29 Kasım 2012 Perşembe
dikiz aynası, fosforlu cevriye ve residential life
Bugün elimizde İstanbul diye bir enkaz varsa, bir defa hakkını verelim, bu şehrin 2.000 yıllık başkentliğini bir gecede elinden alan, Cumhuriyet'in ilk 40-50 yılı boyunca bu şehre çivi çakmayan, İstanbul'u Antep kadar bile onurlandırmayı reva görmeyen, kanalizasyonu Haliç'ten fışkıran, hava gazı diye bir şey icat edip ahalisi dondurulan, sokaklarından çamur akan, taşı toprağı Bizans ve Osmanlı kokan, orospusu bol, gayrimüslimi bol, esrarkeşi bol, İslamı bol, serserisi bol, katiyen "Ulus Devlet"e başkentlik yapamayacak bu ne idüğü belirsiz banker çöküntüsü şehirde, bu buram buram köhnelik kokan eski başkentte, şöyle ağzının tadıyla Kurtuluş Savaşı bile veremeyelerin, HASETLİKLERİ VARDI. İstanbul'a her baktıklarında cinnet geçiriyorlardı bir defa, hakkını verelim.
İşte o karanlık yıllarda, ele güne karşı rezil olmayalım diye heralde, morara morara, yapılmış birkaç modern yapıdan birisidir AKM, diğeridir IMÇ, Askeri Müze, Radyo Binası vesaire, vesaire birkaç beton çelik yığını daha.. Cumhuriyet tarihinin bu köhne şehre lütfettiği "güzelliklerdir" onlar. Güzellerdir zira, insan doyamaz bakmaya. Mesela şahsen ben, önünden her geçisimde, dalar dalaaaRRRRR giderim duvarları egzoz dumanından ebruli Askeri Müzenin güzelliğine, modernliğine.
NEtEkim, 1970'lerin akabinde gerisi tümden Laz müteahhitlerin infasına terkedilen koca Konstantiniyye, koca karı misali, yönetilirken Kütahya yasaları ile, kimsenin tahmin etmeyeceği kadar yüksek bir sesle, al sana "Sanayi Devrimi!" yapcem diye, dağda bayırda ne kadar adam varsa toplanınca bu şehre, şehrin o en köhne sokakları malum tecrübesiyle, iş yapar hale gelince, birisi sanayi devrimi mi dedi? Al sana arabesk, al sana pavyon, al sana dönme diye, şamar oğlanına çevirmişken modern ülkenin bütün tarihini, çökünce ütopya dibe, allah kimsenin başına, İstanbul gibi lahmacun kokulu bir bela vermesin. Kalpten gider insan.
Dönelim bugüne.
Hadi ilk kez İstanbul'u seven, sevdiğine inandıran, ilk kez İstanbul'a adam akıllı yatırım yapmak isteyen bir iktidarımız var. Fakat o da İstanbul'u, bizim sevdiğimiz gibi sevmiyor. Bizim gibi okumuyor. Okurken gözü dalıyor, heceliyor. Ona bir kol vermek yerine, hala üzerinden ne çıkar sağlayacağının hesabına düşüyor.
Zaten yıkılmak üzere olan bir takım mahalleler, yıkılıyor da yıkılıyor, çirkinliği konusunda hiçbir meydanının boy ölçüşemeyeceği bir takım meydanlar, deliniyor da deliniyor, bir takım araziler sahipleniliyor da sahipleniliyor, bir takım asfaltlar döşeniyor da döşeniyor...
Sanki bu şehir M.Ö 4.000'de, ilk kez kuruluyor.
Her tarafı çelik raylarla örülmüş bu ulu, büyük, güçlü, mübarek falan filan, afedersin ziktiğimin ülkesinin, tarihindeki en büyük gerçeklik, tüm bir ülkenin tarihine ayna tutan, o kırılgan ama SERT AYNA ETKİSİ, ışık ortadan kaldırılıyor.
Adeta bir savaş enkazını ortadan kaldırır hızıyla, şehrin tüm hafızası un ufak ediliyor, kazınıyor. Halbuki basit bir korunmacı yaklaşımla bile, savaş enkazlarını da korumaya değer idi, değil mi? Korunmalıydılar ve belki de korunmaya en muhtaç olanlardı onlar. Bazan, sırf bakıp bakıp ağlayalım diye. Yerlerinde kalmalıydılar.
Bir karanlık tarihin dikiz aynasıydı Beyoğlu,
Ondan bakmak, hep geriye bakmaktı.
Şimdi hangi sokaklar ayna tutacak bu şehrin fosforu kaçmış travmasına? Bilinmiyor.
Keşke geleceği kuracak daha boş araziler bulsaydıynız diyeceğim,
Dikiz aynamızı kırmasaydık diyeceğim,
Ama galiba ayna tuzla buz.
28 Kasım 2012 Çarşamba
27 Kasım 2012 Salı
benzerini bulana biberon hediye
Semitik mitolojide balık tanrı; Dagon.
Marcos Lopez isminde bir sanatçı hiç duymadım. İsmini google'da aradığımda da, bildiğim ve ciddiye aldığım sanat networkleri arasında böyle bir isme rastlamadım. Kısaca, tanımıyorum. Tanıdığım tek Lopez, Jennifer Lopez, ondan da bir yere kadar ilham alabilirim. Türkiye'de Marcos Lopez'i sanatçı olarak lanse eden arkadaşlar sayesinde ben de tanımış, öğrenmiş oldum.
Ancak google'da "mermaid" sözcüğünün yanına "male, man, boy, mr, etc.." sıfatları eklenerek yapılacak basit bir aramada dahi, denizkızı ve erkek imgesinin ne çok kez yanyana geldiği, benim de bu imgeden "muhtemelen" haberdar olacağım anlaşılacaktır.
Denizkızı imgesinin erkek bedeni üzerinden kurgulanması, kültüre yerleşmesi, denizkızı efsanesinin kendisi kadar eskiye dayanır.. İrlandalı denizcilerin efsanelerinde, yer yer erkek olarak tasvir edilmekte, Yunan mitolojisinde erkek görünümlü (cinsiyetsiz) olarak betimlenmektedir. Uzakdoğu ve Asur ikonografisinde yaşlı ve hatta sakallı temsilleri mevcuttur. Üstelik bu imgenin Batı dillerinde özel bir adı bile vardır; MERMAN (Lat: mermen). Yapılacak basit bir search ile, merman'in ne denli evrensel bir imge olduğu izlenebilir.
Bu açıdan "merman" (erkek-denizkızı) olarak gerçekleştirdiğim performansın hiçbir aşamasında, temsilin emsalsizliği üzerinde durulmadığı gibi, imgenin yaratımı ile ilgili şahsıma referans verilmemiştir. Zira böyle bir referansta bulunmak pan kostümü giymenin ilk kez yapıldığını iddia etmek kadar abes olacaktır. Bahsi geçen mitolojik bir imgedir ve günümüzde çizgi filmlerden reklam kliplerine dek birçok alanda kullanılmaktadır. Lgbtt yürüyüşlerinde sıklıkla boy göstermekte, Avrupa'daki çoğu souvenir shop'un vitrinini süslemektedir. Dış dünya ile iletişimi olan ve görsel kültüre sahip herkes ona aşinadır. Nokta.
"Eftalya's Atlantis" isimli performans videom ile malum "iş, proje ya da reklam çekimi" arasında (baktım baktım pek ayıramadım) kurulmaya çalışan ilişkiye - ilişkisizliğe - gelince;
1. Photoshop harikası olarak üretilen projenin tanıtım görsellerinden anladığımız kadarıyla, başka bir kişi tarafından taşınan (hareket ve giyilme kabiliyeti bulunmayan) bronz bir kuyruk ile aynı yerde poz veren "ünlü sanatçı" Marcos Lopez'in bedeni dijital ortamda bir araya getiriliyor.
"Eftalya's Atlantis" isimli projenin fotoğrafında ise, renk ayarları dışında en küçük bir photoshop müdahalesi olmadığını belirtmeliyim.
2. Bu bağlamda, Marcos Lopez'in önünde poz verdiği bronz kuyruk fonksiyonsuz. Kim tarafından yapıldığı, hazır malzeme olup olmadığı, ne amaçla üretildiği bilinmiyor...
"Eftalya's Atlantis"te ise iki aylık bir uğraş sonucu (haftada üç prova ile) tamamı yüzme özelliğine sahip lateks, pilexi, plastik iplikler, kuyruk bölümü içerisine modifiye edilmiş gerçek paletler ve özel kaplama kumaşlarının kullanıldığı ve bizzat bedenime göre üretilmiş unique bir tasarım söz konusu.
3. Marcos Lopez isimli "sanatçı", bronz kuyruğun önünde poz vererek ürettiği photoshop imajı putrel demirleri üzerine yapıştırarak bir kıyıya asıyor ve akabinde bu kıyıyı görüntülüyor.
"Eftalya's Atlantis" isimli projenin videosunda ise 40 metreye ulaşan bir derinlikte (Marmara Denizi açıkları) yüzüyorum. Büyük bölümü su altında geçen video boyunca sayısız dalış gerçekleştiriyorum ve bedenimle kostüm arasındaki ilişkiyi performatif olarak izleyiciye yansıtıyorum.
4. Bu bağlamda, Marcos Lopez yalnızca bir imaj üretiyor.
"Eftalya's Atlantis"te ise bir performans videosu üretiliyor. İmgesel referanslar benzer olsa da, iki üretim arasındaki fark (canlı) bir video ve photoshop oyunu kadar açık.
5. Marcos Lopez'in projesi su üstünde gerçekleşiyor, deniz sadece fon olarak kullanılıyor.
Tanıtım görselleri hariç, "Eftalya's Atlantis" isimli performansın tamamı su içerisinde ve su altında gerçekleşiyor.
6. Marcos Lopez isimli "sanatçının" bu imaji ne amaçla ürettiğini, nerede sergilediğini, tam olarak neyi kastettiğini bilmiyorum, görsellerin altında açıklama yer almıyor. Kurgudan, bir plajın tanıtım reklamı olduğu gözlemleniyor.
"Eftalya's Atlantis"in bir diğer ayırıcı özelliği ise, tam da "BAZAN" gibi sanat tarihi içerisindeki benzerlikler, ve bu benzerlikleri ayıklama çabasının koşulladığı yöntemselliğe tepki olarak doğmuş bir projenin merkezinde yer alması.
"Eftalya's Atlantis" 2012 - Marmara
Bu bağlamda, benim gerçekleştirdiğim performans videosunda (yine de) ideal bir deniz kızı yok. Yaratılış olarak deniz kızı olamayacağım gibi, sanatçı olarak da “ideal” olamayacağımın ironik kanıtı var. Marmara’nın ortasında, 40 metre derinlikte, yarı hayvan yarı insan bedenimle öylesine yorucu bir mücadeleye girmişken, o riskli dalışları gerçekleştirirken, zihnimdeki temel kurgu sanatçının pratiği ile girdiği hesaplaşmayı hangi noktaya kadar taşıyabileceğiydi..
Buna bağlı olarak, sanatçıdan duyulan kreatif beklentilere, kendini kanıtlama zorunluluğuna, kariyer dayatmalarına sert bir yanıt olarak üretildi; "Eftalya's Atlantis". Tam olarak izleyiciye bunu anlatıyor...
Üstelik üretilirken, "benzersizlik iddiası" hiç güdülmüyor. Yine de benzersiz bir performansa dönüşmesi, ciddi bir özenin, yoğun bir emeğin ve doğaya borçlu olduğum bir takım avantajların sonucudur. Varsa bugüne kadar yapılmış böyle bir performans, görmek çok isterim.
Yoksa erkek yaratılışı üzerinden denizkızı imgesine öykünmek gibi sığ bir orijinalliğin peşinde hiç değildim, değildik. Sanıyorum bir takım arkadaşlar, hayatlarında daha önce hiç böyle bir imge ile karşılaşmadıkları için, yaşadıkları derin şaşkınlığın bir sonucu olarak, tek amacı denizkızına dönüşmek olan bir video ürettiğim kanaatine vardırlar ve onun benzerini aradılar.
Yanıldılar.
Kendilerini şiddetle sergiye davet eder, balık sürüleri ile gerçekleştiğim şiirsel dalışların ahenginde, Marcos Lopez isimli demir bir kuğruğun önünde (kıyıda) poz veren kişiden ilham alamayacak kadar farklı bir şey yaptığımın ayırdına varmalarını ve performansımın ürettiği sorular bağlamında daha gerçekçi tartışmalar açmalarını öneririm.
Zira böylesine yüzeysel bir mantık yürütmeyle, bugün her oto-portre yapan hırsız, her taxidermy ile çalışan kopyacı, her still life üreten özenti, her doğaya öykünen yalancı, her Doğu kültürü çalışan oryantalist, her foto-gerçekçi Taner Ceylan vb olacaktır ki, üretilmemiş hiçbir şeyin kalmadığı günümüzde bu derece alelade bir yöntemsellik üzerinden orijinalliği tanımlamanın sanat tarihi de dahil hiçbir mecraya faydası yoktur.
Fakat her sanatçıya 2-3 Kenan Evren portresi düşen güzide memleketimizde sanat pratikleri üzerinden bir benzerlik, bir intihal aranacaksa şayet, benzeşmenin ürettiği buhranı, sorgusuz kurban psikolojisiyle üretilmeye devam edilen ve adeta tüm bir ülkenin sanat tarihini aynılaştıran - kuşatan - "Türk bayraklarında, polis imgelerinde, mermilerde, tanklarda, asker apoletlerinde, tüfeklerde, el bombalarında" itinayla arayalım derim... Eminim o özdeş şiddetten, çok daha vahim tablolar ortaya çıkacaktır.
"BAZAN" - Ali Akay
Bazan
Ali Akay
Bazan; Türkçede bir zarf olarak kullanılmaktadır. Zarf demek isimleri, sıfatları veya
fiilleri kendi türünden olan kelimeleri yer, yön, zaman, durum, miktar ve soru
olarak etkileyen, onları belirten ve dereceleyen kelimeler zarf’tır. Kullanım
olarak, söylenenin doğrulanması için zamanlardaki geçişkenligi, değişimi
göstermek için söylenen veya yazılan bir zarf. Değişimleri ele alan bir ifade
biçimi.
Gerçek olan ve olmayan arasındaki gidip gelmeleri ifade
eden bir anlatım tarzı, bazan.
Rastlantısal olarak bazan gerçeği bazan ise yalanı göstereme biçimi. Nietzsche
‘’Putların Alacakaranlığı’’ adlı kitabında dünyanın bir masal olduğunu
yazmıştı. Bir hatanın tarihi olarak dünyanın bir masal haline geldiğini
vurguladığında, biz artık masal bir dünyadan, masal gibi işleyen bir önermeden
bahsediyoruz demektir.
Sirenler şarkı söylediklerinde mırıldanır gibi sözleri
anlaşılmaz bir ilahiye ait ritmik
bir melodinin içinde kalındığında bazan
zarfı bize dünyanın masalını anlatmaya başlamıştır. Soru ‘’nasıl oldu da dünya
bir masal oldu?’’ sorusuna odaklanmakta. Yalan olarak veya hata olarak bazan
bir zarf anlatısıdır.
Fabula. Anlatının bir masal olarak işlediğini takip ettiğimizde,
metinlerde ve ilahilerde, bir tiyatro sahnesinde buluruz kendimizi. Sanatsal
bir maske ile hareket etmeye başlamışızdır. Gülen ve ağlayan iki maskenin
sayesinde dünyanın iki eylemi aynı anda yapmaya başladığı bir dünya olarak
masal anlattığını söyleyebiliriz.
Zarf olarak bazan sözcenin başında ve
ortasında da yer alabilir. Masallardaki gibi zamansallık düz çizgisel ve
rasyonel olmayabilir. Sözcenin temasını bağlı olarak bazen bize doğru
gelmektedir sözce, bazan ise
gelmemektedir. Sık sık gelebilir mi ? Yahut bazan
mi gelir ? Bazan demek ki sık sık
olmayandır, değişkenliği taşıyandır. Oluşun her zaman aynı şekilde gitmediğini
ve gidemeyeceğini ileri sürmektir. Gelenlerin bazan gerçek bazan de
gerçek dışı olduğuyla ilgilidir.
Ruhlar mı yoksa hayaletler mi bize bazan musallat olacaklardır? Bu sahnede o zaman bazan hayaletler vardır (Edip Cansever ve Turgut Uyar bize
seslenmektedirler) veya ruhlarla canlı, etli ve kanlı bir şekilde sandal
sefasına çıkılır. (Elinde yeşil renkte oyuncak tavşanıyla Lale Müldür, İsa’nın
hayaletini oyuncak kurgu kahraman ‘’Bugs
Bonny’’ ile yer değiştirmiş olarak saklamaktadır; musallat olacak
hayaletleri, yanında gezdirmektedir).
Süreç içinde bu zaman zarfı hep aynı şekilde ilerleyecek
midir? Yoksa aradaki boşluklarla, arada zamanlarla, masal haline mi gelecektir,
anlatı? Birisine cevap mı verildiğinde bazan
bizi takip eder? Bazan arkada yer alır: Hüzünlü müdür dünya? ‘’Evet, bazan! ‘’Bazan hepimiz birer hayaletiz;
ama hep başka hayaletleri de çağırmaktayız bazan.
Yalan da söyleriz bazan. Doğruyu da.
Bu bir diyalogdur. Hatta bazan
felsefi bir diyalogdur da. Masallarda cehennem her zaman görünür bir şekilde
verilmektedir, hatta ‘’bazan’’
abartılı bir şekilde olsa bile.
İstanbul Türkçesine ait gibi durmaktadır ve gramer
kurallarının dışında kalmıştır: bazan.
Bazen standart Türkçede kullanıldığında ‘’bazan’’,
bunu baz alan bir bazen vardır, yerelleştirilemeyen bir dil içinde
kullanımında; halbuki bazan bunu baz
almaz, azınlık dildir, azlık olarak işlemektedir. Hatalıdır.
Nietzsche’ye geri dönelim: Bazan dünya bir masal dünyası mıdır? Anlatı masala mı dönüşmüştür. Yalanın da bir tarihi vardır, ama bazan gerçektir ve bazan de yalan. Yalan söylerken bile bazan, doğruyu söylemekteyizdir: Bütün Giritliler yalancıdır. O zaman Epimenides bir Giritli olarak de yalancıdır. Dünyanın hatası, o zaman, BAZAN yalandır; yani, hata yalandır; çünkü bazen tam da o gerçeğin kendisi olarak karşımızda dimdik durmaktadır.
Nietzsche’ye geri dönelim: Bazan dünya bir masal dünyası mıdır? Anlatı masala mı dönüşmüştür. Yalanın da bir tarihi vardır, ama bazan gerçektir ve bazan de yalan. Yalan söylerken bile bazan, doğruyu söylemekteyizdir: Bütün Giritliler yalancıdır. O zaman Epimenides bir Giritli olarak de yalancıdır. Dünyanın hatası, o zaman, BAZAN yalandır; yani, hata yalandır; çünkü bazen tam da o gerçeğin kendisi olarak karşımızda dimdik durmaktadır.
Ali Akay
Bazan is used as an adverb in Turkish. The words that define and grade the nouns, adjectives and verbs in terms of location, direction, time, state, amount and question are called adverbs. An adverb is used in order to show transitivity and alteration of the tenses with the aim of confirming what is said. It is a form of expression dealing with alterations.
Bazan (sometimes) is a phrase which
describes the ebbs and flows between the real and the unreal. It’s a form of
coincidentally showing sometimes the real and sometimes the lie. Nietzsche
stated in his book “Twilight of the Idols” that the world is a tale. When a
mistake highlights that the world has become a tale, then we are talking about
a tale world, a proposal which works as a tale.
When the sirens start singing, when
we find ourselves in an incomprehensible, ryhtmical melody like a murmur,
belonging to a carol, the adverb bazan (sometimes) has started to tell us the
tale of the world. The question focuses on “How come the world has become a
tale?” Bazan (sometimes) is an adverbial clause either as a lie or a
mistake.
Fabula. When we follow the line of
narrative as a tale, we find ourselves on a theater stage in texts and carols.
We have started to act with an artistic mask. Thanks to the laughing and crying
masks, we can say that the world is telling a tale since the two actions are
simultaneously happening in the world. The adverb bazan (sometimes) can be at
the beginning or in the middle of the statement. Temporality may not be linear
or rational like it is in tales. Depending on the theme of the statement, the
statement sometimes comes to us, sometimes does not. May it come often? Or does
it come sometimes? It means that sometimes does not happen often, it bears
variability. It somehow suggests that existence does not always follow the same
way, it cannot. It is about the coming things being sometimes real and sometimes
unreal.
Will we be haunted by souls or
ghosts sometimes? So there are ghosts on this stage sometimes (Edip Cansever
and Turgut Uyar are calling out to us) or one can go on a row boat with lively, fleshy and bloody souls. Lale Müldür,
with a green stuffed bunny in her hand, has been hiding the ghost of Jesus
disguised as fictitious character Bugs Bunny. She is carrying around the ghosts
which will haunt her.
Will this adverb of time continue
the same way during the process? Or will it turn into a tale, a narrative with
the intervals, through the passing time? Does bazan (sometimes) follow us when
an answer is given to someone? Sometimes it stays behind: Is the world sad?
“Yes, sometimes!” Sometimes we are all ghosts; but sometimes we keep calling
out for other ghosts. Sometimes we lie, too. We tell the truth. This is a
dialogue. Sometimes it is even a philosophical dialogue. The hell is always
visible in tales, “sometimes” even exaggeratedly visible.
It looks like it belongs to İstanbul
Turkish and it is left out of the realm of grammatical rules: bazan (sometimes).
When “bazan” is used in standard Turkish sometimes, within its use in a
language that cannot be localized, there is a “sometimes” which is based on
that. oHowever, bazan does not
use this as a base, minority is language and it works as a scarcity. It is
faulty. If we turn to Nietzsche again: Is the world a tale world sometimes? Has
the narrative turned into a tale? Lie also has a history but sometimes it is
real and sometimes a lie. Even it we are lying sometimes we tell the truth: All
the Cretans are liars. Then Epimenides is also a liar since he is a Cretan. The
mistake of the world then, BAZAN is a lie, hence mistake is also a lie, because
bazan just stands upright before us as the reality itself.
20 Kasım 2012 Salı
Butterfly Collection
Butterfly Collection
30X21 cm c-print image (200 pieces) / Paris, 2012
(Collection of Foto Galatasaray - by Maryam
Şahinyan)
©Pauline
Guyon / Louis Vuitton
The collection Girls
holding their skirts which I have called the Butterfly Collection corresponds
to a pose which until the 1980’s could be found in the archives of any pre-teen
girl aged about 10. For me, these little girls, who are about to become young
women, are wearing the emblem of womanhood for the first time in the form of
their skirts, which they are holding with both hands. Here again, none of them
is truly free. They are intimately bound to the culture to which they belong
and if we focus more closely on the details, then we begin to decipher the
cultural codes relating to the accessories worn by these young girls. The
Butterfly Collection is very striking both in its unique graphic richness and
as a representation of a group of a defined gender and age. Maryam Şahinyan’s
archives contain countless collections created in secret, with infinite
care.
Maryam Şahinyan’s archives
comprise hundreds of various types of scenario. Linking these visual vehicles
into an accurate whole is one of the most crucial stages of the Foto
Galatasaray project. There are photographs connected by graphic, cultural,
aesthetic preferences or which are absolutely typical of the era in which they
were taken.
The single biggest
difference between studio photography and all other forms of photographic
practice is that it should act as a form of bridge between the public domain
and art, without taking a selective approach. Studio photography is a
documentary exercise in one respect, but also a record of an idealized
reality.
14 Kasım 2012 Çarşamba
11 Kasım 2012 Pazar
sürpriz!
Maryam Şahinyan'ın 200.000 imaji kapsayan külliyatı içerisinden aynı grafik düzende - eteklerini tutarak - poz veren 200 imajlık seçkiyi (butterfly collection) kurgularken, henüz çok azının kimliklerine ulaşabildiğim o kızlardan birisi ile Paris'te tanışmak yoktu aklımda...
Seçkide yer alan kızların azımsanmayacak bir bölümünün bugün Fransa'da bulunma ihtimalinin hayli yüksek olduğunu, artık bir çoğunun İstanbul'da olmadığını, özellikle Paris'te İstanbul kökenli kalabalık toplulukların yaşadığını ve hayatta tesadüflerin her daim geçerli olduğunu bilmekle beraber, henüz serginin kamusallaşmadığı o özel gösterimde sanırım buna hiç hazır değildim, beklemiyordum.
Gülnur ve Ferit Düzyol çifti ile sergi mekanının başka bir köşesinde, asansörlerin önünde - sanıyorum mekana o an girmişlerdi - ayak üstü tanıştık, tanıştırıldık. Uzun yıllar Paris'te yaşadıklarını, fotografi ve basılı malzeme üzerine çalıştıklarını öğrendiğimde, mutlaka benim yerleştirmemi görmeleri gerektiğini, hoşlarına gidebileceğini belirttim; "fikirinizi merak ediyorum, muhakkak konuşalım üzerine" derken, ayrıldık..
20 dakika kadar sonra Butterfly Collection'ın bulunduğu bölüme gittiğimde tüm kameralar ve yüzlerin Gülnur Hanım'a çevrildiğini gördüm. Tesadüfün böylesine, inanamadım.
Gülnur Düzyol oradaydı!
Kızlardan birisiydi, yerleştirmenin tam merkezinde, Maryam'ın mütevazi stüdyosunda, özenle giydirilmiş tüm diğer akranları gibi, aynı halının üzerinde, eteklerini tutarak objektifi, Maryam'ı, bizleri, İstanbul'u, Paris'i, o günü, bugünü izliyordu.. Tebessüm ediyordu.
Sarıldık, çok sarıldık, sevinmeye doyamadık.
Espace Culturel Louis Vuitton, "Journeys" sergisinin açılışı üzerine bir teaser hazırlamış, Gülnur Düzyol anlatmış; BURADAN
10 Kasım 2012 Cumartesi
WARHOLA Magazine
Can you generally mention about your art
production?
I
completed my bachelor degree in social antropology. Before I completed my
masters degree in interdisciplinary art, I can say that biggest advantage of
getting a scientific education is methodology. Because as a structuralist, I
learned to establish a methodology in a pursuit of function. Right after
post-structuralism came. Some, tries to understand post-modernism through the
people who never see modernism, there is always something missing in their
description. I describe my relationship with my practise as I mentioned above.
Firstly, I had a strong modernist education, raised to be a modern scientist,
soon after I start making art and by that my criticism stood strong on the
ground. Today, every artist needs methodology in order to produce the
information which belongs themselves. Afterwards, there is a need to deeply
examine the information also.
It’s
hard to describe my art pratic in limited sentences because I’m not connectly
producing my work for a specific medium or an ecole. But briefly, when
needed I use plenty of structuralist methods. In conclusion, by doing that
structuralism questiones it self inside of it also in a platform where logical
conclusions got criticised I create a mirror effect. In this context, I can say
that I work nearly with every kind of material. I don’t specifically search for
art, I don’t order my art from somewhere, I don’t poke the internet in that
manner. On the contrary, I think about the things that came across to me in reality.
I think deeply, I don’t want to be sound easy. I work on a; highly dark history
that cames infront of me, a horrible political climate, a fake
intellectual platform and a miserable structured culture. Quite ofcourse it’s
provocative but I never reflect it to my practise. I don’t generate speculative
philosophy.
What
would you say about your work at Warhola exhibition?
Maryam
Şahinyan archive drives from hundreds of scene moulds. One of the most
hardest steps of Foto Galatasaray project is to connect these visual
locomotives together. There are photographs which connects with each other
graphically, culturally, aestheticly or with completely periodical preferences.
“Anti-Oedipus” refenrances to, Gilles Deleuze and Felix Guattari through schizoanalysis they criticize Sigmund Freud’s pshycoanalysis to a photograph which there is a 50 babies lying in the same position, on the same caouch, at the same age. Anti-Oedipus collection is a unique integrity also really intense in order to involving a specific age group. Marham Şahinyan archive involves a unique collections. I felt the need to re-produce some of these collections in print.
“Anti-Oedipus” refenrances to, Gilles Deleuze and Felix Guattari through schizoanalysis they criticize Sigmund Freud’s pshycoanalysis to a photograph which there is a 50 babies lying in the same position, on the same caouch, at the same age. Anti-Oedipus collection is a unique integrity also really intense in order to involving a specific age group. Marham Şahinyan archive involves a unique collections. I felt the need to re-produce some of these collections in print.
According
to Deleuze and Guattari schizoanalysis, is a formula which liberates the
insanity and saves the humanity from the capitalist alienation. At this point
schizoid becames the leading character. Also there is a political response to
schizoanalysis. It takes the classic schizophrenic into a level of militant
revolutionist. Anti-schizophrenic –similar to fascist- is paranoid and forces
himself for gathering the reality. On the other hand, schizophrenic crabbes the
chapters of reality and make them something else.
Studio
photography separates from other practices of photography; is public space and
art – fiction- has a bridge function between these two concepts and it makes it
without being picky. Realities of life… it essentially is the reflection on the
studio materials of various elements ranging from tiny details of everyday life
to most critical points of human life. With this regard, studio photography is
both a proofer and a proof of idealized “reality”. If you ask me, in
“Anti-Oedipus”, the meaning devoted on the babies’ bodies by their mothers and
the provocation of this imagery, includes the very rupture that is been talked
about.
Do
you believe that your art production is transmogrified through communication
channels such as the Internet or various similar channels?
I
can safely say that Internet, similar channels and the transparency provided by
them clearly reflect on my work as a complementary aspect. With this regard, I
consider this new media through various advantages of not being a plastic-only
artist. In my archive projects, for example, I take the role of a secondary
composer. These works charge me with a responsibility to arrange, formulize,
combine them with current day discussions and relate them with visual memories.
That is not all of course, other actors are needed to finalize the work.
During
tagging and ID forming I take mainly take advantage of the digital environment.
We tagged over two hundred thousand photos in the archives of Maryan Sahinyan
in a time lapse of two years. These tags range from demographics to accessories
or local rituals to supernatural stage directions… All of them were inspected
by various professionals and all of the findings were put in databases. To
illustrate; if one wants to find specific images taken between 1935 and 1965 of
a couple wearing Briton style hats or a pair of Rayban glasses with a dotted
piece of bow-tie, well they will find them… We even provided the tools to let
the audience tag whatever we might have missed during the process. Another
important part of the process is the digital identity matching. In this part,
any user from any part of the world can enter information about the people in
the photographs. This lets automated identity pools to take place under the
works. An unimaginable size of information is put in a digital database that
would otherwise be impossible to attain with this way.
On
the other hand, the person who views the exhibition presentation is not the
same as the person in New Jersey tagging them. One match may not be repeated or
duplicated for a life time. With this regard, each area is produced in a unique
formation. Those who see it all together are very lucky, but also very rare.
Today that exhibition does not exist, yet we do have the book… then the book
might be gone, until the next print? Yet we have the presentation over the web
and that is necessary to protect the unity of the project. That is why I use
many sources in archive works, and use those sources wherever is necessary.
Media, in this regard, is my greatest helper. My aim is not for them to be
watched, but be interacted with. That is why I never consider how they could be
transformed or alienated in the new media. Maybe if I was an oil painter, I
would have these issues. Not in this condition, no.
How
do you view the platform of art criticism in Turkey?
A
point of view valuing “who” more than “what”, and coming up to conclusions of
good art performer, leads to criticism that has no value. This attitude that
evaluates artists over a specific production technique and the continuation of
that technique while also classifying art history within this regard is
ultimately purposeless. There is a very serious problem lying underneath this.
I should not have the worry to provide any form of relativity while working on
a brand new art project. This sort of worrying only limits an artist.
When
you think about Leonardo da Vinci, for example, he was working with hundreds of
assistants. We still have no information of which fresco is his, and which is
not. To be honest, we do not need to either. There is only one Leonardo da
Vinci. Yet if you look at the ceilings of Italian cathedrals of the era, you
will see how many different approaches that one Leonardo had, those are his
students. Andy Warhol worked with tens of others in Farctory. I of course am
not responsible for doing every single detail of a sculpture. If there is a
better professional that can cast better, that gives me the opportunity to
focus on the theoretical responsibilities that come with my work.
With
this regard, my priority is to produce art, not art techniques. We witnessed a
century where the expectations from craftsmanship were heavily forced onto the
art itself. And a criticism style evolved in parallel to this. Things changed
after the Second World War. Today, such criticism would be dismissed soundly,
yet in Turkey it is still somewhat common. I do not take them seriously, for I
never had the intention to produce hundreds of portraits that resemble each
other a bit more than necessary. Considering all this, I follow at most five
critiques from Turkey; I do not pay attention to what the others say.
..............................................................
Genel
olarak sanat üretiminizden bahseder misiniz?
Lisansımı
sosyal antropoloji üzerine tamamladım, disiplinlerarası sanat üzerine tamamladığım
master eğitiminden önce bilimsel bir eğitim almamın en büyük faydası,
metodoloji oldu diyebilirim. Çünkü bir yapısalcı olarak, fonksiyonel bir amaç uğruna
önce metodoloji kurmayı öğrendim. Akabinde post-yapısalcılık geldi. Modernizm
görmemiş bir toplumu post-modernizm üzerinden anlamaya çalışanlar vardır, arada
hep bir şey eksik kalır onların tariflerinde. Pratiğimle ilişkimi biraz buna
benzeterek tanımlıyorum. Ben önce sağlam bir modernist eğitimden geçtim, modern
bir bilim adamı olmak üzere yetiştirildim, akabinde sanat yaptım ve eleştirimin
ayakları o noktada yere sağlam bastı. Bugün her sanatçının kendisine dair
bilgiyi üretebilmesi için metolojiye ihtiyacı var. Sonra o metodolojiyi de
derinlemesine sorgulamaya da ihtiyaç var elbet.
Belli
bir medium’a ya da ekole bağlı üretmediğim için, sanat pratiğimi birkaç cümle
ile özetlemem zor fakat buradan soruna dönersek, kısaca, gerektiğinde hayli
yapısalcı yöntemler kullanarak, nihayetinde içerisinde yapısalcılığın da sorunsallaştırıldığı ve yapısalcılığın gerektirdiği mantıksal sonuçların eleştiriliği bir düzlemde, mevcudiyetlere ayna etkisi yapıyorum.
Bu bağlamda, arşiv ve hazır malzemeden, video ve sanatçı kitabına uzanan bir perspektifte neredeyse her tür malzeme ile çalışıyorum. Sanat yapmak için özel bir arayışa girmiyorum, sanatımı bir yerlerden sipariş etmiyorum, o manada interneti pek kurcalamıyorum, aksine, gerçek yaşamda önüme çıkanlar üzerine düşünüyorum. Derinlemesine düşünüyorum ama kolaycılık gibi anlaşılmasın. Önüme çıkan hayli karanlık bir tarih, berbat bir siyasi iklim, uyduruk bir entelektüel zemin, perşian bir kültür yapılanması üzerine çalışıyorum. Gayet tabi çok tahrik oluyorum ama bunu pratiğime kesinlikle yansıtmıyorum. Spekülatif felsefe üretmiyorum.
Bu bağlamda, arşiv ve hazır malzemeden, video ve sanatçı kitabına uzanan bir perspektifte neredeyse her tür malzeme ile çalışıyorum. Sanat yapmak için özel bir arayışa girmiyorum, sanatımı bir yerlerden sipariş etmiyorum, o manada interneti pek kurcalamıyorum, aksine, gerçek yaşamda önüme çıkanlar üzerine düşünüyorum. Derinlemesine düşünüyorum ama kolaycılık gibi anlaşılmasın. Önüme çıkan hayli karanlık bir tarih, berbat bir siyasi iklim, uyduruk bir entelektüel zemin, perşian bir kültür yapılanması üzerine çalışıyorum. Gayet tabi çok tahrik oluyorum ama bunu pratiğime kesinlikle yansıtmıyorum. Spekülatif felsefe üretmiyorum.
WARHOLA sergisindeki çalışmanız için neler söylersiniz?
Maryam Şahinyan arşivi yüzlerce farklı mizansen kalıbından meydana geliyor. Bu görsel lokomitifleri belli bir düzen içerisinde birbirine bağlamak Foto Galatasaray projesinin en elzem basamaklarından birisi. Grafik, kültürel, estetik ya da tamamen dönemsel tercihler üzerinden birbirine bağlanan fotoğraflar var.
Aynı koltuk üzerinde, aynı yaşlarda, aynı pozisyonda yatan 50 adet bebek fotoğrafından meydana gelen “Anti-Oedipus”, Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin şizoanaliz üzerinden Sigmund Freud’un psikanaliz kuramını eleştirdikleri yapıtlarına referans veriyor. Hem eşsiz bir grafik bütünlük hem de belli bir yaş grubunu içermesi açısından çarpıcı bir koleksiyon “Anti-Oedipus”. Maryam Şahinyan arşivi, yarım asır boyunca böylesine incelikli ve farkına varılmadan oluşturulmuş sayısız koleksiyon içeriyor. Bu koleksiyonlardan çok azını basılı olarak yeniden üretme ihtiyacı duyuyorum.
Deleuze ve Guattari'ye göre, şizoanaliz, deliliği özgürleştirerek, insanoğlunu kapitalist yabancılaşmadan da kurtarmak için bir formül. Bu noktada şizofren "başkahraman" olarak ele alınıyor. Aynı zamanda siyasal bir karşılığı olan şizoanaliz, klasik psikanalizde gerçeklikten kopuk olarak betimlenen efsanevi şizofren tipini, militan devrimci düzeyine yükseltiyor. Şizofren karşıtı ise - faşist benzeri - paranoyaktır ve gerçekliği keyfi olarak ve zorla toparlayıp birleştirmeye çalışır. Oysa şizofren, “gerçekliği” oluşturan bölümleri darmadağın eder ve değişikliğe uğratır.
Stüdyo fotoğrafının, fotoğrafın tüm diğer pratiklerinden en büyük farkı kamusal alan ve sanat – kurgu – arasında bir tür köprü işlevi görmesi ve bunu seçici olmadan yapması. Gündelik yaşamın en ince detaylarından, insan hayatının en kritik anlarına dek, stüdyo mizansenlerine yansıyan şey hayatın “gerçekliği”. Bu bakıma stüdyo fotoğrafı bir yandan belgeci, fakat bu aynı zamanda idealize edilmiş bir “gerçekliğin” belgesi. “Anti-Oedipus”da aileler tarafından bebeklerin bedenlerine yüklenen anlam ve bu görselliğin kışkırttığı göndermeler, bence tamı tamına bahsi edilen kırılmayı içeriyor.
Sanat
üretiminizin internet ve medya gibi iletişim ağlarında bir başkalaşım yaşadığını
düşünüyor musunuz?
İnternet,
medya ya da kısaca yeni teknoloji olanakları, bu teknolojilerin sunduğu şeffaflık
ve ulaşılabilirlik ilkesi benim çalışmalarıma yapıcı – tamamlayıcı – olarak
yansıyor. Bu açıdan yeni medyayı, salt plastik sanatçı olmamanın da doğurduğu
bir takım avantajlar üzerinden değerlendiriyorum. Örneğin arşiv çalışmalarında
ben ikinci üretici olarak devreye giriyorum, o fotoğrafları çeken değil, onları
formülize eden, bugünün tartışmalarına eklemleyen, görsel hafıza üzerinden iz
süren çalışmalar bunlar. Fakat süreç bende bitmiyor, işin nihayete ermesi için
başka aktörlere ihtiyaç var.
Kimliklendirme
sürecinde tümüyle dijital ortamın sağladığı olanaklardan yararlanıyorum, keza
tag sürecinde de öyle. 200 bin imajdan meydana gelen Maryam Şahinyan arşivindeki
her bir fotoğrafı seneler süren bir çalışma sonucunda teker teker tagledik.
Demografik özelliklerden, anksesuarlara, düğün ya da komünyon gibi
ritüellerden, gerçeksütü diyebileceğim mizansenlere dek... Hepsi farklı gözler
tarafından incelendi ve bu tespitlerin tümü datalandırıldı. Örneğin bir
izleyici dijital arşive gelip 1935 – 1965 arası düğünlerde breton şapka takan,
rayban gözlük kullanan ve puantiyeli papyonu olan bir çifti aradığında, arşiv
içerisinde bu verileri içeren tüm imajlar önüne seriliyor... Üstelik bizim
gözümüzden kaçan bir tag opsiyonu varsa, izleyicilere kendi tag gruplarını oluşturma
imkanı da tanıdık. Bir diğer aşama kimliklendirme, bu aşamada ise dünyanın
neresinde olursa olsun dijital arşivi inceleyen birisi şayet fotoğraflardaki
bireyleri tanıyorsa onlarla ilgili bilgileri istediği yerden sisteme girebiliyor,
böylelikle her imajın altında kendiliğinden kimlik havuzları oluşuyor.
Böylelikle, belki asırlar boyunca sürecek bir araştırmayla dahi elde
edilemeyecek düzeyde olağanüstü bir bilgiyi, dijital ortamın sağladığı
olanaklarla kolaylıkla elde etmiş oluyoruz.
Diğer
yandan, sergideki multimedia sunumu izleyen ya da New Jersey’deki evinden fotoğrafları
tagleyen kişi, aynı kişi değil. Birisi ile ilişkilenen, bir diğeri ile hayatı
boyunca ilişkilenmeyebilir. Bu açıdan her bir alan tekil, kendi başına ayakları
üzerinde durabilecek biçimde üretiliyor. Hepsini bir arada görenler çok şanslı
ama küçük bir azınlık olduklarını unutmamalıyız. Bugün o sergi yok ama kitap
var, kitap neredeyse tükendi, bir sonraki baskıya kadar yok ama web üzerinden
sunum var, tüm bu araçlar projenin sürekliliğini sağlamak için zorunlu. O
nedenle özellikle arşiv projelerinde çok kaynaklı üretimler yapıyorum, sonra o
kaynakları gerektiği ölçüde, gerektiği yerlerde dolaşıma sokuyorum. Bu bağlamda
yeni medya, haliyle benim en büyük destekçim oluyor. İşime yeni medya üzerinden
bakan izleyici ne düşünür ya da ne derece başkalaşır diye de hiç düşünmedim
açıkçası, amacım “izlenmesi” değil “müdahale edilmesi” çünkü, bilemiyorum belki
ressam olsam böyle kaygılarım olabilirdi ama ben ihtiyacım olan networku zaten
dijital ortamın sağladığı erişim demokrasisi üzerinden kuruyorum.
Türkiye’de
sanat eleştirisi düzlemini nasıl buluyorsunuz?
“Heykelin
kalıbını kim almış?” üzerinden “iyi sanatçı - kötü sanatçı” analizi yapan bir
sanat eleştirisi, davayı baştan kaybetmiş sanat eleştirisidir. Sanatçıları
belli bir üretim tekniğinin sürekliliği üzerinden tasnifleyen ve sanat tarihini
bu yolla örgütleyen tavır, kelimenin sözcük anlamıyla bocalıyor. Çok ciddi bir
zafiyet var çünkü bunun altında. Benim bir sonraki işimi üretirken, bir önceki
işime ne derece “uygun düşmeli” gibi bir kaygım olmamalı, bu kaygı başlı başına
tahakküm yaratıyor sanatçılar üzerinde.
Unutmayalım,
Leonardo da Vinci yüzlerce asistanla çalışıyordu. Bugün o fresklerdeki hangi
figürü kendisinin, hangisini asistanlarının yaptığını hala bilmiyoruz,
bilmemize de gerek yok çünkü tek bir Leonardo da Vinci var. Fakat siz İtalya’daki
dönem katedrallerini incelerseniz, tavanlarında nice Leonardo’nun gizli olduğunu
görürsünüz, öğrencileridir. Andy Warhol, Farctory’de onlarca kişi ile çalışıyordu.
Ben gayet tabi bir heykel yaparken bunun kalıbını dökmekle yükümlü değilim, eğer
bir profesyonel bu işi benden daha iyi yapacaksa, onunla çalışır ben de kafamı
toplayıp işimin teorik sorumluluğuna odaklanabilirim.
Bu
bağlamda sanatçı olarak benim önceliğim sanat üretmek, teknik üretmek değil.
Geçtiğimiz yüzyılda zanaatten beklenen geleneksel faaliyetlerin haddinden fazla
sanatın sırtına yüklendiği bir eleştiri kültürü geliştiği doğru. Ancak,
özellikle 2.Dünya Savaşı’ndan sonra her şey değişti. Bugün böyle eleştiri
vereni azarlarlar, ama Türkiye’de hala bazı köşelerde böyle isimler duruyor.
Ciddiye almıyorum. Hayatım boyunca birbirini tekrarlayan yüzlerce tuval resmi
üretmek gibi bir gayem hiç olmadı benim. Bu tip beklentileri karşılamadım. Bu
açıdan Türkiye’de takip ettiğim kritik sayısı 5’ten fazla değil, geri
kalanların ne yazdıkları ile ilgilenmiyorum.
WARHOLA Magazine - Kasım,
Aralık - Sayı:1