12 Şubat 2012 Pazar

Ortadoğu Havayolları ile Belleğe Zorlu Bir Yolculuk / BİRGÜN - Nihan Çetinkaya


Ortadoğu Havayolları ile Belleğe Zorlu Bir Yolculuk

Nihan Çetinkaya


Sanatçı ile bundan 5 ay kadar önce, Viva Dag! isimli işi üzerinden, sanata ve Ortadoğu’ya bakışını çok iyi sentezleyerek ortaya koyduğu ilham verici bir sohbet yapmıştık. “Maksat zaferse, gerisi teferruattır Ortadoğu için” diyen Serttaş o sohbeti şöyle sonlandırmıştı; “Beyrut’u düşündükçe hala öfkemden ağlıyorum”. O konuşmayı tekrar hatırladığımda, beni çok heyecanlandırmış olan cümlelerin aralarını açabilmek şansını, bu sergiyle, “kendi gündemini de” yaratarak veriyor olduğunu görüyorum.

Yanıbaşımızda, bize Adana’dan yalnızca birkaç adım kadar uzaklıkta bulunan Beyrut, dünya üzerindeki sömürü düzeninin ve savaş ekonomisinin doğrudan ve dolaylı bütün senaryolarını okumanın mümkün olduğu mübarek şehirlerden. Bu düzenin asıl kurbanları hayatta kalma mücadelesiyle burdayken, onun emrindeki bütün araç ve gereçlerin de bu kentte inciler gibi en uçlarda sırlandığını görmek mümkün. Sergideki çalışmalardan “Porsche ve Kurşun Delikleri” hologramı, Beyrut’un örtülerini aralamamız gerektiğine dair çarpıcı bir gösterge. Çünkü sabahın dördünde dağlardan gelen bomba sesleriyle üzerinize bırakılıveren savaş örtüsünün alt katmanlarında, kimliklerini göstere göstere yaşamak zorunda bırakılanların din örtüleri, ve yeniden şekillenen bu kenti oyun sahasına çevirmiş, tüm kenti bombalayarak yıkma-yeniden inşa etme ve gentrification’u her boyutta yaşatma hakkını kendinde gören düzen sahiplerinin örtüsü, en kalın haliyle bu kentin üstüne çekilmiş. Beyrut Ortadoğu’yu ve Ortadoğu master planındaki yerimizi anlama yolunda, çözmeğe başlamak için çok doğru bir bilmece.

Bugün yine gazetelerden birinde bir haberin başlığı Ortadoğu halkları kastedilerek şöyle atılmıştı: “Türkiye onlara güzel.” Peki onlar kim? Biliyor muyuz? Yakın zamana kadar Ortadoğu ile ilgili bildiklerimiz, sayabildiğimiz birkaç sınır komşusu ülke isminden ibaretti oysa ki. Belleklerimize böyle bir şeridin çekilmiş olmasından doğal birşey yok. Çünkü bizler de bu toprakların insanları olarak Ortadoğu’da yaşananların bir benzeri senaryoya dahil edildik. Kültürel sınırlarımızın altı kalın kalemlerle adeta yeniden çizildi. Cumhuriyet sonrası bir Batılılaşma metaforu olarak Türkiyelilerden beklenen en olağan refleksti bu; Ortadoğu ile bir daha asla ilişkilenmemek, adını dahi anmamak, aramamak, sormamak, mümkün mertebe sorgulamamak. Ortadoğu’yu olduğu gibi bırakmak, hatırlamamak.

Halbuki, örneğin Anadolu’nun kaybettiğimizi sandığımız “zenginliğinin” önemli bir parçası, tıpkı anakaradan kopmuş devasa bir kara kütlesi gibi bugün Beyrut’da varlığını sürdürmekte. “İlk Kamp” isimli iş, 1915 yılından bu yana eve dönüşü beklerken kurulan bir “ev” olan Bourj Hammoud’un üzerinden batan güneşe bir kez olsun tanıklık edebilmemizi sağlıyor. Aynı mahallede tanıştığım Bedros’un muazzam Türkçesiyle elimdeki fotograf makinesini kastederek sorduğu bir soru aklımı ve kalbimi deliyor: “Şimdi güzel kızım, bu makneyi birisi senin elinden rızanı sormadan almış olsa.. Sana ait olmaya devam eder mi, etmez mi?”

Benden rızam olmadan alınmış onca gerçekliğimle yüzleşirken, sergi katman katman açılmağa başlıyor. İşler Beyrut olmaktan çıkıp üzerimize çekilen örtüleri aralamak için verilmiş harika bir askıda zaman oluveriyor; Osmanlı sonrası. Çerçeve her ne kadar Beyrut üzerine çizilmiş olsa da (ve de sanatçı bilerek tüm bir sergiyi “yurtdışı deneyimleri” gibi kandırmaca bir çağrı üzerinden kurgulasa da) içeriye adımımızı attığımız andan itibaren serginin merkezine oturan şeyin bu küçük şehir özelinde o büyük imparatorluğun uzak kaldığımız okumalarına geri dönmek olduğu açık. Geri dönmek, konu Ortadoğu olduğunda zamansız bir eylemlilik olarak her Türkiyeli için askıda bekliyor.

Zihinlerimizde Ortadoğu üzerine çekilmiş şeritler gibi yüzlercesi mevcut. Dolayısıyla Türkiye’de sanatın da biribirinden kopuk farklı düzlemlerde varolması kaçınılmaz gibi. Güncel sanatın sokakla, gündelik hayatla diyaloğu yok. Dünya üzerinde çoğu travmayla dolu kentte olduğu gibi, sanatçıların büyük bölümünün siyasi gündemi bir çeşit mercek altına alan işlere yoğunlaştıklarını gözlüyoruz.

Bu noktada önemli olan bana göre, sanatçının o iş özelinden kendine tuttuğu aynadan görünenleri de izleyici için okunabilir kılıyor olup olmadığıdır. Yani sanatçının kendini konumlandıramadığı bir travmayı betimlemeğe çalışma olasılığı bu tarz iş üreten sanatçılarda gözlediğim yumuşak karın. Serttaş bize kendi estetiği bütününde, kendisini de eleştiri oklarının ucuna koyabildiği, bildiğimiz hiyerarşileri kıracak yönde bir karmaşıklık içerisinde verebiliyor mesajını. Ortadogu Havayolları’nı özel ve nadir kılan, sanatçının kendi varlığını da sorgulayan bu alaycı halinin altındaki yüzleşmede yatıyor.

Serttaş’ın “Biliyorum” diyerek anlatmağa çalıştığı da bu diye düşünüyorum. Hayat ağacımızın tekrar yeşermesi için, köklerini zamanında beslemiş olanın önemine yani bize ötekileştirilmişlerle ve kendi öteki’lerimizle diyaloga girmenin en güvenli yoluna, bana kalırsa biraz da kolektif bilincimize işaret ediyor.


Deleuze 1000 platoda’da şöyle sormakta: “Sürekli olarak katmanlaştırılırız. Ama kimdir ben olmayan bu biz?” Zihinlerimize çekilmiş perdeler… Sanat ise bu katmanlara yeni refleksler geliştirebilmemize olanak veren bir özgürlük alanı. Beyrut’un katmanlarını kazıdıkça sanatçı bizi kendi katmanlarımızla ve her katmanda artan korkularımızla da başbaşa bırakıyor.

Korku demişken.. Devekuşu yumurtalarını soruyorum sanatçıya.. Akdeniz’de bir gelenekten bahsediyor. Balkonlardaki çiçekleri başka kuşlar gelip didiklemesin diye saksının yanına bir yumurta konurmuş. Öteki kuşlar da yanaşmazmış o yumurtaya. Bizi de içi boşalmış yururtalarla korkutuyor olmasın bağlı bulunduğumuz hatta zincire mahkum edilmiş olduğumuz statülerimiz, kimliklerimiz ve maskelerimiz? Oysa Serttaş’ın bu soruya çok net bir yanıt verdiğini görüyoruz “Social Balance” isimli serinin bir parçasında. Tüm dikte edilmiş olandan bağımsızlaşıp kendi kendimizle dengeye geçme fazını atlayamadıgımız sürece, dış dünyamızla kurmamızın imkansız oldugu bir denge halini imliyor. Dolayısıyla sanatın, insanların kendileri üzerinde söz sahibi olabilmeleri yolunda gözle görünür bir umudu barındırdıgını Serttaş’ın işlerinde okuyabiliyorum.

Araf 47 isimli çalışmada, ekilen korku tohumlarının, yerini, ötekini tanımlamak üzerinden varettiği umutlu bir haykırşa bıraktığını izliyorum. Araf suresinin 47. Ayeti’ne atıfta bulunan yerleştirme; “Ey Rabbim; bizi zalimler topluluğuyla birarada bulundurma” mesajından yola çıkarak, neredeyse her asırda “zalimin” yeniden tanımlanageldiği bu kutsal topraklarda ötekinin zulmünden kurtulmaya adanmış bir umudun temsiline dönüşüyor. Bu kez İstanbullu bir Rum Kilisesinin okuma masanın gözlerine istiflenen yumurtaları izlerken, her türlü temsil edilişe karşı yükselen başkaldırının sembolleri olarak sanatın gücünü duyumsuyorum.

Sergi mekanından ayrılırken Ortadoğu’da herhangi bir meseleye “taraf” olmanın imkansızlığından dem vuruyor Serttaş, “bu topraklar aynı zamanda yeryüzünün en derin zihinsel ve ruhsal girdabı, hele ki bir yabancı için, pragmatik anlamda asla sonucunu göremeyeceğiniz bir davaya kapılmaktır burada fikir beyan etmek. Kapılır gidersiniz, kısa sürede kontrolünüz elden gider ve kendinize rağmen içinden asla çıkamayacağınız bambaşka yüzleşmelere dahil olursunuz, ama varsın kurt kapsın, sürüden ayrılmanın huzuru bambaşka”.

İçimde bir parça daha huzurla çıkıyorum sergiden.

Tatlı sert bir rüzgar da çıkıyor.


Not: Sergi 18 Şubat'a kadar ArtSümer galeride görülebilir.
ArtSümer adres; Kemankeş Mahallesi. Mumhane Caddesi. Laroz Han. No:47 - Karaköy


Kaynak: Nihan Çetinkaya / BirGün Pazar - 12 Şubat 2012

Hiç yorum yok: