SİNOPALE 3, Third Sinop Biennial “HIDDEN MEMORIES, LOST TRACES”
Workshops: 4th August – 4th September 2010
Opening: 14th August 2010
Exhibitions: 14th August – 4th September 2010
Venues: Historical Sinop Prison, Lonca Kapısı, Dr. Rıza Nur Public City Library, Ülgen Cutter Boat House, Gerze City Theatre, Sinop Science-Art Centre
Curators: T. Melih Görgün, Beral Madra, Vittorio Urbani, Nike Baetzner, Rana Öztürk, Branko Franceshi, Vaari Claffey, Hande Sağlam
Artists
Ayhan&Bahar Enşici, Maria Ikonomopoulou, Karena Johnson, Hülya Karakaş, Ludwig Kittinger, Georg Klein, Rean Koen, Sıtkı Kösemen, Ronan McCrea, Anne Metzen, Daniele Pezzi, Jelena Vasiljev, Rhona Byrne, Declan Clarke, Işıl Eğrikavuk, Gülsün Karamustafa, Sean Lynch, Fiona Marron, Bea McMahon, Ferhat Özgür, Maria Papadimitriou, Sarah Pierce, Tayfun Serttaş.
The third edition of Sinopale, International Sinop Biennial is going to be held this year with the conceptual framework “Hidden Memories, Lost Traces”. It has been envisioned for tackling what is visible and invisible in a city in order to apprehend the memory of the city and to identify properly the information related to this habitat so that it can be preserved for future years. The conceptual framework intends to draw attention to what is “told” and “untold” in this geographical location which is a “transit area”.
“In order to hear the hidden narratives of a city, one has to experience the city. The invisible aspects of a city are revealed by the narratives of the city. The sense created by the narratives related to a city is the same with the sense of that city. If one has internalized the sense of a city, s/he projects something relating to his/her home city onto every city that s/he sees or relates, just as in the novel ‘Invisible Cities’ by Italo Calvino.”*
The project aims to deal with the hidden memories and lost traces of the city, thus stimulating memories of the artists as well. The artists who will be given information about the city’s memory pertaining to a period before the world was subjected to the coercive effects of globalisation, will seek ways of revealing memories that were concealed for a long time. The actualization of t he memory by means of arts will perhaps link with the present unexpected singular events, thus allowing new readings of the process of change and actual events that take place in European cities.
Sinopale 3 is a civil society project that aims to enhance development and social transformation through cultural and artistic cooperation and creates a platform for collaboration through workshops, exhibitions and performances. It attempts to make artists, designers, architects, cultural managers, tradesmen, local governors, educators, inhabitants and viewers collaborate at intellectual and operational levels and work in a “participative-interactive” way.
The exhibitions displaying the artworks will be launched at the opening which will take place in the Historical Sinop Prison on the 14th August 2010.
Furthermore, within the scope of Sinopale 3 there will also be; “Gotland Pedagogy Art Seminar” for training art teachers lead by Sonja Tanrısever, art workshops for children, “The Giant Symphony Within Me II” - musical therapy workshop by Renan Koen, Artcitizens’ shop - “A 22 day design shop” (a project that was first realised within the framework of the 11th International Istanbul Biennial parallel events), dance workshop and “Ember” performance by Ziya Azazi, “To Get Lost... Hidden Faces...” – theatre workshop run by Hülya Karakaş in collaboration with Gerze City Theatre, performing arts workshop run by Karena Johnson in collaboration with independent theatres in Sinop, “The Trace of the Voice – Engin Aksan Archive Exhibition” and “Voices” workshop curated by Hande Sağlam, “Sinop’s Forgotten Children’s Games” workshop by Ayhan and Bahar Enşici and the showing of video art selections by Turkish and Irish artists curated by Rana Öztürk and Vaari Claffey. The international forum “Arts and Culture as Catalysers for Urban Development and Social Transformation” is another important event at Sinopale 3.
........................................................................................
SİNOPALE 3, Üçüncü Sinop Bienali “GİZLİ ANILAR, KAYIP İZLER”
Çalıştaylar: 4 Ağustos – 4 Eylül 2010
Açılış: 14 Ağustos 2010
Sergiler: 14 Ağustos – 4 Eylül 2010
Mekanlar: Tarihi Sinop Cezaevi, Lonca Kapısı, Dr. Rıza Nur İl Halk Kütüphanesi, Ülgen Kotra Evi, Gerze Şehir Tiyatrosu, Sinop Bilim-Sanat Merkezi
Küratörler: T. Melih Görgün, Beral Madra, Vittorio Urbani, Nike Baetzner, Rana Öztürk, Branko Franceshi, Vaari Claffey, Hande Sağlam
Sanatçılar
Ayhan&Bahar Enşici, Maria Ikonomopoulou, Karena Johnson, Hülya Karakaş, Ludwig Kittinger, Georg Klein, Rean Koen, Sıtkı Kösemen, Ronan McCrea, Anne Metzen, Daniele Pezzi, Jelena Vasiljev, Rhona Byrne, Declan Clarke, Işıl Eğrikavuk, Gülsün Karamustafa, Sean Lynch, Fiona Marron, Bea McMahon, Ferhat Özgür, Maria Papadimitriou, Sarah Pierce, Tayfun Serttaş.
Sinopale, Uluslararası Sinop Bienali bu yıl üçüncü kez hayata geçiyor. Sinopale 3’ün kavramsal çerçevesi “Gizli Anılar, Kayıp İzler” başlığını taşıyor. Kavramsal çerçeve, bir kentte görünen ve görünmeyenlerin ele alınarak kent belleğinin algılanmasına ve bu yaşama alanına ait bilginin doğru saptanarak gelecek yıllara kalmasına yönelik olarak düşünüldü. Bu kavram, tarihsel bağlamda “geçiş alanı” olarak saptanmış bu coğrafyada “konuşulan” ve “konuşulmayanlara” dikkat çekmeyi amaçlıyor:
“Her kentin bir görünen bir de görünmeyen yüzü vardır. Kentin görünmeyen yüzü hikayelerinden yola çıkılarak açığa çıkarılır. Bu hikayelerin verdiği his, kent hissini, kentin anlamını oluşturur. Italo Calvino’nun söylediği gibi, kent hissini zihnimizdeki “görünmez kent” yaratır. Bu görünmez kentler nereye ait olursa olsunlar, sürekli sınırlarını ötelerler. Eğer kişi bir kentin anlamını içten içe kavrarsa, gördüğü veya anlattığı her başka kentte, kaçınılmaz olarak kendi kentinin hissiyle yola çıkar.”*
Projenin amacı kentteki gizli anıları ve kayıp izleri ele almaktır. Belirli bir kentin, dünyanın küreselleşmenin zorlayıcı etkilerine maruz kalmadan önceki bir döneme ait anılarının bilgisi verilen sanatçılar, kendi anılarını da katarak uzun zaman üstü kapalı kalmış, örtbas edilmiş anımsamaları açığa vurma yollarını araştıracaklar. Böylelikle proje bazı gerçekleri ortaya çıkarma ve bu bilgi üzerine Avrupa’nın duygusal belleğini tamamlayarak güçlendirme amacı taşıyor.
Kentsel kalkınma ve sosyal dönüşümü yerel ve uluslararası kültürel-sanatsal işbirliğiyle harekete geçirmeyi amaçlayan bir sivil toplum projesi olan Sinopale 3, çalıştaylar, sergiler ve performanslarla, sanatçılar, tasarımcılar, kültür yöneticileri, esnaf, yerel yöneticiler, eğitimciler, kent sakinleri ve izleyicilerin entelektüel ve işlevsel düzeyde işbirliği yapacakları bir platform oluşturuyor.
Yapıtların izlenebileceği sergiler Tarihi Sinop Cezaevi’nde yapılacak törenle 14 Ağustos’ta açılacak. Sinopale’nin bu yılki sergisinde Joel Andrianomearisoa, Maria Ikonomopoulou, Georg Klein, Sıtkı Kösemen, Ronan McCrea, Els vanden Meersch, Anne Metzen, Daniele Pezzi, Masa Projesi, Maria Papadimitriu, Seyit Saatçi, Jelena Vasiljev ve Ludwig Kittinger’in işleri yer alacak.
Sinopale 3 kapsamında ayrıca Sonja Tanrısever liderliğinde sanat öğretmenlerine yönelik “Gotland Pedagojik Sanat Semineri”, çocuklar için sanat atölyeleri, Renan Koen’in “İçimdeki Dev Senfonim II” müzikal terapi atölyesi, daha önce 11. Uluslararası İstanbul Bienali paralel etkinlikleri kapsamında yer alan projelerden Artcitizens’ shop “22 Günlük Tasarım Dükkanı”, Ziya Azazi’nin dans atölye çalışması ve “Ember” başlıklı performansı, Hülya Karakaş’ın Gerze Şehir Tiyatrosu ile gerçekleştireceği “Kaybolmak… Saklı Yüzler…” tiyatro atölyesi, Karena Johnson’ın Sinop’taki bağımsız tiyatrolarla gerçekleştireceği sahne atölyesi, Hande Sağlam’ın küratörlüğünü yapacağı “Sesin İzi – Engin Aksan Arşiv Sergisi” ile “Sesler” atölyesi, Ayhan ve Bahar Enşici’nin gerçekleştirecekleri “Sinop’ta Unutulan Çocuk Oyunları” atölye çalışması ve Rana Öztürk ve Vaari Claffey’in hazırladığı Türk ve İrlandalı sanatçılardan oluşan “Geçici Olarak Rafa Kaldırıldı” sergisi Dr. Rıza Nur Halk Kütüphanesi’nde yer alacak. “Kentsel Kalkınma ve Toplumsal Dönüşümün Katalizörü Olarak Kültür-Sanat” başlıklı uluslararası forum da Sinopale 3’ün önemli etkinliklerinden biri olacak.
25 Ağustos 2010 Çarşamba
3th International Sinop Biennial
Temporarily Shelved / Geçici Olarak Rafa Kaldırıldı
About 30 artists are taking part in the biennial this year. Among them are Ayhan and Bahar Enşici, Maria Ikonomopoulou, Karena Johnson, Hülya Karakaş, Ludwig Kittinger, Georg Klein, Rean Koen, Sıtkı Kösemen, Ronan McCrea, Anne Metzen, Daniele Pezzi, Jelena Vasiljev, Rhona Byrne, Declan Clarke, Işıl Eğrikavuk, Gülsün Karamustafa, Sean Lynch, Fiona Marron, Bea McMahon, Ferhat Özgür, Sarah Pierce and Tayfun Serttaş. The participating artists produce their artworks in pursuit of secret memoirs and lost traces.
The curators of the Sinop Biennial are T. Melih Görgün, Beral Madra, Vittorio Urbani, Nike Baetzner, Rana Öztürk, Branko Franceshi, Vaari Claffey and Hande Sağlam. The venues of the biennial are the historical Sinop Prison, the Lonca Kapısı, the Dr. Rıza Nur Public City Library, the Ülgen Cutter Boat House, the Gerze City Theater and the Sinop Science and Art Center. The biennial opened on Saturday and will remain on display until Sept. 4.
Sinopale, which borrowed the title of a book by French philosopher Michel Foucault to make the previous edition’s theme the “New Order of Things,” this year relies on Italo Calvino and takes inspiration from the author’s “Invisible Cities.” In this area that has historically been a transition area, Sinopale attempts to handle secret memoirs and lost traces in the city by drawing attention to what is said and left unsaid.
Sinopale’s art director, Görgün, said art must not gather in central cities like İstanbul but must spread across the country. While explaining that there has been an evident change following the first edition of the Sinop Biennial, Görgün said, “[After the first Sinop Biennial] we began to deal with the education of children and to build up an infrastructure. Volunteers working with us attended our previous workshops. Their parents and shopkeepers in the city have also begun to have aesthetic concerns. They are working to make a better living space. These are the contributions of the biennial.
Görgün also said they highlighted the international aspect of the biennial this year. “We feature more foreign artists because the biennial has an international aspect. There are also artists from Sinop. Our biennial attracts attention in İstanbul art circles and in the international arena. What attracts them is the biennial being beyond the center. The Sinop Biennial is the second-best-known biennial in Turkey after the International İstanbul Biennial. Art must not gather in the center.”
About 30 artists are taking part in the biennial this year. Among them are Ayhan and Bahar Enşici, Maria Ikonomopoulou, Karena Johnson, Hülya Karakaş, Ludwig Kittinger, Georg Klein, Rean Koen, Sıtkı Kösemen, Ronan McCrea, Anne Metzen, Daniele Pezzi, Jelena Vasiljev, Rhona Byrne, Declan Clarke, Işıl Eğrikavuk, Gülsün Karamustafa, Sean Lynch, Fiona Marron, Bea McMahon, Ferhat Özgür, Sarah Pierce and Tayfun Serttaş. The participating artists produce their artworks in pursuit of secret memoirs and lost traces.
The curators of the Sinop Biennial are T. Melih Görgün, Beral Madra, Vittorio Urbani, Nike Baetzner, Rana Öztürk, Branko Franceshi, Vaari Claffey and Hande Sağlam. The venues of the biennial are the historical Sinop Prison, the Lonca Kapısı, the Dr. Rıza Nur Public City Library, the Ülgen Cutter Boat House, the Gerze City Theater and the Sinop Science and Art Center. The biennial opened on Saturday and will remain on display until Sept. 4.
Sinopale, which borrowed the title of a book by French philosopher Michel Foucault to make the previous edition’s theme the “New Order of Things,” this year relies on Italo Calvino and takes inspiration from the author’s “Invisible Cities.” In this area that has historically been a transition area, Sinopale attempts to handle secret memoirs and lost traces in the city by drawing attention to what is said and left unsaid.
Sinopale’s art director, Görgün, said art must not gather in central cities like İstanbul but must spread across the country. While explaining that there has been an evident change following the first edition of the Sinop Biennial, Görgün said, “[After the first Sinop Biennial] we began to deal with the education of children and to build up an infrastructure. Volunteers working with us attended our previous workshops. Their parents and shopkeepers in the city have also begun to have aesthetic concerns. They are working to make a better living space. These are the contributions of the biennial.
Görgün also said they highlighted the international aspect of the biennial this year. “We feature more foreign artists because the biennial has an international aspect. There are also artists from Sinop. Our biennial attracts attention in İstanbul art circles and in the international arena. What attracts them is the biennial being beyond the center. The Sinop Biennial is the second-best-known biennial in Turkey after the International İstanbul Biennial. Art must not gather in the center.”
19 Ağustos 2010 Perşembe
15 Ağustos 2010 Pazar
sen yazarken biz uyuyorduk
tabi sen yazarken biz uyuyorduk
hepimiz
ve de biz uyurken yazıyordun sen
ondan böyle olduk canım
sonra hepimiz arkadaşın olduk ya
ben aslında o arkadaşlarına falan da
çok öfkeliyim ya
hadi neyse...
hepimiz
ve de biz uyurken yazıyordun sen
ondan böyle olduk canım
sonra hepimiz arkadaşın olduk ya
ben aslında o arkadaşlarına falan da
çok öfkeliyim ya
hadi neyse...
Bir "Dava" İronisi Olarak Bugün.
Hrant Dink üzerine konuşmaktan ve yazmaktan itina ile kaçınırım. Konu 19 Ocak olduğunda, tüm hislerimi ve düşündüklerimi en asgari biçimlerde dışa vururum. Hatta duvar olurum. Susma "hakkımı" kullanmak için değil, tam aksine, bu mesele benim açımdan çok içkin bir çığlığa tekabül ettiği için. Üzerine kuracak tek bir cümlem olmadığı için. Kimyam bozulduğu için. Karşıma birilerini alıp, cafe köşelerinde tartışılacak bir "gündem" olarak saptamadığım için. En çokta, buna dayanacak mecalim kalmadığı için. Ayrıca o davanın gönüllü muhatabı olduğum için. Aynı "suçtan" yargılandığım için. O davanın, tüm gerçek bileşenleri gibi.. Çünkü yanlızca davaların gerçek muhatapları susmak zorundadırlar. Sonunu göremedikleri bir süreci, olasılıklar arasında en zor yöntem olsa da, "soğukkanlılık metodu" ile beklemek zorunda kalırlar. Bu, iki katı yorar... Çoğu kez dışarıda kopup giden gürültüye kulaklarını tıkar ve düşünürsün. Başın önüme düşer. İçinden yanlızca sessizlik gelir. Ve şimdi yine Hrant Dink adına birşey söylemek istemiyorum. Sözüm AHIM üzerine...
Bugün, AHIM'de görülen ilk Hrant Dink duruşmasının haberi ile uyandım. Radikal, "AHIM'deki savunmayla Dink bir kez daha öldürüldü!" başlığı ile veriyordu... Haberi. Dileyenler araştırıp okurlar. Burada tekrardan özetini geçmeyeceğim. Beklenen şeyler olmuştu. Türk Devleti kendisini hayli keskin bir dille savunmuş, hatta AHIM'e sunduğu savunmada Hrant Dink ile nasnoyel sosyalizm övgüsü yapan Nazi örgütü lideri Kuhnen arasında çeşitli bağlantılar kurmaya dahi çalışmıştı. Bilindik bir metod olarak, azınlıklara yapılacak en kolay şeyi yapıp, Hrant Dink'in aslında Ermeni milliyetçisi olduğuna kadar getirilmişti konu. Yine Türk Devletinin savunmasına göre, son yazısı "biliyorum ki, bu ülke de güvercinlere dokunmazlar..." diye biten bir adamın, can güvenliği ile ilgili hiçbir talebi yoktu...(!?!?) Yani son üç seneyi göz önüne alarak düşünürsek, aslında hiçbir şey değişmemişti. Bugün bir kez daha bunu öğrenmiş olduk. Bu haber, benim açımdan en çok buna yaradı...
Diğer yandan, taraflı bir irade olarak Türkiye'nin savunması ne kadar dramatik ise tüm meseleyi AHİM üzerinden anlamak ve o mahkemeyi belirleyici bir asli kriter olarak öngörmekte o kadar dramatik olacaktır. Gün itibarı ile hiyerarşinin başında mahkemeler ve oradan çıkacak kararlar değil, bizler varız. Türlü türlü irade daha var bugün. İyi kötü, bir kamuoyu var.. Devleti inkar etsenede, 1915'i Soykırım olarak çoktan tanımış azımsanmayacak bir kitle var bu ülkede. Hukuk dediğimiz ve önüne kırmızı halilar serdiğimiz o yüce mecranın nasıl bir tıkanmışlık içerisinde olduğunu kanıtlayan sayısız delilimiz var. Kaldı ki AHİM, asla sütten çıkmış ak kaşık değildir. Hiçbir zaman olmadı. Ve o dava hiç beklemediğimiz bir yöne evrilse dahi... Ben şaşırmam. Hukuğa olan güvenimi doğduğum gün kaybetmiş olduğum için şaşırmam. Kendimi dün olduğumdan daha fazla tedirgin ve tuhaf hissetmem. Biz çoktan öğrendik, adalet ne imiş, ne değil imiş.. "Değilleri" teker teker aklımda. O nedenle AHIM ne demiş, Türk Hükmeti kendisini hangi abuk argümanla savunmuş, hepsi bidi bidi geliyor bir tarafından.. Telefon defterime bakıyorum, biz var mıyız, yok muyuz? Geride kalan kaç kişiyi daha arayabilirim bu sabah.. İşte bu kadarı ile yaşıyorum, yaşıyoruz. Öğrendik.
Şaşırmam, fakat şunu sorarım;
19 Ocağın hemen ertesinde, hacmi küçük fakat anlamı büyük bir eylemliliğe geri döndüm bu sabah. Kendi hakkımda, aynen Hrant Dink'in kullandığı cümleleri sarfederek "Türklüğü Alenen Aşağılamak" adına yapmış olduğum suç duyurusunu ve sonrasında adresime postalanan "kararları" tekrar tekrar okudum. Tüm ısrarlarımıza rağmen "aynı suçtan" yargılanmamıza engel olan "hukuki" kayganlık, adalet dediğimiz mekanizmanın nasıl bir görelilik içerisinde olduğunu o günlerde dahi betimliyordu.
Adım Hrant değil, Tayfun olduğu için mi yargılanmamıştım Hrant'ı mezara gönderdikleri o büyük suçtan? Eğer öyle ise, iki kere yazık..! O günlerde daha farklı anlamakta mümkündü. "Yaptıkları hatanın bir nebze olsun farkına vardılar ve artık daha fazlasına zemin hazırlanmayacak" gibi düşünebilirdik. Hoş, hiç öyle düşünmedik. Bunun hayli sert bir "plastik sanatlar" performansı olarak kalmasını hiç mi hiç istemedik. O gün herkes can atıyordu kendi duruşmasına çıkmak için. Söyleyecek çok sözümüz vardı zira..
Başvurudan ortalama üç ay kadar sonra "kovuşturmaya yer olmadığına dair karar" adreslerimize ulaştığında, derhal biraraya gelip yeni bir başvuruda bulunduk. Bunun üzerine bir "müteferrik karar"a ulaştık! Hrant'ı mezara götüren suçtan, bizler duruşmaya dahi gerek kalmadan beraat ediyorduk. Müteferrik karara göre bu suçtan yargılanmamız bir daha mümkün görünmüyordu. Mahkeme, tüm masrafları bizim başımıza yıkıyor ve böylesine "olmadık" nedenlerle kendilerimiz hakkında ikide bir suç duyurusunda bulunmamızın önünü tümüyle kapatıyordu. Açıkça dalga geçiliyordu...!
Gün itibarı ile başvurum hala geçerlidir. Ayrıca bu yazıyı okuyan herkes, benim adıma gereken mecralara suç duryusunda bulunabilir... Hrant Dink'in 301'den ceza aldığı her iki suça iştirak etmeye devam ediyorum. Agos Gazetesinde yayınlanan 8 haftalık yazı dizisinin son cümlesindeki "Türkten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeninin Ermenistan ile kuracağı asil damarında mevcuttur" ifadelerine birebir katılıyor, aynı gazetenin 21.07.2006 tarihli nüshasında yer alan "Elbette bu bir soykırımdır" şeklindeki görüşü tüm inancımla içselleştiriyorum. Kendinizi AHİM'e karşı değil, buradaki toplumsal gerçekliğe karşı savunmanızın bir yöntemi daha kaldı ise eğer, buyurun burada bekliyorum.
Ayrıca AHIM'de görülen davaya müdahil olmak istiyorum. Bu ülkenin yasaları "aynı suça iştirak eden beni" duruşmaya dahi çağırmadan beraat ettirirken, nasıl oluyorda bu suça verilen cezanın haklılığına dair sayfalarca savunma hazırlanıp AHIM'in karşısına çıkılabiliyor? Gerçekten, adalet nasıl oluyor? Bu bir dava değil, olsa olsa bir "dava ironisi" olarak geçecektir tarihe...
23.02.2007 tarihinde "301.Madde: Türklüğü Alenen Aşağılamak" gerekçesiyle kendi adıma yaptığım ilk suç duyurusu;
Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar;
Müteferrik karar;
Bugün, AHIM'de görülen ilk Hrant Dink duruşmasının haberi ile uyandım. Radikal, "AHIM'deki savunmayla Dink bir kez daha öldürüldü!" başlığı ile veriyordu... Haberi. Dileyenler araştırıp okurlar. Burada tekrardan özetini geçmeyeceğim. Beklenen şeyler olmuştu. Türk Devleti kendisini hayli keskin bir dille savunmuş, hatta AHIM'e sunduğu savunmada Hrant Dink ile nasnoyel sosyalizm övgüsü yapan Nazi örgütü lideri Kuhnen arasında çeşitli bağlantılar kurmaya dahi çalışmıştı. Bilindik bir metod olarak, azınlıklara yapılacak en kolay şeyi yapıp, Hrant Dink'in aslında Ermeni milliyetçisi olduğuna kadar getirilmişti konu. Yine Türk Devletinin savunmasına göre, son yazısı "biliyorum ki, bu ülke de güvercinlere dokunmazlar..." diye biten bir adamın, can güvenliği ile ilgili hiçbir talebi yoktu...(!?!?) Yani son üç seneyi göz önüne alarak düşünürsek, aslında hiçbir şey değişmemişti. Bugün bir kez daha bunu öğrenmiş olduk. Bu haber, benim açımdan en çok buna yaradı...
Diğer yandan, taraflı bir irade olarak Türkiye'nin savunması ne kadar dramatik ise tüm meseleyi AHİM üzerinden anlamak ve o mahkemeyi belirleyici bir asli kriter olarak öngörmekte o kadar dramatik olacaktır. Gün itibarı ile hiyerarşinin başında mahkemeler ve oradan çıkacak kararlar değil, bizler varız. Türlü türlü irade daha var bugün. İyi kötü, bir kamuoyu var.. Devleti inkar etsenede, 1915'i Soykırım olarak çoktan tanımış azımsanmayacak bir kitle var bu ülkede. Hukuk dediğimiz ve önüne kırmızı halilar serdiğimiz o yüce mecranın nasıl bir tıkanmışlık içerisinde olduğunu kanıtlayan sayısız delilimiz var. Kaldı ki AHİM, asla sütten çıkmış ak kaşık değildir. Hiçbir zaman olmadı. Ve o dava hiç beklemediğimiz bir yöne evrilse dahi... Ben şaşırmam. Hukuğa olan güvenimi doğduğum gün kaybetmiş olduğum için şaşırmam. Kendimi dün olduğumdan daha fazla tedirgin ve tuhaf hissetmem. Biz çoktan öğrendik, adalet ne imiş, ne değil imiş.. "Değilleri" teker teker aklımda. O nedenle AHIM ne demiş, Türk Hükmeti kendisini hangi abuk argümanla savunmuş, hepsi bidi bidi geliyor bir tarafından.. Telefon defterime bakıyorum, biz var mıyız, yok muyuz? Geride kalan kaç kişiyi daha arayabilirim bu sabah.. İşte bu kadarı ile yaşıyorum, yaşıyoruz. Öğrendik.
Şaşırmam, fakat şunu sorarım;
19 Ocağın hemen ertesinde, hacmi küçük fakat anlamı büyük bir eylemliliğe geri döndüm bu sabah. Kendi hakkımda, aynen Hrant Dink'in kullandığı cümleleri sarfederek "Türklüğü Alenen Aşağılamak" adına yapmış olduğum suç duyurusunu ve sonrasında adresime postalanan "kararları" tekrar tekrar okudum. Tüm ısrarlarımıza rağmen "aynı suçtan" yargılanmamıza engel olan "hukuki" kayganlık, adalet dediğimiz mekanizmanın nasıl bir görelilik içerisinde olduğunu o günlerde dahi betimliyordu.
Adım Hrant değil, Tayfun olduğu için mi yargılanmamıştım Hrant'ı mezara gönderdikleri o büyük suçtan? Eğer öyle ise, iki kere yazık..! O günlerde daha farklı anlamakta mümkündü. "Yaptıkları hatanın bir nebze olsun farkına vardılar ve artık daha fazlasına zemin hazırlanmayacak" gibi düşünebilirdik. Hoş, hiç öyle düşünmedik. Bunun hayli sert bir "plastik sanatlar" performansı olarak kalmasını hiç mi hiç istemedik. O gün herkes can atıyordu kendi duruşmasına çıkmak için. Söyleyecek çok sözümüz vardı zira..
Başvurudan ortalama üç ay kadar sonra "kovuşturmaya yer olmadığına dair karar" adreslerimize ulaştığında, derhal biraraya gelip yeni bir başvuruda bulunduk. Bunun üzerine bir "müteferrik karar"a ulaştık! Hrant'ı mezara götüren suçtan, bizler duruşmaya dahi gerek kalmadan beraat ediyorduk. Müteferrik karara göre bu suçtan yargılanmamız bir daha mümkün görünmüyordu. Mahkeme, tüm masrafları bizim başımıza yıkıyor ve böylesine "olmadık" nedenlerle kendilerimiz hakkında ikide bir suç duyurusunda bulunmamızın önünü tümüyle kapatıyordu. Açıkça dalga geçiliyordu...!
Gün itibarı ile başvurum hala geçerlidir. Ayrıca bu yazıyı okuyan herkes, benim adıma gereken mecralara suç duryusunda bulunabilir... Hrant Dink'in 301'den ceza aldığı her iki suça iştirak etmeye devam ediyorum. Agos Gazetesinde yayınlanan 8 haftalık yazı dizisinin son cümlesindeki "Türkten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeninin Ermenistan ile kuracağı asil damarında mevcuttur" ifadelerine birebir katılıyor, aynı gazetenin 21.07.2006 tarihli nüshasında yer alan "Elbette bu bir soykırımdır" şeklindeki görüşü tüm inancımla içselleştiriyorum. Kendinizi AHİM'e karşı değil, buradaki toplumsal gerçekliğe karşı savunmanızın bir yöntemi daha kaldı ise eğer, buyurun burada bekliyorum.
Ayrıca AHIM'de görülen davaya müdahil olmak istiyorum. Bu ülkenin yasaları "aynı suça iştirak eden beni" duruşmaya dahi çağırmadan beraat ettirirken, nasıl oluyorda bu suça verilen cezanın haklılığına dair sayfalarca savunma hazırlanıp AHIM'in karşısına çıkılabiliyor? Gerçekten, adalet nasıl oluyor? Bu bir dava değil, olsa olsa bir "dava ironisi" olarak geçecektir tarihe...
23.02.2007 tarihinde "301.Madde: Türklüğü Alenen Aşağılamak" gerekçesiyle kendi adıma yaptığım ilk suç duyurusu;
Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar;
Müteferrik karar;
14 Ağustos 2010 Cumartesi
11 Ağustos 2010 Çarşamba
Melezleşmenin Dayanılmaz Hafifliği!
Türk dölü - gavur dölü tartışması son dönem duyduğum en absürd şey. Daha çok bir siyasi kamera şakası gibi geldiği için gülüp geçiyordum.. Geçen gün Rober Koptaş'ın blogunda "Soy Sop Bakanlığı" isimli eleştiriyi okudum. Sonra bir kaç saat araştırdım ki, neler neler.. Evet, bir hadise var! Türkiyeli kadınların "Sperm Bankalarından" kimden geldiği belli olmayan spermler edinmesi yasalarca "soyu koruma" gerekçesiyle yasaklanmış! Yasağa uymayanların önü ise 3 yıl hapis cezası yaptırımı ile kesilmiş. Bu ülke de adam öldürüp 3 yıl yatmayanlar var. Neyse, sonuç olarak Türkiye'ye "gavur dölü" giremiyor artık. Giremiyor da, kimse dönüp bakmıyor mu acaba "girilemez coğrafyaya"?
İnsanlık tarihinin görüp geçirdiği en kapsamlı melezleme projesi olan ve bizzat bu coğrafyada cereyan eden Helenistik dönemi hiç saymıyorum. İpek Yolu "ticaretini" ağzıma dahi almıyorum. Yüzyıl öncesine kadar bu toprakların nasıl bir demografik yapısı olduğuna asla değinmiyorum. 1915'in aramızda dolaşmakta olan boynu bükük hayaletlerini görmüyorum mesela. Ülkeyi 600 sene idare eden saray ailesinde dahi "padişah analarının" Avrupa'nın hangi ülkelerinden seçildiğine dair o muhteşem listeyi kimseyle paylaşmıyorum. Bugün hala devam etmekte olan "başlık parası" isimli mecranın, 13 - 14 yaşında kızları kime kaç paraya alıp sattığını hatırlamıyorum. Hepsini unuttum. Peki üzerinden yedi kere Haçlı Ordusu gelip geçmiş bir Anadolu'da bugün kim bahsedebilir etnik bekaretten?
Anadolu, örneğin Norveç gibi dünyanın sol üst köşesinde unutulmuş bir izole toprak parçası değil, adına şu yüzyılda Türkler denilen millette, Keltler denilen ari ırkın "safkan atları" gibi bir topluluk değil. Doğası gereği OLAMAZ. Geçiyorum Norveç'i falan, Anadolu hem Batısında hem de Doğusunda yer alan tüm coğrafyalar arasında "zorunlu olarak" gen haritasının en bozuk olduğu kara parçası. İçerisinde yanlızca yerli halkların değil, sayısız yabancı koloninin döllerini ve rahimlerini bugün dahi kolaylıkla bulabildiğimiz yegane genetik havuzu. Sizler adına üzgünüm ama Anadolu, "analığı gereği" zaten dünyaya gebe... Anadolu, insanlık tarhinin en yüklü taşıyıcı annesi.
Gün itibari ile, Sümerliği ile övünen bir Süryanilik, Urartuya referans veren bir Ermenilik, kendisini Antik Yunan'ın devamı sanan bir Helenlik ne kadar çatlaksa, Orta Asya göçebeliğine göndermede bulunan bir Türklük'te o kadar ciddi bir şizofreni içerisindedir. Bugüne dek bu coğrafyayı paylaşan her birey, hepsinden öte artık biraz "biz"dir. Kaldı ki, adına "bugün" dediğimiz bir zaman diliminde, kimliklerin etnisitelerden ve genetik aidiyetlerden tümüyle ayrışıp bireysel tercihlere dönüştüğü bir periodun dinamiğinde ve de yüzyıllar önce tırnaklarımızla kazıya kazıya yok ettiğimiz multi-kültürel yaşam formunun böylesine fonksiyonel olduğu bir ortamda, kendilerimizi kimlerden koruyoruz? Bunu yaparken, öncelikle "biz kimiz?" sorusunu samimiyetle kendimize sorabilme cesaretimiz var mı? Bugün itibarı ile "bizler" nasıl bir gen havuzundan ibaretiz? Bu devlet kimin Türk kimin değil olduğunu kanıtlayabilecek tek bir veri tabanına sahip mi? Böyle bir veri tabanı mümkün mü? Bu ülkenin antropologlarına - etnologlarına ve bilumum bilim adamına acaba hiç sorulmuş mu, kim bunlar diye? Ne ararlar binlerce senedir buralarda diye?
Böylesi bir Türkülüğü sürdürmek isteyenlerin kanımca tek çıkar yolu dölleri Türkmenistan'dan ısmarlamaktır. Dünyaya gelecek çekik gözlü sarı derili bebekler ile ne kadar empati kuracakları, ailelerin bireysel sahiplenmelerine kalır artık. Böylesi bir çıldırmışlık halini, böylesi bir kör mantık belki tatmin edebilir. Bir diğer ileri öngörüm ise şu ana kadar dünyaya gelmiş olan yarı Türk yarı yabancı vatandaşlara da ceza verilmesi ve hatta Türk soyunu bozdukları için vatandaşlıktan çıkartılmalarıdır. Bu bağlamda yurtdışı evliliklerine de aynı nedenle yasak koyulması gerekmektedir. Başta Almanya olmak üzere dünyanın çeşitli noktalarında yaşayan Türklerin farklı ırk ve milletten yaptıkları evlilikler nedeniyle dünyaya gelen çocukları için de "Türk değil" tanımı getirilmesi zorunludur. Aklıma ilk gelenler bunlar, söyleyecek başka da söz bulamıyorum. Çatlak, her period da çatlak! Fakat artık bunu cahilliklerinden değil, cüretkarlıklarından yapıyorlar. İşin en acı olan tarafıda bu.
En şanslı ve "soylu soplu" ailelerin dahi dört nesil ötesini bilemediği bir dil şizofrenisinin içerisinden geçiyoruz. Dedesinin "Osmanlıca" mezarını okuyabilen televizyona çıkıyor mucize buldum diye! Böylesi bir ortamda kalkıp ari ırka referans vermenin bu ülkenin (Türk, Kürt, Ermeni, Laz vs) tüm bileşenleri için kitlesel bir çıldırma hali olduğunu düşünüyor ve ekliyorum; melezleşmenin dayanılmaz hafifliğinde ve güzelliğinde buluşalım. Zira biz binlerce yıldır böyle güzeliz. Önce "biz"i sahiplenmeyi öğrenelim, sonra bizden yeni bir "ari" kültür daha doğar nasıl olsa. Onun adı "kolektif ırk" olur. Onun içinde hepimiz gönlümüze estiği gibi... Binlerce senedir olduğu gibi..
Not: Sizler bu yazıyı okurken, dünyanın çeşitli noktalarında onbinlerce kadın ve erkek üreme riski içeren pozisyonlarda orgazm oldu.
T.S
İnsanlık tarihinin görüp geçirdiği en kapsamlı melezleme projesi olan ve bizzat bu coğrafyada cereyan eden Helenistik dönemi hiç saymıyorum. İpek Yolu "ticaretini" ağzıma dahi almıyorum. Yüzyıl öncesine kadar bu toprakların nasıl bir demografik yapısı olduğuna asla değinmiyorum. 1915'in aramızda dolaşmakta olan boynu bükük hayaletlerini görmüyorum mesela. Ülkeyi 600 sene idare eden saray ailesinde dahi "padişah analarının" Avrupa'nın hangi ülkelerinden seçildiğine dair o muhteşem listeyi kimseyle paylaşmıyorum. Bugün hala devam etmekte olan "başlık parası" isimli mecranın, 13 - 14 yaşında kızları kime kaç paraya alıp sattığını hatırlamıyorum. Hepsini unuttum. Peki üzerinden yedi kere Haçlı Ordusu gelip geçmiş bir Anadolu'da bugün kim bahsedebilir etnik bekaretten?
Anadolu, örneğin Norveç gibi dünyanın sol üst köşesinde unutulmuş bir izole toprak parçası değil, adına şu yüzyılda Türkler denilen millette, Keltler denilen ari ırkın "safkan atları" gibi bir topluluk değil. Doğası gereği OLAMAZ. Geçiyorum Norveç'i falan, Anadolu hem Batısında hem de Doğusunda yer alan tüm coğrafyalar arasında "zorunlu olarak" gen haritasının en bozuk olduğu kara parçası. İçerisinde yanlızca yerli halkların değil, sayısız yabancı koloninin döllerini ve rahimlerini bugün dahi kolaylıkla bulabildiğimiz yegane genetik havuzu. Sizler adına üzgünüm ama Anadolu, "analığı gereği" zaten dünyaya gebe... Anadolu, insanlık tarhinin en yüklü taşıyıcı annesi.
Gün itibari ile, Sümerliği ile övünen bir Süryanilik, Urartuya referans veren bir Ermenilik, kendisini Antik Yunan'ın devamı sanan bir Helenlik ne kadar çatlaksa, Orta Asya göçebeliğine göndermede bulunan bir Türklük'te o kadar ciddi bir şizofreni içerisindedir. Bugüne dek bu coğrafyayı paylaşan her birey, hepsinden öte artık biraz "biz"dir. Kaldı ki, adına "bugün" dediğimiz bir zaman diliminde, kimliklerin etnisitelerden ve genetik aidiyetlerden tümüyle ayrışıp bireysel tercihlere dönüştüğü bir periodun dinamiğinde ve de yüzyıllar önce tırnaklarımızla kazıya kazıya yok ettiğimiz multi-kültürel yaşam formunun böylesine fonksiyonel olduğu bir ortamda, kendilerimizi kimlerden koruyoruz? Bunu yaparken, öncelikle "biz kimiz?" sorusunu samimiyetle kendimize sorabilme cesaretimiz var mı? Bugün itibarı ile "bizler" nasıl bir gen havuzundan ibaretiz? Bu devlet kimin Türk kimin değil olduğunu kanıtlayabilecek tek bir veri tabanına sahip mi? Böyle bir veri tabanı mümkün mü? Bu ülkenin antropologlarına - etnologlarına ve bilumum bilim adamına acaba hiç sorulmuş mu, kim bunlar diye? Ne ararlar binlerce senedir buralarda diye?
Böylesi bir Türkülüğü sürdürmek isteyenlerin kanımca tek çıkar yolu dölleri Türkmenistan'dan ısmarlamaktır. Dünyaya gelecek çekik gözlü sarı derili bebekler ile ne kadar empati kuracakları, ailelerin bireysel sahiplenmelerine kalır artık. Böylesi bir çıldırmışlık halini, böylesi bir kör mantık belki tatmin edebilir. Bir diğer ileri öngörüm ise şu ana kadar dünyaya gelmiş olan yarı Türk yarı yabancı vatandaşlara da ceza verilmesi ve hatta Türk soyunu bozdukları için vatandaşlıktan çıkartılmalarıdır. Bu bağlamda yurtdışı evliliklerine de aynı nedenle yasak koyulması gerekmektedir. Başta Almanya olmak üzere dünyanın çeşitli noktalarında yaşayan Türklerin farklı ırk ve milletten yaptıkları evlilikler nedeniyle dünyaya gelen çocukları için de "Türk değil" tanımı getirilmesi zorunludur. Aklıma ilk gelenler bunlar, söyleyecek başka da söz bulamıyorum. Çatlak, her period da çatlak! Fakat artık bunu cahilliklerinden değil, cüretkarlıklarından yapıyorlar. İşin en acı olan tarafıda bu.
En şanslı ve "soylu soplu" ailelerin dahi dört nesil ötesini bilemediği bir dil şizofrenisinin içerisinden geçiyoruz. Dedesinin "Osmanlıca" mezarını okuyabilen televizyona çıkıyor mucize buldum diye! Böylesi bir ortamda kalkıp ari ırka referans vermenin bu ülkenin (Türk, Kürt, Ermeni, Laz vs) tüm bileşenleri için kitlesel bir çıldırma hali olduğunu düşünüyor ve ekliyorum; melezleşmenin dayanılmaz hafifliğinde ve güzelliğinde buluşalım. Zira biz binlerce yıldır böyle güzeliz. Önce "biz"i sahiplenmeyi öğrenelim, sonra bizden yeni bir "ari" kültür daha doğar nasıl olsa. Onun adı "kolektif ırk" olur. Onun içinde hepimiz gönlümüze estiği gibi... Binlerce senedir olduğu gibi..
Not: Sizler bu yazıyı okurken, dünyanın çeşitli noktalarında onbinlerce kadın ve erkek üreme riski içeren pozisyonlarda orgazm oldu.
T.S
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)