekte, her biri el yapımı olan porselen çekirdeklerin "çalınma riskine" karşı güvenlik önlemi alınmıştı.. Yani ben yanıma aldığım 100'e yakın çekirdekle farkında olmadan değeri 1.800 Pound'a ulaşan küçük çaplı bir işe sahip olmuştum. Halbu ki işin başında bu böyle konuşulmuyordu. O üretim, başka bir armağan, paylaşım ve dolaşım değerine sahipti.

Ai Weiewi'nin yaşadıkları bir kez daha çok üzücü ve onur kırıcı. Çin Hükümeti ile arasındaki kronikleşen problem apayrı bir tartışmanın boyutu belki.. Onu tüm kampanyalarda sonuna kadar destekliyor ve yanında olmaya çalışıyorum. Hiçbir gerekçe, onun maruz kaldığı türden bir şiddet'e mazaret olamaz. Çin Hükümetini bir aya yakındır elimden gelen tüm mecralarda kınıyorum.

Diğer yandan, o hafta boyunca benim aklımda hep şu sorular dolaştı;

* O çekirdeklerin üretim maliyeti olarak Çinli işçilere trajikomik bir ödeme yapılırken, Tate Modern'in öylesine kritik bir yerleştirmeyi tüm açgözlülüğü ile kurumsal ekonomik çıkarlarına alet etmesine Ai Weiwei nasıl tolerans gösterebildi?

* Ai Weiwei bu satış sonrası Çin Hükümetine ve senelerce çalıştırdığı Çinli işçilere karşılık Çin Maliye Bakanlığına "işveren" olarak bir vergi borcu hissediyor mu?

* "Doğulu sanat" üretimi, Batılı sanat kurumları içerisinde tam da böylesi bir ticari riskin altında ezim ezim ezilirken, şimdi bu olanlar neyin ironisiydi?

* Eğer milyonlarca parçadan oluşan bir yerleştirme, 30'arlı kutularda metalaşıp "ürün" olarak satışa sunulacak ise, bu durum Çin Devletinden sanat kotası altında gemiler dolusu "mal" kaçırmak olmuyor mu?

* Tate Modern ilk başta yalnızca sergileyicisi olduğu bir eseri, özel gösterimden bir gün sonra nasıl apar topar satın alabiliyor ve kendi mülküne geçirip kamuya kapatabiliyor? Müze etiği açısından bu bir paradoks değil mi?

Bir dip not olarak; o günlerde Ai Weiwei'nin kendi yapıtına karşı sergilediği bu tavır biraz şaşırtıcıydı.. Böylesi bir "ticari uzlaşmaya" bana kalırsa hiç ihtiyacı yoktu. O hafta boyunca Londra medyasının bir bölümü ve eleştirmenler tarafından popülist olmakla ve kendi üretimini metalaştırmakla çok fazla suçlandı. Bu eleştirilere hiçbir yanıt vermedi.










26 Nisan 2011 Salı

Büyük Şiir

Hello Türkiye, kim var kim yok orda?
Çok özledim, laf aramızda...

25 Nisan 2011 Pazartesi

Kazara 24 Nisan.


Bu 24 Nisan'ı, Beyrut'da karşılamak varmış kaderde.. Kader diyelim. 24 Nisanların, en ihtişamlı ve en geleneksel kutlandığı bu mübarek şehirde. Evimin alt sokağında, diaspora Ermenilerinin en büyük kültür kurumlarından Haigazian Üniversitesi. Onun iki sokak çaprazında, 1960'lı yıllardan itibaren Ermeni entelektüellerin en kalabalık gençlik örgütlerine ev sahipliği yapan Beyrut Amerikan Üniversitesi. Haftalar öncesinden başlayan büyük hazırlıklar. Büyük konferanslar, büyük yürüyüşler, büyük kalabalıklar... Sabah 80:30'da Antelias şehrindeki Kilikya Katolikosluğu'nun hazırladığı dini törenle başlayıp, soykırım sonrası hayatta kalan Anadolu kökenli Ermenilerin zamanında bir mülteci kampı olarak Beyrut'un eteğinde kurdukları Bourj Hammoud mahallesinde büyüyen ve oradan kentin tümüne yayılan bir hava. Köşe başlarına, penrece önlerine paket paket bırakılmış yemekler. Sokaklara mümkün olduğunca fazla yemek ve yemiş bırakılıyor bugün. Açlığın ne olduğu çok iyi hatırlandığı için, açlara ulaşsın diye, aman, kimse bugünü aç geçirmesin diye... Sokaklara bırakılan o taze yemek ve yemişlerle doyuruyorum karnımı. Ermeni tarihinde açlık ve sefalet, bugünden başlıyor. Böylesi bir karşı takdimle lanetleniyor. Bugün Beyrut'un doksan altıncı 24 Ninsan'i. Hep aklımda o soğuk yanıt, Türkiye'nin sıfırıncı.

Üzerimde tuhaf bir bitkinlik var sabahtan beri. Boşalmış gözlerle izliyorum etrafımı, sanki herşey havada asılı. Konferanslarda konuşulan herşey havada, kiliselerden yükselen ayinlerin tümü havada, özgürlük meydanına doğru atılan adımların hepsi havada, birçoklarının hakim olamadığı gözyaşları havada, yaşlıların ellerindeki Osmanlıca tapu senedleri havada... Hepsinin yanıtı bende sanki. Dile gelmiyor, getiremiyorum. Arkam boş çünkü. Başı sonu belirsiz hümanist mavralarla yalancı duruma düşmektense, konuşmamayı tercih ediyorum bu kez. Arkam, gerçekten çok boş çünkü. Kimseyi temsil edebilecek halde değilim ben bugün. Yer yer mideme saplanan psikolojik kramptan dolayı etrafımdakilere hissettirmeden kıvranıyorum. Beyrut 24 Nisan'ı anımsıyor, ben kalabalığın ortasında utancımdan küçülüyorum. Yiyecek tırnağım kalmamış. Bana 96 yıldır bu işgenceyi çektirenlerin Allah bin belasını versin. Durum bu.

Gün boyu aklım Türkiye'de. Çünkü biliyorum ki, burada havada asılı kalan şeyi ete kemiğe büründürebilmenin tek yanıtı Türkiye'de. Çünkü biliyorum ki, dışarıdan çıkabilecek hiçbir ses, 96 yıldır Türkiye'den beklenen sesten daha kayda değer değil. Çünkü biliyorum ki, bugün burada olup bitenlere Türkiye'den eşit ölçüde bir kitlesel destek gelmediği sürece, buranın tek başına hiçbir anlamı yok. Çünkü biliyorum ki, 24 Nisan 1915'in sadece Ermenilerin değil, bizzat Türkiyelilerin problematiği olduğunu ve bugün bu meseleye herkesten çok Türkiyelilerin odaklanması gerektiğini oradan haykırmanın önemi çok büyük. Nihayetinde ne olmuş ise Anadolu coğrafyasında olmuş ve çözüme ulaşabileceği yegane yer, yine orası. Beyrut, havada.

Bu sene Türkiye'nin 4 ayrı kentinde buluşma olacakmış. Facebook grubuna koca ülkeden 500 kişi attending diyebilmiş. Bir kör kuyuya taş attım, gelin bakın desem, havada karada 500 kişiyi toplardım heralde. O 500 kişinin yarısı da, grubu manipule etmek için orada. Geçen seneki yerli cinslerden farklı olarak, bu sene Azerbaycan'dan Türkçe okuyup yazmakta dahi güçlük çeken yeni "Türk Milliyetçileri" ithal edilmiş. Yarı Kril alfabesi, yarı Türkçe hakaret ediyorlar herkese. Çoğu kez "İrmeni" diyorlar. Bu zaten hakaretlerin en büyüğü olduğu için çok derinlemesine okuyup yazmalarına da gerek kalmıyor.

Tek bir cenaze merasiminde yüzbinler olabilen bizler, 1,5 milyonun anısına köpeklerle karışık topu topu 500 kişi olabilmişiz. Her konuda türlü duyarlılıklar geliştirip, türlü yürüyüşler formülize edebilen bizler, kimsenin hiçbir mazereti olmayan bir Pazar günü hem de saat 17:00'da gerçekleşecek bir anma törenine, gidemeyecekmişiz. Demokrasiyi ağzımıza ciklet ederken kitle refleksini göklere çıkartan bizler, o meydanı bir anda 50 bin kişi ile doldurmanın sürece ne yönde etki edebileceğini, umursamamışız. Evet, galiba bir soykırım olmuş fakat 24 Nisan sadece Ermenilerin kendi aralarında kutladıkları bir "bayram" imiş.. Varsın olsun. Alışığız. Plajda götünü aydınlatmak dışında hiçbir yerini aydınlatamayan Türkiyeli aydın prototipinin genel tavrıdır. Toplumsal ikiyüzlülüğün "aydınlık versiyonudur", biliriz. Durum bu.

Nihayetinde 20 milyon nüfuslu İstanbul'da sağ ve sol kesimden faşistlerin karşı eylemleri altında topu topu birkaç yüz insan evladı biraraya gelip diz çökebilmiş. 2 milyon nüfuslu Beyrut'da, adeta olağanüstü hal ilan edilip onbinler sokaklara taşmış. İşte, SOYKIRIM budur. Soykırım denilen hadisenin sonrası, tamı tamına böyle birşeydir. Yarattığı "hiçlik" buna benzer. Hiç eder, koca koca ruhları. Hiç'e çevirir, koca koca yürekleri. Bir tarafı ağlatır, öbür tarafı susturur. Bir tarafta hatırlanır, öbür tarafta unutulur. İşin özü budur.

Bir kez daha, tüm sahneleri görmüştüm. Fotoğrafları yanyana koymuştum. Kalbim çok kırılmış. Yemekten tırnağım kalmamış. Asabım bozulmuş. Çok sigara içmişim. Düşmüşüm. Biraz Arak, biraz buzum var, yanına peynir alıp geçmişim laptopumun başına. Derken..

Ve Sevag öldürülmüş. Batman'da asker Sevag. Her T.C vatandaşı gibi, vatani zorunluluğunu yerine getirmek üzere orada. Nasıl olmuşsa, bir 24 Nisan sabahı askeriyede şaka olmuş. Diğer askerler, şakalaşmışlar bu Ermeni genciyle. Tetiği çeken kişinin kimliği dahi bilinmiyor henüz, fakat nasıl oluyorsa şakalaştığı biliniyormuş. Şakalaşılmış. Herkes eminmiş. Asıl bu kez dona kaldım monitörün başında; bu neyin şakasıydı şimdi? Sevag Şahin Balıkçı, kaça göçe Türkiye topraklarında bir avuç kalan Ermeni toplumunun bu 24 Nisan sabahi katledilen son kurbanı. Sevag, soykırım(lar)ın nasıl da farklı kollarda süregiden sistemli bir devlet politikası olduğunun bizlere en büyük kanıtı. Bu kara armağan karşısında, Taksim Meydan'daki merasimi birkaç yüz kişiye mahkum eden Türkiyeli aydınlar, otursun bir daha gözden geçirsinler şimdi sahte önceliklerini.

24 Nisan 1915 temsilidir dostlar. Ermeniler, 18. yüzyıldan başlayıp bugüne uzanan bir süreç dahilinde önce Osmanlı İmparatorluğu, ardından Türkiye Cumhuriyetinin resmi devlet politikaları gereği sistemli olarak katledilmişlerdir ve katledilmektedirler. 24 Nisan temsilidir dostlar. Onu ağzına alan, hergün katledilir. 24 Nisan temsilidir dostlar. Onun arkasında duran, hayat boyu mahkum edilir. 24 Nisan temsilidir dostlar. O gün adı Sevag olan ile, şakalaşılır. 24 Nisan, kimsenin yalnız bırakılacağı gün değildir. 24 Nisan, eşi dostu itin köpeğin önüne atacak gün değildir. 24 Nisan temsilidir. Ve Onun, temsili dahi cinayet nedenidir. SOYKIRIM budur.

19 Nisan 2011 Salı

RePLACE BEIRUT Workshop

Between April 1-10, 2011, rePLACE will organise a workshop at 98 Weeks research/project space to investigate and elaborate upon the tours submitted by rePLACE BEIRUT participants. The online collection of routes will be the jumping off point to (re)experience the city via the stories and routes of the people living here, creating a series of visual and historical investigations into the placeness of the city's inhabitants. Workshop participants will follow the submitted routes, documenting and recording with video, photography and sound their observations as led through the words of our guides, and selected points from certain routes will be chosen as 'landmarks' for further research.

The rituals of everyday life trace regular paths along streets and through buildings, organising the solids and voids of the built environment into narratives and patterns of association. Complicated by memory and social rituals, our experience of the city is of a dynamic place, a stage for public performances and private tragedies, of significant moments and the incredibly mundane. The habits, rituals, and actions of its population, the lived experiences within the city define it as something that is always current, always in constant, random movement.

rePLACE BEIRUT begins by a public invitation to reconsider the city as an active process of documenting time and place inseparable from our everyday, lived experience. Your participation is requested as a singular contribution towards an alternative, collective understanding of how the city both literally and metaphorically vibrates, or where 'the beaten track' runs rich with/counter to personal knowledge, memory and cultural myth.

Through the various stages of the project, rePLACE seeks to provide a way to understand the city, not only through its built spaces, but in the ways its residents are interacting with it in their daily lives – the routes we follow and the moments where these routes cross, overlap or run tangent to each other. This is foremost a reconsideration of history and image-making outside of our traditional understandings of these terms, where forms of heritage preservation can go beyond passive historicisation and generate living processes to actively celebrate the city-in-flux.

Participate now by submitting your own route online at http://beirut.re-place.info

rePLACE is a project initiated in 2007 by PROGRAM and Transit Lounge. rePLACE BERLIN and rePLACE BEIRUT are supported in 2011 by the Anna Lindh Euro-Mediterranean Foundation for the Dialogue between Cultures, Prince Claus Fund for Culture and Development, the Arab Image Foundation, and PROGRAM. rePLACE BEIJING is supported by HomeShop. For more information please visit www.re-place.info or contact: mail@re-place.info





























15 Nisan 2011 Cuma

Terzinin Hayali - ARTUNLIMITED / Röportaj: Sinejan Kılıç





Tayfun Serttaş ile 23 Şubat 16 Mart tarihleri arasında Apartman Projesi’ndeki yeni solo sergisi “Terzinin Hayali”nden yola çıkarak, bir kentin hayalleri, arşivleri ve olası hatırla(n)ma biçimleri üzerine konuştuk.


Sanatçı, yazar ve sosyal bilimci Tayfun Serttaş yurtiçi ve yurtdışında görünürlük kazanan çarpıcı projeleriyle günümüz sanatına farklı bir sorumluluk kazandırmak üzere çalışan isimlerden. Yakın tarihin toplumsal kesintileri ve bunun birey, kimlik ve kültür denkleminde yarattığı etkiyi disiplinlerarası bir perspektifte araştıran sanatçı, sosyal bilimler ve günümüz sanatı arasında deneysel anlatıdan beslenen bir görsel dil kurguluyor. Bu dil bağlamında kişisel arşivlerden, video kayıtlarına, fotoğraf stüdyolarından, süreli yayınlara uzanan çok geniş bir bilgi - belge alanı üzerinde dokümanter metodlarla çalışarak farklı sunum tekniklerini birarada kullanıyor. Böylelikle, bireylere kolektif bellek olarak dayatılan “neyi, nasıl hatırlamamız gerektiğine” dair anlatıyı bir yaptırım olmaktan çıkartıyor. Modern toplum tekeline dayalı normatif hafızayı çeşitli katmanlarda sorgulayan Tayfun Serttaş ile günümüz şartlarında “hikayeyi baştan yazmanın” olasılıkları üzerine konuştuk;

SİNEJAN KILIÇ

S.K: Yeni sergine geçmeden önce üretimlerinle ilgili genel bir çerçeve çizmek yerinde olacak. Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir alanda çalışıyorsun. Öncelikle arşiv alanındaki araştırmalarının içeriğinden bahsedebilir misin?

T.S: Arşiv hayli geniş bir tanım. Ben daha spesifik olarak görsel arşivlerle çalışıyorum. Bu süreç, farklı disiplinlerden beslenen geniş bir uzmanlık alanı gerektiriyor. Fotoğraf stüdyoları, bizdeki gibi tarihsel kesintilerin toplumsal hafızayı derinden etkilediği lokaller için önemli mecralar. Her bir fotoğraf stüdyosu, kültür, kimlik ve temsiliyet alanına ilişkin - çoğu kez bilinçsiz olarak - ciddi bir külliyat yaratır. Bu arşivlere yıllar sonra döndüğümüzde, yanlızca o günün şartlarına özel değil, bugünün toplumsal karakterini de oluşturan sayısız bilgiye ulaşırız. Stüdyo fotoğrafının, tüm diğer sanat alanlarına oranla çok daha demokratik bir kullanıma sahip olması benim açımdan çekiciliğini arttırıyor. 1980’li yıllara kadar etkinlikleri devam eden bu mekanlar, gündelik yaşamla sanatsal deneyim arasında ilginç bir köprü kuruyorlar. Her sınıftan insan hayatında en azından bir kez fotoğraf stüdyoları aracılığı ile temsil edilebilir. Bu arşivlerden günümüze ulaşan görsel bilgi, seçici olmaması ve gündelik yaşam sosyolojisine kaynaklık etmesi açısından 10 yıla yakındır benim çalışmalarımının zeminini oluşturuyor.

S.K: Bildiğim kadarıyla bu yaklaşım yaptığın araştırmalarda yalnızca sanatçı olarak değil, farklı disiplinler üzerinden de sorumluluk almanı gerektiriyor?

T.S: Fotoğraf stüdyoları arşivleri ile kültürel antropoloji eğitimi aldığım yıllarda, kentsel incelemeler (urban studies) üzerine yaptığım çalışmalar esnasında tanıştım. Yaşamım boyunca çelik dolaplar dolusu cam negatif filmi, yalıların depolarında çürümeye terkedilmiş aile albümleri ilk kez bu yıllarda gördüm. 1999 yılı önemli bir karar dönemi benim için. “Modernizm ve kültürel temsiliyet olguları bağlamında; İstanbul’da fotoğraf ve azınlıklar” başıklı disiplinlerarası sanat yüksek lisans tezimi yine bu konuda verdim. Culture Studies alanında yaptığım projeleri bu bağlamda yürüttüm. Kısacası, yanlızca sanat değil, uzun soluklu akademi hayatım boyunca farklı disiplinler üzerinden sürekli bu konuyu çalışma imkanı yakaladım. Sorduğun şeyin yanıtı, doğrudan benim yaşam formumun bir parçası aslında. Varoluşum gereği, ben zorunlu olarak disiplinlerarası bir perspektif belirledim. Bugün hala salt sanatçı olarak değil, sosyal bilimci ve kültür alanında uzmanlaşmanın verdiği donanımlarla yaklaşıyorum onlara. Diğer türlü çok eksik kalacaktır. Çünkü benim o malzeme üzerine çalışırken meselem ne fotografinin fotografik tartışmaları, ne de sanatın estetik kaygıları ile sınırlı. Çok daha geniş bir çatı oluşturmaya, bir ara disiplin formulize etmeye çabalıyorum.

S.K: Arşivler ve arşivlerden beslenen çalışmalar günümüz sanatı içerisinde nasıl bir yere oturuyor?

T.S: Son dönemde akibetine tanıklık ettiğimiz büyük Afrika arşivlerinden geriye doğru hızlıca düşündüğümde geniş bir liste var aslında önümde. Dünya sanat konjonktürü içerisinde arşivlerin tartışmasız çok önemli bir yeri var artık. Tüm Ortadoğu fotoğraf stüdyoları arşivlerine ev sahipliği yapan Arab İmage Foundation gibi emsalsiz bir model var Beyrut’da. Kahire’de bu işi farklı bir bağlamda yürüten Townhouse Gallery var. Geçtiğimiz Ekim ayında Kahire’de dünyanın en kapsamlı arşiv ve sanat konferansına (speak memory) ev sahipliği yaptılar. Bu konferansta Türkiye’den Maryam Şahiyan arşivi sunuldu. Diğer yandan günümüz sanatına arşiv çalışmaları üzerinden yön veren Akram Zaatari ve Walid Raad gibi çok büyük isimler var. Bidoun Magazine gibi dolaşımda olan bir yayın var örneğin. Batı’daki örneklere hiç girmiyorum. Her açıdan çok geniş ve etkin bir alan. Son dönemde arşivler ciddi bir patlama yaşadı. Ardı sıra dünya sanat ortamının farklı iklimlerinden arşivlerin yükselişine tanık olduk. Arşive dair kritiği güçlendirmesi açısından kanımca çok iyi oldu bu. Bugün rahatlıkla sanat ortamının en yegane olgularından birisi olarak yaklaşabiliriz arşiv çalışmalarına.

S.K: Diğer yandan Türkiye güncel sanat ortamı içerisinde arşiv odaklı çalışmalar hala alışıla gelmemiş bir olgu?


T.S: Açıkçası bu bağlamda Türkiye güncel sanat ortamı ile ilişkim bir pasaport benzerliğinden ibaret. Bu beni ilgilendirmemeli. Çünkü sanatıma ve kavramsal gelişimime yön verirken içerisinde bulunduğum lokalin çizgisini baz alamam. Bunun için gerektiğinde başka yerlere gidiyorum zaten. Türkiye ile ilişkim çok daha farklı bir boyutta. Burası bir laboratuvar benim için. Üretimlerimin nedenselliğine zemin hazırlaması açısından çok önemli ve değerli. Sanatsal dinamiğimin yönünü belirlemesi açısından değil. Çünkü bakış açım buradan beslenmiyor. Buraya farklı bir bakış açısı ile katkıda bulunmanın yollarını deniyorum. Diğer yandan Stüdyo Osep’i ilk açtığımda benzer - anlaşılma - sorunları yaşadım. Fakat sanat üzerine çalışan ve düşünen bir insan hala Arab İmage Foundation gibi bir kurumun varlığından haberdar değilse ya da Akram Zaatari gibi bir ismi hayatı boyunca hiç duymamışsa bu gerçekten benim sorunum değil. Ben herkese link dağıtamam.

S.K: Türkiye’de bu alanda çalışan ve üreten senin dışında kimse var mı?


T.S: Bildiğim kadarıyla sanatçı pozisyonu üzerinden bu denli büyük fotoğraf arşivleri ile bütünlüklü olarak çalışan kimse yok. Kurumlar var elbet ancak yaptığı projeye kendi ismiyle imzasını atan yalnızca ben varım. Bu noktada, yaptığım şeyin altını bireysel olarak doldurmak gibi bir zorunluluk da doğuyor elbet. Gerektiğinde bunun için kitap yazıyorum. Çoğu kez bir müzeden ya da vakıftan beklenen projeleri bireysel inisiyatifimle ve farklı bir perspektifte yürütüyorum. Arşivlerin restorasyondan, dijitalizasyona ve kataloglanmaya uzanan tüm teknik aşamaları benim elimden geçiyor. Onları fotoğrafçısı ile birlikte yeniden üretime sokarak günümüz sanat tartışmalarına eklemlemenin değişik yöntemlerini formülize ediyorum. Örneğin gelecek proje yüksek teknoloji, tümüyle interaktif bir veri tabanı üzerinden kamuya açılacak. Haliyle, tek kişilik bir vakif gibi çalışmamı gerektiriyor bu durum. Şu anki projede dönüşümlü olarak 6 asistan ile çalışıyorum. Her bir proje için neredeyse küçük çaplı şirketler kurup kapatıyorum diyebilirim.

S.K: Üzerine çalıştığın son arşiv aynı zamanda Türkiye’nin ilk kadın stüdyo fotoğrafçısına ait olması açısından çok heyecan verici. Henüz zaman var biliyorum, fakat kısaca bu projenin gidişatından bahsedebilir misin?

T.S: Bir seneye yakındır İstanbulluların "Foto Galatasaray" adıyla aşina oldukları Maryam Şahinyan arşivi üzerine çalışıyorum. 60 sene boyunca (1935-1985) kesintisiz olarak fotoğrafçılık mesleğini sürdüren Şahinyan arşivi, hem tanıklık ettiği tarihsel periyod, hem de İstanbul'un ilk kadın stüdyo fotoğrafçısının bireysel külliyati olarak emsalsiz bir envanter. Tamamı siyah-beyaz negatif ve cam negatiflerden meydana gelen arşivin kronolojik olarak tüm parçaları tesadüfler yoluyla günümüze ulaşmayı başarıyor. Ortalama 200 bine yakın imajin yeniden görselleştirilmesinden meydana gelen açık arşiv projesi, bireysel ve mesleki arşivliciliğin yöntemsel açıdan da en geleneksel uygulamalarından birisine örnek teşkil etmesi açısından çok değerli. Projeyi, pek yakında kapılarını SALT olarak açacak olan Garanti Platform Güncel Sanat Merkezi ile işbirliği içerisinde yürütüyoruz. Vasif Kortun yanlızca bir küratör olarak değil, dünyanın en yetkin müzecilerinden ve günümüzün en önemli sanat tarihçilerinden birisi olarak eşsiz bir partner. Bu proje üzerinde onunla çalışmayı şanstan sayıyorum. Şu anda, izleyicilerin interaktif katkıları üzerinden arşive kendi bilgisini üretebilen yeni bir fonksiyon kazandırmak üzere çalışıyoruz. Karşılıklı bilgi paylaşımına zemin hazırlayarak izleyici ve arşiv arasında rastlantısallığa dayalı bir bilgi bankası oluşturmayı amaçlıyoruz. Bu kurgu, kent tarihine ilişkin otonom bir önerme alanı yaratarak Maryam Şahinyan arşivine yeni tarihsel misyonunu yükleyecek.

S.K: Bir yandan adeta yakın tarihe yeniden yön verecek boyutta kapsamlı ve büyük projeler üzerinde çalışırken diğer yandan hayli minör projelerin peşinden koşuyorsun. Stüdyo Osep’in hemen ertesinde Galata’da bir otopark’a salon şamdanı yerleştirdiğini hatırlıyorum. Bu farklı dengeler birbiriyle nasıl örtüşüyor?


T.S Maryam Şahinyan arşivi kamuya açıldığı ve tüm uluslararası kamuoyunun gözü o projede olduğu esnada ben muhtemelen Hasköy’de bir daire kiralayıp küçük bir sergi daha yaparım. Çünkü böyle üretmeyi seviyorum ve böyle ürettiğimde benim için bazı dengeler gerçekten yerine oturuyor. Arşiv projeleri benim bu ülke de başıma kalmış sorumluluklardan birisi. Senelerce kimse ucundan tutmayınca, egemen tarih tüm bir kültürel hafızayı silmek üzerine kurulunca, inat edip bu işleri kendi başınıza yürütüyorsunuz. Kendim için yapacak onca şey sırada beklerken bir başkasına ait üretimleri ayağa kaldırmak adına senelerimi verdiğim ciddi bir sorumluluk olarak arşiv, çok kolay iş değil. Fakat bu projeler benim sanatsal üretimlerimin tümünü kapsamıyor. Diğer yanda doğrudan benim yaklaşımımı sergileyen, tümüyle bireysel üretimlerimden meydana gelen başka bir dinamik var. Bu ikisini birbirinden farklı anlamak gerekiyor. Benim başka hassasiyetlerim de var. Bu bağlamda düzenli olarak ürettiğim enstalasyon ve video çalışmaları var. Bu iki alanı teknik olarak birbirinden ayırmaya özen gösteriyorum. Üretimlerim arasında gayet tabi birbirini besleyen çok kompleks bir teorik ilişki var fakat % 100 aynı şey değiller. Stüdyom ve laboratuvarım farklı yerler. Bu yolla, farklı mecralar üzerinden birbirini besleyen çift yönlü bir süreklilik yakalamaya çalışıyorum.

S.K: Bu süreklilikten şu anki sergine gelirsek, öncelikle Matild Manukyan gibi bir karakteri senin icin önemli kılan neydi?

T.S: Matild Manukyan ve sergi üzerine düşünürken öncelikle bir şeyin altını iyi çizmek gerekiyor. Bu sergi izleyicilere Matild Manukyan’ı anlatmak ya da belli bir düzlemde onu yeniden tarif etmek üzere ortaya koyulmuş bir proje değil. Normatif anlamda bir Matild Manukyan biografisi hiç değil. Herkesin kafasında iyi kötü bir Manukyan imgesi var zaten. Benim yapmaya çalıştığım şey, onun bireysel deneyiminden – bu yolla Türkiye yakın tarihinden - yola çıkarak bugüne dair başka sorular üretmek. Bu hali ile projenin toplamı dev bir soru işareti olarak algılanabilir. Matild Manukyan varoluşu gereği birçok açıdan çok stratejik ve muhtemelen dünya üzerinde yanlızca kendisinin tabi olduğu bir kimlik kümesi içerisinde yaşadı. Erkekler sofrasında kadın, oğlunun annesi, genelev patroniçesi ya da ülkenin en uzun süreli vergi rekortmeni olması gibi sayısız tezatlık içerisinde uzar bu liste... Bu ilk basamak, “onu nasıl hatırlıyoruz ya da nasıl hatırlamak istiyoruz?” sorusuna yanıt bulmaya odaklanıyor. Buna verilecek olan yanıt, kolektif hafıza ve kendimizi konumladığımız pozisyonların tarihini kritik etmek açısından belirleyici.

Diğer yandan insanlar önemli mevkilerde olabilir, fakat herkes hafızalarda dev olamaz. Matild Manukyan bence bir dev. Bir devrin kapanışına nokta koydu onun efsanesi. Doğu Roma geleneğinin son imparatoriçesi olduğuna inanıyorum. Ben değil, birçok İstanbullu böyle inanır konu o olduğunda. Birkaç sene önce, bir arkadaşımla taksi yolculuğu yaparken laf Manukyan’dan açıldı. Henüz ortada bu proje yok, benim onunla ilgili söyleyecek çok şeyim var. Refleks olarak, biraz daha kısık sesle konuşmaya özen gösterdik. Biz sesimizi kıstıkça taksici çalan müziği kıstı, kulağı bizdeydi. Tam konuyu değiştirecekken söze girip bize Manukyan’ı anlatmaya başladı. Yıllarca onun için çalışmış, hayranmış. Çok fazla detay biliyordu. Matild’i konuşacağız derken yolları karıştırdık, yolculuk uzadı. O yolculuk bitmesin istedim. Böyle birisi Matild Manukyan. Bence bir kentin kalbini kazanmayı fazlasıyla önemsemiştir. Ölümünde Şişli Ermeni Mezarlığının gördüğü en ilginç cenaze merasimi gerçekleşiyor. Hayat boyu yanyana gelmeyecek çok tezat pozisyonlardan insanlar omuz omuza saf tutuyorlar. Bu çok sihirli bir deneyim gerektirir bence. Meşru ve gayrimeşru pozisyonlar arasında daha önce tanıklık etmediğimiz bir köprü kuruyor. Üzerine düşünmeyi önemli buluyorum. Düşünmenin ne yönde ilerleyeceği, tümüyle izleyicilerin kendi pozisyonlarına bırakılmış bir açık önerme.

S.K: Bu sihirli deneyimin gücü, biraz da paradan geliyor diyebilir miyiz?

T.S: Diyemeyiz çünkü Manukyan Türkiye’nin en zengin iş kadını olmadığı gibi - hatta hiçbir zaman Türkiye’nin ilk on zengini arasına dahi girmediği gibi - zenginlik tek başına böyle bir katma değer yaratmaz. Aksine, homojen bir çevre üretir. Ben bunu, Matild Manukyan’ın “tek kişilik azınlık” olarak tanımladığım özel pozisyonla açıklayabilirim. Bu durum kendiliğinden çevresiyle kurduğu ilişkiyi açıyor zaten. Onun kendisini kabul ettirebilmek ve varoluş mücadelesine devam etmek için tüm diğerlerinin ürettiğinden çok daha yaratıcı yöntemler denemesi gerekiyordu. Bu durum bir biçimde - bence bir süre sonra kontrol dışı olarak – çevresindeki sosyal ağların örgüsünü belirledi. Devlet ile çok girift bir ilişkisi var örneğin. Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü binasını polis teşkilatına bağışlıyor. Birçoklarının bildiği gibi Şişli Adliyesi ve Şişli Belediyesi kiracıları arasında. Kiracısı olan binalara, bazen tutuklu olarak giriyor. Buna şöyle yaklaşmak lazım, onun x zengine göre böyle davranmamak gibi bir lüksü muhtemelen hiç olmadı. Ancak bu yolla ayakta kalabilirdi. Böylelikle legal ve illegal olguları arasında mekik dokuyan kestirilemez bir denklem kurdu. Vergi rekortmenliklerine uzanan sürecin de benzer bir psikanalitik boyutu var. Çemberin dışına itilmek, içeriye dahil olmak için daha fazla çaba üretimi gerektirir. Bu iyidir, kötüdür başka bir tartışma. Fakat nihayetinde bu durumun insanlar üzerinde bir etkisi var.

S.K: Sergi metninde “geleneksel ve modern kriterlerin çatışma alanında belirlenen ikon kimdir?” sorusuna yer veriyorsun. Bu soruyu Matild Manukyan üzerinden düşünürken efsanevi bir anlatıya öykündüğünü görüyorum. Şehir efsanelerinin yarattığı birikimiyle çalışmaların arasında nasıl bir köprü var?

T.S: “Şehir efsanesi” deyimini yeni dilde manipüle edilmiş olarak kullanıyoruz. Ben şehir efsanelerine inanıyorum ve şehirlere gerçek karakterlerini katan iksirlerin bu efsanelerde gizli olduğunu düşünüyorum. Tüm gerçek şehirler, kendi efsanevi ikonlarını yaratır. Kadıköylü Deniz Kızı Eftelya’ya inanmadığın bir Kadıköy, Kadıköy olamaz. Şehri anlamak için bu emsalsiz öykülerin altında yatan kültürel deneyime iyi bakmak lazım. Bugünkü kültürün eksiği bu. Karşısına çıkan tüm verileri avadan bir gerçeklik potasında alaya almanın peşinde. Halbuki tecrübe diye birşey var değil mi? Tecrübenin sana ne kattığının bir önemi var. Geriye hiçbir şey kalmadığında, tecrübenle başbaşa kalıyorsun. Ben bir tecrübe aracı olarak ikonların tabandan geldiği deneyime çok inanıyorum. Bugün ikon tepeden iniyor. Çok tepeden, pat diye monitöre düşüyor. Halbuki içeriden doğan ikonlar var. Onlara kimse; “seni ikon yapacağım” sözünü vermemiş. Onları es geçemeyiz, çünkü orada bir tecrübenin bilgisi var. Tecrübenin bilgisi yanında, nedir gerçeklik? Bu bağlamda Matil Manukyan’ın yaşam deneyiminin ortaya koyduğu sansasyonel tecrübe, başka bir yüzyılda rahatlıkla efsanevi bir anlatıya dönüşebilir.

S.K: “İstanbullular için M&M Quiz” adlı sorularda okuyucuyu gerçeklik ve sansasyon arası bir ikilemde bırakıyorsun. İlk etapta yalın bir hafıza yoklaması gibi görünse de, bir süre sonra sorular adeta bir minnesota testine dönüşüyor ve birbirini çürüten ikircikli bir boyut kazanıyor?

T.S: İstanbullular için M&M Quiz, Matil Manukyan’ın kişisel gerçekliği ile değil, bu gerçekliğin farklı katmanlarda yarattığı algı mekanizmaları üzerinden katılımcıya soru soruyor. Çünkü bu projede sorunsalım tam olarak Matild Manukyan’ın kendisi değil. Onun gece hangi rüyayı gördüğü ile ilgilenmiyorum örneğin. Önemli bulduğum şey, Manukyan’ın sansasyonel pozisyonlarının kültür alanında yarattığı kurgu üzerine. “O kim?” sorusundan yola çıkarken, onu kendi ağzından değil, kültürün, medyanın, toplumun kriterlerinden ödünç alınmış soruların ağzından tartışıyorum. O nedenle bu soruları tam olarak ben sordum sayılmaz. Onun yaşam tarihi içerisinde netleşen sorular bunlar. Sosyal bilimler bu alanı çoğu kez es geçiyor fakat sansasyonun bir tarihi var. Bu tarihsel sürekliliğin kültürel birikimde bir karşılığı var. O, bu kültürel koşullarda varolduğu için Matild Manukyan oldu. O yüzden sorular kültürel algı seçiciliklerinden besleniyor.

S.K: Bu sürecin İstanbul’un kültürel birikimindeki karşılığı nedir?


T.S: Bu proje özelinde, kentin kültürel tarihine göndermede bulunan birçok alt başlık açılabilir. Tek bir tanesini cımbızla alalım şimdi. Örneğin, 19. ve 20. yüzyıl boyunca, İstanbul dediğimiz liman kentinin en geleneksel ekonomilerinden birisini oluşturuyor fuhuş. Bu süreç Matild Manukyan ile başlamadı. Onda bir devrin kapanışı gördük daha çok. Bugün, bir önceki yüzyılı bunlar üzerinden konuşabiliyor muyuz? Beyoğlu sanki herkesin şapka taktığı bir yer değil mi? Tam bir fantazma! Kimse buranın Doğu Avrupa’nın en karakteristik fuhuş merkezlerinden birisi olduğunu ağzına almıyor. Halbuki yarım asır boyunca frengi salgınlarıyla boğuşuyor bu semt. Bunu konuşmak tabu da değil. Fakat bugün belediyeler yeni kent programlarını ortaya koyarken fuhuş dinamiği hiç yokmuş gibi davranıyorlar. Sosyal bilimler akademik seçkileri içerisine bu konuyu dahil etmiyor. Fuhuş literatür dışı. Matild Manukyan’ın ölümünün ardından kapanan evlerden ayrılmak zorunda kalan yüzlerce seks çalışanı çok daha depresif şartlarda otobanlara çıkmaya başladılar. Seks işçiliği çok daha zorlu koşullarda ve o günlerde olduğundan daha kontrolsüz biçimde büyümeye devam ediyor. Günümüz bürokratlarının öngörüsüz projeleri süreci çok daha zorlu bir rotaya sokmaya aday. Buyurun, oturup buradan konuşmaya başlayalım mesela. İçerisinde yaşadığımız toplumsal iklimi, bir kez de bu yönde tahlil etmenin metodlarını arayalım, mümkün mü? Bakıp göreceğiz...

S.K: Son olarak, çalışmalarındaki genel seçicilikten bahsetmek istiyorum. Büyük oranda azınlıklar üzerine çalışıyorsun ve üretiyorsun. Bu tercih nasıl bir nedenselliğe dayanıyor?


T.S: Çalışmalarımın tümünü bu çerçevede anlamak sorunlu olur. Fakat hem akademi hem de sanat pratiğim içerisinde bu alanda kendime özgü bir zemin yakalamaya çalıştığım doğru. Türkiye için ergen tartışmalar bunlar ve bu konudaki primitif kalıplar hala kırılabilmiş değil. En basitinden, Agos’a yazdığım ya da Aras Yayınevi ile çalıştığım için konuyu hala benim kimliğim üzerinden anlamaya çalışarak pasif ırkçılık yapanlar oluyor. Onların hatası değil, böyle anlamaya alıştırılmışlar. Entellektüel anlamda bunların hiçbir önemi yoktur. Ben buralıyım ve kültürel olarak tüm bu deneyimlerle donanmış bir melezliğe ve zenginliğe sahibim. Türk adı ile bu işleri yapmayı ayrıca şans sayıyorum. Bu açıdan benim, kadın olduğu için feminist performans yapan ya da gay olduğu için sadece queer üzerine üretmeye koşullanan sanatçıdan derin bir bağlam farkım var. Problematiğe salt kendim merkezli bir perspektiften yaklaşmak görünürde işimi kolaylaştırabilir ama yapmıyorum. En az on ayrı nedenle azınlık olarak yaşıyorum zaten bu ülkede. Bu konuda kısırlık çekecek birisi değilim. Fakat, başka birçok meseleye daha bireysel meseleme olduğu kadar ilgili duymanın yöntemlerini göstermek başka birşey. İçerisinde yaşadığım kültürel iklimle bu düzlemde ilgileniyorum. Bu açıdan projelerimi asla “kendimle” sınırlayamam. Her projeye, önce araştırmacı kimliğimle başlıyorum. Çünkü bu herşeyden önce, üzerine iki ayrı tez verdiğim profesyonel uzmanlık alanım benim.

Akademi hayatım süresince normatif azınlık kavramı ve kimlik kategorizasyonlarına karşı mücadele verdim. Benim için “kadın” diye bir olgu yok, bazı kadınlar var, bazı kadınların arasında başka bazıları var. Daha özelde, bireyler ve her bireyin kendi biricik pozisyonu var hiyerarşinin başında. Beni arayıp Ermeni fotoğrafçılar sergisi gibi bir konsept için imaj istediklerinde, benim çalıştığım arşivlerde aradıkları türden bir “Ermeni fotoğrafçı” bulunmadığını söyleyip telefonu nazikçe kapatıyorum. Hayatını sanatına adamış o kocaman isimleri böylesine basmakalıp kategoriler altında ezdirecek lüksü göremiyorum kendimde. Hiçbir kimlik bireylerin özgün tavırlarından daha değerli değildir ve bunun önüne geçememelidir. Heralde en canımı yakacak şey, ölümümden sonra birilerinin benim işlerimi alıp Türk sanatçı diye sağda solda göstermesi olurdu. Normatif kimlik kalıpları, özellikle sanat alanında içinden çıkılamaz bir risk unsuruna dönüşebiliyor. Buna karşı her zaman çok eleştirel olmak lazım. Sanatın günümüzdeki sorumluluğunu bu eksende görmek lazım. Üzerine çalıştığım konuları, kendimde dahil herşeye belirli bir mesafede durarak ele alıyorum. Mesafeyi kaybettiğimiz an iş zorlaşıyor. Havasını soluduğum coğrafya ile aramda kurduğum bir kimlik demokrasisi içerisinde anlamak gerekir bunu. Kadınlar, erkeklerin maruz kaldığı sosyo-psikolojik baskılara, Müslümanlar, inançsızların gündelik problemlerine, Kürtler, Ermenilerin tarihsel mağduriyetlerine dikkat çekmeyi benimsedikçe çember genişleyecektir. Dünyayı yalnızca kendi pozisyonu üzerinden anlayan bir yaklaşımın nihayetinde hiç kimseye yaramadığını 20. yüzyılın sonunda izledik ve bitti.


Studio Osep 70's Special İstanbul Collection, 150X150 Lightbox
(Vehbi Koç Vakfı Koleksiyonu)


Artunlimited; Yıl: 2 - Sayı: 9 / Mart 2011
Akbank Private Banking'in 2 aylık Kültür Gazetesidir.

Ve nihayet.

Ve nihayet,
Bir pazar sabahı
Elimde bir demet beyaz karanfil
Şişli'de rastladım sana.
Bakıştık, bakıştık.
Sonra bir daha.
Bakıştık, gülümsüyordun.