Senaryonun toplamından daha çok konuşulan Çehov metinleri, Shakespeare repliklerinden sonra zehrini arkaik bir canavar gibi kusarak akıtan anti-özne, herkesin kendine hapis olduğu bir yerde atın özgürlüğüne kavuştuğu (bir Tarkovsky filmi olarak) Andrei Rublev tandansı, filmin en kısa ama en çarpıcı sahnelerinden birinde kullanılan Commedia dell'Arte maskesi, Dostoyevski'nin şöminede para yakan gözü kara budalaları ve uzayıp gidebilecek tüm diğer metaforlar silsilesi bir yana dursun, BENİM TEK NACİZANE ÖNERİM; Kış Uykusu'nu izledikten sonra "evet, şurada şöyle bir gönderme vardı" ruh haliyle çıkmayın bu filmden.
Çünkü bunların hiçbir önemi yok.
Çünkü bu filmde, 196 dakika boyunca yalnızca insana gönderme var. Yalnızca o koltukta oturup filmi izleyen 'size' gönderme var. Filmin başından sonuna kadar, aslında hep bir ağızdan 'sizinle' konuşuyor tüm karakterler.
Yönetmen olağanüstü, ilginç, inanılmaz, son derece çarpıcı bir hikaye sunmuyor, ki zaten mesele bu değil. Yönetmen size 'sizi' sunuyor. Bu yüzden, meselesi 'kendiyle' olanların filmi; Kış Uykusu.
Benim kırıldığım sahnelere gelince;
Her şeyi görmeyi, her ayrıntıyı yakalamayı kendine vazife edinen Aydın Bey, aslında filmin toplamında gündelik detayların hiçbirini hatırlayamıyor.
"Siz benim kiracım mıydınız? Bilmiyordum."
"Kırılan cam kaç para tuttu? Bilmiyorum."
"Ödemeyi neden yapamadığınızdan haberim yok."
"10 kilometrelik yolu yürüyerek mi geldiniz? Bilmiyordum."
Aydın Bey bir bunak değil, yalnızca hatırlayamıyor, bu nedenle bilmiyor. Filmin toplamında Aydın Bey ile en çok burada empati kuruyorum, gündelik detayların hiçbirini hatırlayamamakta... Hayli basit konularda istisnasız olarak takılmak, dış dünya ile birey arasındaki yabacılaşmayı en kırılgan (hafıza) noktadan deşifre ediyor. Gündelik yaşamın gerektirdiği bilgi akışına karşı, çaresiz düşmek.
Felsefenin, reel politik'e karşı içine düştüğü çaresizliği anlatmanın daha ince bir yolu olabilir mi(?) ya da Batı Avrupa'nin 'Aydınlanma Çağı'ndan itibaren kendi bölgesinde dahi içine düştüğü yalnızlığı?
Başrolünde hissettiğim tartışma ise ilk başta hiç anlaşılmayıp, hatta izleyiciye 'ne saçmalıyor bu kadın?' dedirtmeyi başardıktan sonra, Necla'nın yaşam öyküsünde karşılığını bulan; 'kötülüğe kayıtsız kalmak'. Necla'nın kötülüğe karşı kayıtsızlık önermesi filmin ilerleyen dakikalarında açıklığa kavuştukça, onunla beraber içimden fısıldayarak "bazen, af mı dilesem?" diyorum. Maruz kaldığı kötülüklere karşı hiçbir şey yapmayarak tepki verme düşüncesinde olan Necla, daha da ileriye giderek 'özür dilemeyi' aklından geçiyor, ve en zoru belki de 'ya seni öldürse bu kötülükler, önemli değil mi?' sorusuna karşılık 'değil, gerçekten yalnızlıktan daha kötü değil' dediği noktada sahne düğümleniyor. İçim düğümleniyor. Çünkü bazen gerçekten önemli değil.
O sınıra gelmek ise hiç kolay değil.
Filmin toplamında herkes hapis. Aydın Bey dünyanın her köşesinden gelen konuklarına ev sahipliği yaparken kendisi İstanbul'a gidemiyor, kardeşi Necla pazara gitmiyor, karısı odasından bile çıkmıyor, en yakın dostları Suavi Bey sürekli çiflikte olduğundan yakınıyor...
Aslında herkes kış uykusunda.
Filmde hemen hemen tüm karakterler söyledikleri ve savunduklarıyla çelişiyor. Necla 'kötülüğe karşı koymama' düşüncesini benimserken kırılan bardakların parasını temizlikçinin maaşından kesmeyi planlıyor; Aydın Bey paraya önem vermediğini hissettirmeye çalışıyor ama otelde kalan müşterilerin dahi ödemeyi yapmadıklarından şüphelenecek kadar paranoyak; Nihal kendi ayakları üzerinde durabilme, yalnız başına bir şeyler yapabilme arayışında, sıkıştığı tüm noktalarda 'ya sen git, ya da ben' diyor, çalışmaktan bahsediyor ama hazıra konmak işine geldiğinden yıllarca bunu yapmamış ve yapacak gibi de görünmüyor... Fakat tüm bunlara karşın, çıkış yok.
Şimdi biz bu hayatta en çok Aydın mıyız, Necla mıyız, Nihal miyiz diye düşünürken hepsinin ortasında boğulmak var...
Hepsi aynı "insan" çünkü. Hepsi haklı.
Ondan olacak, film bitmiyor. Hatta asıl film, sinemadan çıkıp kalabalığa karıştıktan sonra başlıyor. Yusuf Atılgan'ın "sinemadan çıkmış insan"ı oluveriyorum bir anda, Bodrum'da 40 derece bir yaz gününde olmak farketmiyor, cıvıltı beni içine çekmiyor, askine itiyor, derhal eve dönmek istiyorum. Etrafta içkilerini yudumlayan kayıtsız kalabalığın arasından gölge misali geçerek, kendimi odaya kapatıp, klimayı en soğuk seviyeye getirdikten sonra yastığa başımı koyup, örtünün altında kıvrılıyorum... Kış uykusuna dalıyorum.
Haklılığın üzerine, biraz daha fazla düşünebilmek için.
Hiç mi üşüyen yok?