Hatırlıyorum.
Gezi artık dördüncü haftasını doldurmak üzere. Ülke için zor, ama parka 150 metre mesafede yaşamaya çalışan biri için biraz daha zor. Yaşadığım bina ablukanın ortasında kalıyor. Birçok göstericiden farklı olarak, benim kaçabileceğim ikinci bir adres yok. Nerede direniyorsam, işte orada uyuyorum. Dışarıyla içeri arasındaki ilişkiyi tamamen kaybetmiş durumdayım. Çoğu kez dışarı daha güvenli geliyor, bir noktada gücüm tükenirse, yardımcı olacak birileri var.
Üstelik artık polis, eylemcileri binaların içerisinde sıkıştırıp gözaltına almaya başlıyor, o esnada binanın içerisinde ne varsa kırıyorlar. Sonradan öğreniyorum ki, kendi verdikleri zararları 'göstericiler tarafından gerçekleştirildi' şeklinde tutanağa geçiriyorlar. Sokaklarda da durum farklı değil, polis önüne gelen her şeyi kırıp döküyor, aynı akşam ise medyada 'göstericilerin yaptığını' öğreniyoruz.
Polis eylemcilerin yaşadığım binaya sığındıklarını ve buradan yardım aldıklarını artık farkında. Apartman boşluğunda birileri olsun ya da olmasın, bazen yalnızca ana kapıdan içeriye girerek merdiven boşluğundan yukarıya doğru gaz fişeklerini yağdırıp gidiyorlar. Bazı sabahlar binanın içerisindeki bu patlama sesleriyle uyanıyorum.
Dışarıda rüzgar esiyor, ara sıra gaz dağılabiliyor ama binanın merdiven boşluklarında ve evimin içerisinde 'rüzgar esme' olasılığı yok. Gaz havada sabitlenip kalıyor, binanın ana kapısının kilidi artık kırık, 200 senelik binanın merdiven basamaklarından ikisi kırık, apartman boşluğuna bakan camların hepsi kırık, HEPSİNİ POLİS KIRDI! Dışarıyla içerisi arasındaki ilişkimi sağlayan tek şey dairemin çift kanatlı tahta kapısı. O da bir tekmeyle kırılırsa, şok olmayacağım.
Evde hiçbir eşyaya temas edemiyorum, şayet herhangi bir eşyaya temas ettikten sonra elimi ağzıma götürürsem ya da cildimin daha hassas bir noktasına, örneğin gözüme dokunursam oracıkta acıdan kıvranmaya başlıyorum. Artık evimdeki bütün eşyalar zehirli, koltuk döşemeleri zehirli, kitaplar zehirli, bardaklar zehirli, bilgisayarın klavyesi zehirli, tuvalet kağıtları bile zehirli… Dezenfekte edilmesinin bir seneden daha uzun bir süreye yayılacağını o günlerde bilmiyorum, 'geçer heralde' diyorum, geçmiyor.
Büyük kısmını el bagajlarımda türlü zahmetle İstanbul'a taşıdığım kaktüslerim dördüncü haftadan itibaren ölmeye başlıyor… Okuyunca gülünç belki fakat onlar evi benimle paylaşan tek canlılar, benim dışımdaki tek yaşam belirtisi, bütün bedenleri su depolayan bir gövdeden ibaret, budanıp atılabilecek dalları yok, yaprakları yok, kendilerini yenileme şansları yok. Zehir gövdelerine nüfuz ediyor, belli bir doyuma ulaştıktan sonra ise teker teker çürüyorlar… Bazıları ile on seneyi aşkın süredir beraber yaşadığım, bütün bir kaktüs koleksiyonumun gözlerimin önünde eridiğine tanıklık ediyorum.
İşte böyle bir ortamda arkadaşlarla en önemli gündemimiz GAZ MASKESİ.
Sayısız maske tipi deniyorum, olmuyor, artık maruz kaldığımız dozaja hiçbir maske etki etmiyor. Maske takmışsın ya da takmamışsın, bir süre sonra nefessiz kalıp yere yığılmanın önüne geçmiyor… Benim maske ile ilişkim biraz daha farklı, gösterilerden ziyade rahatlıkla evin içerisinde kullanabileceğim bir maske arıyorum. Herkes birer maske uzmanı gibi o günlerde, ben pek bir şey bilmiyorum. Maske uzmanlık alanım değil, o güne kadar ciddiye aldığım bir konu değil, eyleme giderken kullanmaya gereksinim duyduğum bir aparat hiç değil.
Polis gazına son derece dirençliyim. Yalnızca Türkiye'de değil, dünyanın farklı noktalarında, farklı lezzet ve kıvamlarda polisten gaz yemişliğim vardır… 2003 senesinde gerçekleşen Selanik Sosyal Forumu sürecinde, Halkidiki yarımadasındaki Avrupa Birliği Zirvesi'ni engellemeye çalışırken üç gün boyunca Yunan polisinden yediğimiz gazın İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanların geride bıraktığı cephaneden kaldığını ve ÇOK ZEHİRLİ olduğunu öğrendiğimizde, şok geçirmişliğim vardır.
Fakat bu öyle bir iki günlük bir şey değil, İstanbul sokakları Yunanistan'ın sahil kasabaları gibi değil. Dördüncü haftadan itibaren, artık dayanılır gibi değil. Bu başka türlü bir şiddet.
Bu şiddetin orta yerinde 3M isminde bir marka ile tanışıyorum. En iyi arkadaşım, çantasında bir 3M ile geliyor. O kadar iyiymiş, o kadar sağlammış, o kadar sızdırmazmış ki, en büyük çatışmaların, en yoğun dumanların, en zehirli gazların ortasında Karadeniz yaylalarında piknik yapıyor gibi oksijen alıyormuşsun. Çoook kıskanıyorum.
O gün tek gündemim 3M! Ülkedeki gaz maskesi stokları çoktan tükenmiş. Karaköy'de karaborsaya düşmüş. 350 TL ödemiş arkadaşım, yerini tarif ediyor, evet biliyorum orayı ama para yok.
Evde kalan tüm toplam nakit para 230 TL civarında. Bankalar kapalı. Karttan çekemiyorum çünkü kullanılabilir durumda bankamatik yok. Teşvikiye'ye gitsem, Beşiktaş'a gitsem, orada da sağlam bankamatik bulup bulamayacağımın garantisi yok. Karaborsaya kredi kartı versem, muhtemelen pos makinesi yok. Evde hızla nakit paraya çevirebileceğim bir şeyler olup olmadığına bakıyorum, hayır yok. O an satabileceğim hiçbir şey yok.
Bir kısmı metal bozukluklardan oluşan 230 TL'mi cebime doldurup bir ümit Karaköy'e iniyorum. Açık olan az sayıdaki dükkandan biri, arkadaşımın bahsettiği karaborsacı.
- Elinizde hiç 3M kaldı mı?
- Evet var.
- Gözlüğü ile birlikte takım olarak ne kadar?
- 350 TL.
Cebimdeki bir avuç parayı masanın üzerine koyuyorum.
- Yalnızca 230 liram var, lütfen.
Yanıt bile vermiyor, başkalarıyla ilgileniyor. Buna rağmen dükkandan çıkmıyorum. Oracıkta 'almıyorum' desem ikinci bir alternatif yok. Dükkandan çıkmayacağımı anlayınca, yanıtlıyor;
- Mümkün değil arkadaşım, olmaz bu paraya!
Her koşulda ağzı laf yapabilen ben, dilimi yutmuş gibi kalakalıyorum. Ne bir teminat verebiliyorum, ne de aklıma bir öneri geliyor, sanırım artık yüzüm kireç gibi, yalnızca 'lütfen' diyebiliyorum ve dükkanın bir köşesinde dikilip bekliyorum. Başka ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Ara sıra satıcı bana bakıyor, dışarıya çıkmamı ister gibi bakıyor, çıkamıyorum. Ümidimin tükenmek üzere olduğu son anda dükkanda oturan arkadaşlarından biri müdahale ediyor;
- Versene istediği maskeyi! Parasını mı saklıyor senden? Üstü neyse ben ödeyeceğim..
Maskem elimde, dükkandan çıkarken ağladığımı farkediyorum. Gezi Direnişi'nin toplamında yalnızca o gün çok ağladım. Eve dönene kadar yol boyunca ağladım. Sanırım zaten dükkanda ağlamaya başlamışım.
Bazen öylesine dolar, dolar ve dolarsınız ki, en olmayacak noktada kaybediverirsiniz kontrolü. Ama o gün en çok, yaşadığım kente dair tüm önyargılarımın kayboluşuna ağladım. O gün aslında sevinçten... O gün birbirimize 'inanmaya' başladığımız gündü. Sanırım o gün ben, İstanbulla barıştım. Bunu bekliyormuşum.
Tüm politik tartışmalar şöyle dursun, bu sürecin bir de 'hafızası' var.
Bir çoğumuzun Gezi'den asıl beklentisi, İstanbul'a dair küçücük bir dayanışma ihtimalinin gerçekleşme olasılığından ibaretti. Gezi; bu mucizeyi sayısız kere gerçek kıldığı ve incecik detaylarda hepimize bir köşede yaşattığı için Gezi.
YAŞASIN!
…
Not: 3M Gaz maskeme gelince, birkaç gün kullandıktan sonra diğerlerinden pek bir farkı olmadığını görüp onu da tanımadığım bir göstericiye armağan ettim. Direnişe maskesiz devam ettim.