10 Nisan 2014 Perşembe

"Cemetery of Architects" (documentary) Studio-X Istanbul

‘Cemetery of Architects’ / Studio-X Istanbul 

During January 31st - March 28th, Studio-X Istanbul hosts Tayfun Serttaş's exhibition ‘Cemetery of Architects’ and the launch of his book ‘Trilogy of the Deserted City’. 

As its second project during January 31st - March 28th, 2014, Studio-X hosts Tayfun Serttaş's exhibition, "Cemetery of Architects" in which the artist examines the relationship between the physical identity of urban space and the individual through an archive. Studio-X, an initiative of Columbia University, is founded in Istanbul in December 2013 with leading support from Borusan Holding. The exhibition, eponymous with an installation by the artist, brings together works that problematize the impact of historic interruptions on Istanbul's cultural map. In "Trilogy of the Deserted City", to be launched in parallel to the opening, the artist shares with the viewers the background of three different projects in which the same historic problem is attempted to be resolved through various media and methodologies. "Cemetery of Architects" exhibition is supported by a six-week public programming under the heading "half-century before, half-century after". 

Cemetery of Architects

Architectural inscriptions, which could be read on the corners of buildings in Istanbul in the last quarter of the 19th century, evidence the parallel development of the identity of the individual to modernism. Instead of the anonymous architecture of the period before Westernization, these individual architects felt the need the work on their own, playing a role in forming a professional community in a contemporary sense. In contrast to traditional palace architects, supported by the state, the architects of apartment buildings that primarily work within narrow urban lots give direction to civil architecture with their minor activities. As the empire enters a period of Westernization, the cultural rights provided by the rescript of Gülhane and the land cleared by the 1870 Pera fire opened up the path to the building of apartment buildings that was necessitated by the new life style; Istanbul's urban identity is almost re-created with the eclectic style of architectural structures that arose from the synthesis of the European and the Ottoman in the short span of fifty years.

The modernization of the Republic that refused to take as its heritage previous formations of modernity and the moving of the capital city to Ankara stopped the most revered client—the state—from receiving services of projects and design from the industry of architecture, preparing the ground for the architectural interruption experienced in Turkey. The policy of Turkifying the economy that began in the period of the Party of Union and Progress would extend into the early Republic, revising architecture as an area to be conquered. Through the system of thinking that was on the background of the First National Architectural Movement, the re-capturing of this area that was dominated by "others" in the period of the Westernization of the Ottomans was as crucial as the "independence of the country." The ideology that dictates the re-construction of the concept of the architect through national identity consequents in the absolute erasure of civil architectural heritage and the actors from shared memory.

Cemetery of Architects proposes to open up to discussion the buildings of the period, some of which are destroyed within plans of urban transformation, through their architects beyond nostalgia and local exoticism as legitimate and indispensable actors with the tools of contemporary research.

Cemetery of Architects is supported by Silkar Mining and Trading Corporation and Tabanlıoğlu Architects.













































1 Nisan 2014 Salı

"insanca muamele görme" isteği


6-7 Eylül pogromu üzerine okuduğum belki yüzlerce tanıklıktan en çarpıcı ve akılda kalıcı olanı, Beyoğlu'nda yaşayan ve cümle kurulumundan orta sınıfı temsil ettiği anlaşılan bir Türk'e aitti, beyefendi sürecin öncesi ve sonrasını şöyle analiz ediyordu;

"Bu olaylar iyi oldu diyemem ama olaylardan sonra biz Beyoğlu'nda insan muamelesi gördük. Alışveriş yapmak için dükkanlarına girdiğimiz Rumlar, bizimle burunlarının ucuyla konuşurlardı. Muhatap olmak, selamlaşmak istemezlerdi. Hatta bazıları mal satmak istemezdi. Olaylardan sonra, aynı dükkan sahipleri bizleri kapıda buyur etmeye başladılar…"

Bu birkaç cümlelik analiz, itiraf, aslında sürecin psikolojik arka planını yansıtması açısından bence birçok Rum'un o günlere dair tanıklığından daha çarpıcı. Türklerin temel tezi sınıfsaldı ve devlet eliyle körüklenen sosyo-ekonomik kutuplaşma, Türk tarafının vicdanını rahatlatan bir sav olarak belli ki içselleşmişti. Hafızalarda bugüne taşınan bir argüman olarak; "insanca muamele görme" isteği… En evrensel talep! Hangimiz aksini iddia edebilir? 

Gerçekten tüm Rumlar dükkanlarına giren Türkler'e kötü davranıyor muydu(?), bilemeyiz ama en azından hepsinin böyle davranmadığına adımız kadar emin olabiliriz. Muhtemelen tek bir vaka üzerinden, ya da vuku bulan tek bir olaydan, tüm toplumun karakteri "abartılarak" analiz edilmeye çalışılıyordu. Bu basit nedensellik; "insanca muamele görme" isteği, karşı bir şiddetin meşrulaştırıcı aracı olarak sonuçları günümüze uzanan bir travmanın ruh iklimini yaratacaktı.

Günümüz Türkiye'sinde benzer bir "insanca muamele görme" isteği, hiç olmadığı kadar geçerli bir sav olarak bu kez toplumun laik ve muhafazakar sınıfları arasında dile getiriliyor. Laikler tarafından kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla söylemine güç katan muhafazakarlar, 12 senedir iktidarda değillermiş gibi, varoluşlarını hala belli bir "mazlum" tanımına bağlamayı uygun buluyorlar. Belli ki böylesine geçerli ve evrensel bir zeminin kaymasını istemiyorlar. Bir yarım asır daha kullanacaklarına, şimdiden emin olabiliriz.

Diğer yandan, İstanbul'da bugün bir kadının diz üstü etekle tacize uğramadan rahatlıkla kamusal alana çıkabileceği kaç semt kaldı bilmiyoruz. Fakat tacizin nedeni kesinlikle cinsel değil, sınıfsal ve kültürel, onu çok iyi biliyoruz. Buna karşın muhafazakarlar, kendilerini hala kamusal alanda ifade edememekle tanımlarken heyecanlarından pek bir şey kaybetmiş görünmüyorlar.  

Gündelik detaylardan bu toprakların en tarihsel siyasi geleneğine dönersek, kısaca: vaktiyle 'sizin' çaldığınızı, bugün birileri gelip 'sizden' çalıyor… Hırsızlık yalnızca mala mülke göz dikmekle vuku bulmuyor.

Gündelik yaşam kültürü, kent sokaklarında bir şekilde eksen değiştirirken, 1950'li yıllarda insan muamelesi görmek isteyen Beyoğlu sakini beyaz Türk beyefendinin torunları, bugün aynı kentin sokaklarında muhtemelen Rumlardan görmeyecekleri bir (kötü) muameleye maruz kalıyorlar. Belki de Rumların, kent kültüründe aktör olduğu "modern zamanları" özlüyorlar…   

Her sahnesini çok iyi bildiğimiz bu senaryoyu, şimdi nasıl baştan yazabiliriz? Sanırım artık bunu konuşmaya başlamamız gerekiyor.