14 Aralık 2024 Cumartesi

TOMO

 


İki aile var. İlkini yukarıdaki belirliyor. İkincisini hayat. Hayatın içinden, öyle alelade ilişkilerde kuruyorsun aslında aileyi. İlki hikmet, ikincisi kader. İlki sebep oluyor, ikincisi sonuç. Ama ben yine de geniş zaman kullanacağım. 

Öyle alelade formel ilişkiler içerisinde belirdi aslında Tomo. Akademi, tez, araştırma, yayınlar, azınlık aktivizmi, arşivler derken. Tomo diye biri var. Sonra bir baktım ki adam dahi. Bildiğin deha yani. Sekter değil üstelik... Açık yürekli, mert, anlayışlı, adam gibi adam. 

Hiçbir ‘üstün başarı’ iddiasına tenezzül etmeden, arka plandaki asıl yol gösterici. Bütün basit sorularınıza cevap verebilen o adam, hikayedeki gizli kahraman gibi. Baba gibi... 2000'li yılların başında benimle pek de gurur duymayan ‘genetik babayı’ bir sahil kasabasında dünyevi dertleriyle ve pragmatik çözümleriyle baş başa bırakmıştım zaten. 

Tomo ile ben ahirete de meraklıydık; mezarlıkları, mezar taşlarını, gidenlerin hikayelerini, geride bıraktıklarını, ruhları, görülmeyen mirasları, unutulanları, ötekileri seviyorduk. Bu ortak tutkudan ibaretti olur. Oluru vardı. Ortak bir hırs, kurtarabileceğimiz kadarını kurtarmaya dair... İkimizin de 'Yangında İlk Kurtarılacaklar' listemiz vardı, listeleri yan yana koyduk. Tuttu. 

Yalnızca iş yapmaz, niyete inanırsa bir tür ‘babalık’ misyonu geliştirir ve etrafındaki gençlere bu korumacı misyonla yaklaşır... Üstelik etrafında hep biraz ‘zor çocuklar’ olurdu. Doğuştan ‘avantajlı’ tiplerle pek mesaisi olmadı Tomo’nun, aksileri severdi. Son 15-20 senedir etrafındaki gençlerle ilgilenmekten, kendi öz evlatlarıyla ilgilenmeye ne kadar zaman ayırabildi emin değilim. Gerçi yayınevi de onun bir evladı sayılırdı, bu açıdan bakarsak aşireti vardı. 

Ben Tomo ile yalnızca kitap basmadım, beraber cenaze merasimi de organize ettik, soframızı da paylaştık, sergi de kurduk, panellerde de konuştuk, aynı anda sustuğumuz ve aynı anda hararetlendiğimiz haller de oldu. Bazı insanları birlikte tanıdık ve çok sevdik. Bazı insanlara o okeydi ben pek beğenmedim. Bazı insanları ben beğendim onun pek gözü tutmadı. Eninde sonunda ikimiz yine aynı masanın başındaydık. Çünkü aile olmak.  

Bütün bir mesaimiz boyunca yalnızca iki kez, Hrant Dink’ten bahsederken gözleri doldu ve dudakları titredi... Bunun dışında yakındığını hiç görmedim, daima güçlüdür. Sabırla karışık bir sükûnet, bir tür sabit tebessüm vardır Tomo’nun ifadesinde, bu ifade asla değişmedi. Bazı zamanlarda ise aşırıya kaçan bir mütevazilik, derdim ona arada, ‘bu kadar mütevazi olmayalım’. O yine de tedbiri elden bırakmazdı. Sanıyorum bu aynı zamanda bir savunma mekanizmasıydı. Kendi ifadesiyle, ‘hep iyilik meleğini oynamak zorundaydık’ zira.  

Eğer hayatımda Yetvart Tomasyan gibi bir aktör olmasaydı, sanıyorum bugün dert edindiğim meselelerin %50 kadarını hiçbir surette dert edinmezdim. Bu aynı zamanda şu demek oluyor; eğer hayatımda Yetvart Tomasyan olmasaydı ben de bugünkü halimden %50 eksik kalırdım. Oğullarda bir tür ‘babaya layık olma’ hissiyatı yatar, düşünüyorum da ben aslında en çok Tomo’ya layık olmak istedim. Bir diğer ifadeyle, eğer ona ‘layık olma’ sorumluluğu olmasa, ben de bazı şeylerin peşine hiç düşmeyebilir, bu kadar titizlenmeyebilirdim. Bazı anlarda hem onu hem kendimi yoracak kadar.  

Geçirdiğimiz yıllar Türkiye Ermenileri için kolay olmadı. Ermeni yayıncılık geleneğini küllerinden diriltmeye ve Batı Ermenicesini yaşatmaya adanmış bir yayınevi için de keza. Sözü yarıda kesilmiş insanlara özgü bir ruh hali çöktü üzerlerimize... Yarım yamalak bir sessizlik, ağızlarda kekremsi bir tat, nereye baksak yanlış. 

Bu sessizlik içerisinde geçti tedavi süreci, ‘bitirmem gereken birkaç iş var, ondan sonra ben de çekileceğim’ dedi Tomo... Sonra da pek konuşmadı. Zaman içerisinde daha iyi pekişiyor tabi, ne büyük bir şeref onunla olmak. Bir süredir yalnızca binalar değil, bazı insanların da ‘Korunması Gereken Kültür Varlığı’ olarak tescillenmesi gerektiğini ve hayat hikayelerine daha hassas yaklaşılması gerektiğini savunuyorum. Bu insanlar ne yapmış(?), nasıl yapmış(?), neden yapmış(?), haklarında tutanak tutulması gerektiğini savunuyorum. Eğer Türkiye için elimde bir liste olsa, Tomo benim listemde ilk üçe zimmetliydi. Ben onun hakkında, onun kadar mütevazi olamayacağım.  

Veda edenlere arkasından helallik verilir ama ben senden isteyeceğim; üzerimdeki hakkını ve emeğini helal et sevgili Tomo... Ve ruhun daima rahat olsun, hepimiz bir yerlerde ‘sana layık olmak için’ elimizden geleni yapmaya devam ediyor olacağız. Müsterih ol. 

Başımız sağolsun, mekanın cennet olsun. 
Tüm sevenlerine sabırlar dilerim. 


28 Temmuz 2024 Pazar

Is this France?

 











Uzak sayılmayacak bir tarihe kadar ‘Batı Dünyası’nın gösteri fenomenlerinden biri olan Freak Show’ların yasaklanmasının temel bir hukuki gerekçesi vardı; insanları varoluşlarından dolayı sergilemenin ve gösteri nesnesi haline getirmenin’ artık suç sayılması. Aktörleri engellilerden, cücelerden, anomalilerden, devlerden, sakallı kadınlardan, obezlerden vb. meydana gelen Ucube Şovları 21. yy ile birlikte tamamen yasaklandı. 


Bu endüstrinin bir diğer ayağı ‘İnsan Bahçeleriydi’. Kolonyalizm ile birlikte aynen hayvanat bahçelerinde olduğu gibi insanların farklı morfolojik özellikleri sebebiyle (ten rengi, kalça büyüklüğü, boy kısalığı, göz formu, iskelet yapıları vb.) Avrupa’ya taşınıp kafesler içerisinde kamusal alanlarda sergilenmesi bir norm halini almıştı. Vaktiyle üzerinden milyonlar kazanılan bu iki endüstri üzerine çokça paylaşım yapıldığı için meraklılarını araştırmaya davet ederek 2024 Paris Olimpiyatlarına odaklanmak isterim. 

Modern Amerikan kültürünün ‘nostaljileri’ arasında sayılabilecek Woke Kültürü aslında Fransa’da doğmadı. Bir Amerikan fenomeni olarak doğdu. Kuşkusuz hiçbir zaman ‘Freak Show’ ya da ‘İnsan Bahçeleri’ düzeyinde bir egzotizm içermedi, son derece progresif bir iç ses, bir alt kültürün kendi temsil kodlarını tanımlanması olarak okundu, ortaya çıktığı yıllar için... LGBT+ topluluğu bu gösterileri öncelikle birbirlerine izletmek üzere hazırladı, parodiler ve ironiler birbirlerine yönelikti, bundan ancak yıllar sonra toplumun diğer kesimleri bu şovlara dahil oldu. Peki aynı gösteriyi alıp ana akım kanallar aracılığıyla 2024 Paris Olimpiyatları’nda bir buçuk milyar insana aynı anda izletirseniz ne olur? 

Hayli eski bir kültür aslında Woke, demode olduğu kadar bir yanıyla nostaljik bile sayılabilir... Öncelikle bunun gözümüze çok ilerici “Yüksek Sanat” gibi sokulmasını bilemedim. Diğer yandan bir alt-kültür özünde underground, ana akıma dönüştürüldüğünde ortaya çıkan iticiliği kestiremedim. Açılış töreni, mekânsal ve zamansal bağlamından tamamen kopartılmış, bir devletin resmi temsilinde araçsallaşmış, ve hatta ‘Son Akşam Yemeği’ gibi klişelerle adeta karikatürize edilmiş izlenimi yarattı.    

Bu kitsch sahnenin, 2024 yılında Paris Olimpiyatlarına taşınması ise Batı Dünyası’nın uzun zamandır pek bir ‘kültür’ üretemediğini kanıtlıyor gibi... Belki de burada asıl sorgulanması gereken, Avrupa’nın tıkanmış kültür endüstrisi olmalı. 

Benim Fransam hala biraz Gilles Deleuze, biraz Jean-Paul Sartre, biraz Simone de Beauvoir, biraz Roland Barthes... Bir progresif kültürden bahsedeceksek şayet, bunu kendi entelektüel geleneği içerisinde hala harikulade üretme olanaklarına sahip bir komün. Üstelik LGBT+ hakları konusunda kendini kanıtlaması gereken bir ülke olduğunu hiç sanmıyorum. Diğer yandan Fransa uzunca zamandır zaten biraz Amerika, yalnızca gündelik yaşam eğilimleri değil, kültürel anlamda da bir ‘uydu’ görünümünde. Alt kültürlerin bile Amerika'dan ithal edildiği, insanların ne kadar 'Amerikalı' hissettiklerini kanıtlamaya çalıştıkları bir yere dönüşüyor.  

Son derece haklı sosyo-politik sebeplerle benim yakın çevrem %99.9 oranında dünkü gösteriyi ayakta alkışlama, savunma ve yüceltme eğiliminde. 1936 Nazi Olimpiyatlarına kadar giden, sanat tarihinde daima hararetle tartışılmış bir temsil problematiğinin son halkası olarak okumak da çok elzem. Ancak meseleye biraz mesafelendiğimde ben aynı motivasyonu hissedemedim. Böylesine ciddi bir temsilde Son Akşam Yemeği’ne kadar düşülmesi bir yana, (ki sanıyorum artık bu eser ile ilgili üretilmemiş klişe yoktur ve olimpiyatların din eleştirisi ile ilgisi yoktur) velev ki gösteri harikuladeydi, şahaneydi, en iyisiydi; Freak Show nerede biter(?), Woke nerede başlar(?) sorusu baki. 

LGBT+ partisinde Woke yapmakla, olimpiyat sahnesine Woke koymak arasında bir nüans farklı var. Şov ve izleyici arasında bu kez başka parametreler var. Bu parametreden payımıza düşen, sansasyon mudur(?) yoksa hayli zor bir eşiğin akılcılıkla aşılması mıdır(?) sanıyorum tartışmanın ana ekseni olmalı.   

Tartışmaya çok değer bir konu olduğu için. 


27 Temmuz 2024 Cumartesi

Bir ‘Utopia Station’ olarak; Arkhe Projesi

 


Modern zamanların gelmiş geçmiş en kuvvetli bienallerinden Venedik Bienali’nin 50. edisyonu, 2003 yılındaki kontekstini ‘Utopia Station’ (Ütopya İstasyonu) olarak belirler. Buckminster Fuller "günümüz dünyası ütopyadan daha azı için çok tehlikeli" demiştir bir defa... Ütopya kaşiflerinin kurduğu istasyonlar bir duraklama noktasından fazlası değildir. Durup bakılacak, konuşulacak, tartışılacak, yeni güzergahlar ve rotalar belirlenecek en doğru adrestir istasyon. 

Buluşmalar/ayrılışlar/kavuşmalar/kopuşlar aynı zamansal ve mekansal düzlemde gerçekleşir. Hayli çetrefilli bir geçmişte sayısız sabit ideolojiye bürünen ütopyanın kendisi, önce bir katalizör haline gelmek veya her zaman olduğu gibi hiçbir yer olmamak, daha iyi bir gelecek için bir umut olmak üzere gevşetilecektir. 

Her biri kendi içinde ayrı birer istasyon niteliği taşıyan Osep Minasoğlu ve Maryam Şahinyan arşivleri üzerine, basit bir sebeple uzun süredir konuşmadım. Bir işi bir tarihte iyi yaptığınıza eminseniz, - bu bir konser, sergi veyahut spor müsabakası olabilir - ve ilerleyen yıllarda daha iyisini yapamayacaksanız, hiç yapmamayı yeğlersiniz. Hatta engellersiniz. Bu yüzdendir ki kreatiflerin büyük bölümü, işlerini en iyi yaptıkları pik tarihlerde saplantılı yaşarlar. Her iki projeyi de sessize almamdaki motivasyon, aynı fiziksel ve teknolojik imkanların (mekan, prodüksiyon, sunum, bütçe vs.) yakın bir zamanda bir araya gelemeyeceğine dair önyargımdı. 

20-28 Temmuz tarihleri arasında Arkhe’de gerçekleşen ‘Maryam Şahinyan Fotoğraf Kampı’ bu önyargının kırıldığı yer oldu, cırcır böcekleri arasında, hayli zaman sonra kendimi ilk kez kendi istasyonlarımda duraklarken buldum. 

Bu süre boyunca Arkhe’yi bir alternatif eğitim kurumu gibi değil, Venedik Bienali’nin 50. edisyonunu dolaşır gibi dolaşıp izlemek de gerek. Küçük yapılar, modeller, duvarlar, asimetrik merdivenler, volta tavanlar, replikalar, asma katlar, çekme katlar, taş yapıların duvar ayrıntılarına tuğlalarla işlenmiş hayat ağacı ve güneş kursları, yarım bırakılmış heykeller, tamamlanmış heykeller arasında yaşayan bir performans alanı, cıvıltı, devasa bir sinema perdesi, kot farkları, Ortaçağ kuleleri, yanı başınızda bir kabare, ziyadesiyle bolluk bereket, kaya mezarı, dehaz devrimi...(?) En son Gezi Parkı’nda bıraktığımız; gündelik hayatın, sanatın bir adım ötesine geçtiği, ve hatta sanatın bazı durumlarda gerçek hayatın hayli gerisine düştüğü türden bir deneyim. Gerçek bir istasyon. 

Modern kentlerin kapıları havalimanlarıdır. Bir önceki tarihin kent kapılarından farklı olarak sivildir ve rastlantısallığa dayanır. Civarında imar bile bulunmayan 350 rakımda çam ormanları arasında bir ‘kent kapısıyla’ aynı karşılaşmaları ve rastlantısallığı kurgulamak ise bizim bildiğimiz anlamda alternatif eğitim kurumlarını aşar, o kapıdan girdiğiniz andan itibaren sizi Frankfurt Okulu’na götürür, dönüştürür. Arkhe’nin asıl mucizesi, sürekliliği sindirmesinde yatıyor. Atalardan miras, ve hatta yanı başındaki Efes Okulu’nun kalıntılarına uzanan bir sürekliliğin sağduyu ile güncellenmesi.  

Zamanı geriye almak gibi bir olasılık yok, 2003 yılındaki 50. Venedik Bienali edisyonu bir daha gerçekleşmeyecek. Ütopya İstasyonları ise varlıklarını türlü yaklaşımlarla sürdürmeye devam edecek. 

Yaz ayları boyunca Ege Kıyılarını basan tek tip kalabalıklardan boğulursanız rotanızı yükseklere çevirin. Selçuk’un bu serin dağlarında, Türkiye’de bir arada bulmanız pek muhtemel olmayan insanlar tanıyacaksınız. Dâhilerden şamanlara, materyalistlerden ezoteriklere, şifacılardan matematikçilere, sanatçılardan dervişlere, sosyal bilimcilerden simyacılara, felsefecilerden bilişimcilere uzanan bir yolculuğun aktörleriyle aynı jestlerde buluşacaksınız. Yegane ortak noktaları ‘azim’ olan bu insanların hikayelerinden, kendi hikayenize sağlayacağınız katkının toplamı; ARKHE.  

Bana kalırsa günübirlik bir ziyaretle yetinmeyin. Mümkünse kendinize harikulade programlardan birini seçip bütün haftayı Arkhe’de geçirin. Üstelik bu ‘rizomatik’ bir öğrenme modeli. 
Dağınık ve karışık varlıklar gibi görünmesine karşın rizomlar, kendi aralarında bağlantılıdır ve hiyerarşik gelişme göstermezler. Rizomatik öğrenme ağaçsı düşüncenin; ağaçsı düşünce ise rizom düşüncesinin anti-tezi gibi okunabilir. Formel eğitim kurumlarının sunduğu ağaçsı düşünce hiyerarşik, tabakalı, sınıflara ayrılmış bütünleri temsil ederken, rizomatik düşünce hiyerarşik olmayan yatay düzlemdeki çokluğu ve çeşitliliği temsil etme eğilimdedir. 

Arkhe’nin sunduğu çoğulcu düşünme pratiği, arka planda hangi disipline dayandığınızdan bağımsız olarak, size mütevazi sayılamayacak bir istasyonun kapılarını aralayacak. Ben eve döndüğünüzde aldığınız dersten çok daha fazlasını ‘öğreneceğinize’ garanti ederim.

İyi ki varsın Arkhe.