Studio-X Istanbul is an off-campus event space and urban futures think tank run by the Columbia University GSAPP, part of the Studio-X Global Initiative.
30 Ekim 2013 Çarşamba
atlantis
bazan yoksunluk geçiyor içimden,
olmayan meyvelerin tadına bakıyorum,
olmayan şehirleri seyahate çıkıyorum,
olmayan filmleri izlemeye koyuluyorum,
keşfediyorum, olmayan coğrafyaları
olmayan,
hüzünlere boğuluyorum bazan.
bazan,
taksiyi yolun yarısında durdurup,
geri kalanını yürüyorum.
olmayan meyvelerin tadına bakıyorum,
olmayan şehirleri seyahate çıkıyorum,
olmayan filmleri izlemeye koyuluyorum,
keşfediyorum, olmayan coğrafyaları
olmayan,
hüzünlere boğuluyorum bazan.
bazan,
taksiyi yolun yarısında durdurup,
geri kalanını yürüyorum.
27 Ekim 2013 Pazar
25 Ekim 2013 Cuma
23 Ekim 2013 Çarşamba
THESE NINE CREATIVES ARE SHAPING ISTANBUL'S ARTS SCENE@PAPERMAG
THESE NINE CREATIVES
ARE SHAPING ISTANBUL'S ARTS SCENE
Photographed by Nihat Odabasi / Art Directed by Akmal
Shaukat
Our annual April Beautiful People Issue, celebrating a cavalcade of cuties to watch
in different disciplines, has been such a sensation we've decided to continue
the series all-year round on Papermag.com. We previously showcased noteworthy
movers-and-shakers in Los Angeles and now our attention turns to nine people responsible for a cultural
flourishing taking place in one of the world's most fascinating cities, long
the nexus between East and West, tradition and modernity: Istanbul, Turkey.
For LINK
18 Ekim 2013 Cuma
"a song of love" Jean Genet
“A Song of Love” is French writer Jean Genet's only film,
which he directed in 1950. Because of its explicit (though artistically presented) homosexual content, the
26-minute movie was long banned and even disowned by Genet later in his life.
The plot is set
in a French prison, where a prison guard takes voyeuristic pleasure in
observing the prisoners perform masturbatory sexual acts. In two adjacent
cells, there is an older Algerian - looking
man and a handsome convict in his twenties. The older man is in love with the
younger one, rubbing himself against the wall and sharing his cigarette smoke
with his beloved through a straw.
The prison
guard, apparently jealous of the prisoner's relationship, enters the older
convict's cell, beats him, and makes him suck on his gun in an unmistakably
sexual fashion. However, the inmate drifts off into a fantasy where he and his
object of desire roam the countryside. In the final scene, it becomes clear
that the guard's power is no match for the intensity of attraction between the
prisoners, even though their relationship is not consummated.
Genet does not use dialogue in his film, but focuses instead on
close-ups of bodies, on faces, armpits, and penises. The film's highly sexualized
atmosphere has been recognized as a formative factor for works such as the
films of Andy Warhol.
17 Ekim 2013 Perşembe
"Aylak Adam" / altı çizilenler..
Bu sabah aniden
kütüphanemin en kuytu köşesinde Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ını bulmuşken, tedirginliğimin doruğunda,
28 yaşımda, altını çizdiğim bölümlerin bir kısmını yazıya gerçimek istedim.
Sabah programımı iptal etmeme yol açan yağmur ve sıcak limonlu ıhlamur
sağolsun.
Genel yargı doğrudur, romanın anti-kahramanı Bay C.
(Aylak Adam) flaneur ve voyeur'dur, ama bohem'den çok dandy'ye yakındır;
nitekim, ne evsiz, ne sürünerek sanatçı olmaya calışmakta ne de burjuva
hayatını kökten reddetmektedir. Bir dönem daha yavaş adımlarla ilerleyebilmek için Paris bulvarlarında kaplumbağa gezdirdikleri rivayet edilen flaneur tipinin aksine, çok hızlı adımlarla yürür. Aynen flaneur'de olduğu gibi kentli ve dolayısıyla kalabalıklar içerisinde olmasına rağmen yalnız (kamufle) bir karakterdir, ancak entelektüel kaygılarından ziyade, gerçek bir romantik olmayı arzular. Aradığı şey, asla bulamayacağını bildiği, modern
zamanların en büyük trajedisi; sevgidir. Belki de bu sebeple sanata dönüştürebileceği
bütün olasılıklar olumsuzlukla sonuçlanır. Üstelik onun için aslolan sevgiyi bulmak değil, aramaktır. Kendisi zengin
değil paralı. Tembel değil
aylaktır. Aylaklığı bezginlik değil,
başlı başına
bir eylemdir.
“ - Neden bu kadar kötümsersin?
- Sen neden değilsin?”
“Biliyorum siz küçük sürtünmelerle
yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız.”
“Yüzüne baktıkça ona sarılmaktan çekiniyordu. İçini böyle çırılçıplak açan birinin, artık bunları gören insanı sevemeyeceğini sanıyordu. 'Beni bırakırsa, bunları anlattığı için bırakacak' diye düşündü.”
“Yüzüne baktıkça ona sarılmaktan çekiniyordu. İçini böyle çırılçıplak açan birinin, artık bunları gören insanı sevemeyeceğini sanıyordu. 'Beni bırakırsa, bunları anlattığı için bırakacak' diye düşündü.”
“Pardesüsünün
yakasını kaldırdı, kalabalığa karıştı...”
“Yirmisekiz
yaşındaydı ve tedirgindi.”
“Asfalta
kusmak, işte yirminci yüzyıl!”
“Sustu.
Konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. Biliyordu
anlamazlardı.”
“Gercek
olan içimdeki bu boşluk mu? Degil! Bir şey var, ama eksikle eksikle var.”
“Şunların arasında sevilmeğe değer
birkaç kişi niye olmasın?”
“… olanla
yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada
yalnızdı.”
“ - Ah, hep senin zengin olduğunu
unutuyorum.
- Zengin değilim ben. Paralıyım.
- Farkı var mı?
- Çok!”
“Kelimelere
herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı
olmadıkça iki kişi iki ayrı dili konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?”
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği,
kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir
şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük
işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan
çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu
aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”
“Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir
film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar.”
“Birden
kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki
sıkıntı eridi”
“Yoksa her
şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?”
“Her şeyi
birden görmeğe kalkarsak hiçbir şey göremeyiz.”
“Kendini
güç tuttu. Bu öfke bir kırgınlık, bir başkalarına küsme duygusuyla karışıktı. Seveceğini
sandığı insanlar bunlar mıydı?”
”Bana tek
insan yeter. Sevişen iki kişinin kurduğu toplum. Toplumsal yaratıklar
olduğumuza göre, insan toplumlarının en iyisi, bu daracık, sorunsuz, iki
kişilik toplumlar değil mi?”
“İnsan
kendisine uygun olmayanı bağışlamaz. Biz, hoşgörüsü olmadığını bile bile,
başkalarında kendininkinden ayrıyı bağışlamaya çalışana hoşgörülü diyoruz.”
“Dünyada
hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey
olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi
zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına
tutunanalar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır.
Gülünçlüğünü fark etmez.”
“Londralı kasapla İstanbullu kasap
dünyaya aynı gözlerle bakarlar.”
“Karıncalar bilmeden severler.”
16 Ekim 2013 Çarşamba
13 Ekim 2013 Pazar
Tüm Formlarıyla Fotoğraf" / Debra Hess Norris, Nora Kennedy, Tayfun Serttaş
"Tüm Formlarıyla Fotoğraf" konuşma: Tayfun Serttaş
"Tüm Formlarıyla Fotoğraf" full version: Debra Hess Norris, Nora Kennedy, Tayfun Serttaş
"Tüm Formlarıyla Fotoğraf" full version: Debra Hess Norris, Nora Kennedy, Tayfun Serttaş
"mimarlar mezarlığı" / alıntılar
Burada
yer alan alıntılar, Uğur Tanyeli’nin 2007 senesinde gerçekleştirdiği “Mimarlığın
Aktörleri - Türkiye 1900 - 2000” isimli sergi kitabında yer alan “Mimar
Bireyin Doğuşu ve Türkiye” başlıklı makalesinin seçili paragraflarından
meydana gelmektedir.
(...)
Birey
tanımına girmek için, ortamın olağan davranış çizgilerinin dışında olmak
gerekir. Birey olabilmek, kişisel verimi irdeleyen her türlü soyut kalite tanımının
ötesinde, bazen düpedüz egzantrik olmaya dek varabilecek ölçüde, çizgi-dışı
olmak demektir.
Mimar
birey Tükiye’de ne zaman ortaya çıktı? En erken örneklerin olsa olsa 1900’lü yılların
başında belirdiği iddia edilebilir. Bunun böyle olduğunu anlamanın kolay bir yöntemi
de var. Herkes bildiği Osmanlı mimarı adlarını saymakla bir ön-değerlendirmeye
başlayabilir. Sanat tarihi veya mimarlık alanında eğitim görmemiş yükske öğrenimli
hemen herkes, 20. yüzyıl öncesinde bir tek kişinin adını bilir: Mimar Sinan. Türkiye’nin
dokuz bin yıllık mimarlık tarihi içinde adını bilme zahmetine katlanılan Mimar
Sinan’dan başka hiç kimsenin olmadığı görülür. Bu, bu topraklarda başka önemli
yapı üretim etkinliklerinin gerçekleşmediği anlamına gelmez. Mimar Sinan’ın bütün
bir Osmanlı mimarlığı tarihinin tek bireyi olduğuna da tabii ki işaret etmez.
Olsa olsa Mimar Sinan’ın kimliğinin geç 19. yüzyıldan başlayarak bir tarihyazım
anomalisi olarak inşa edildiğini gösterir. Uzman ya da bu özgül alanda eğitimli
olmayanların ondan başka mimar adı sayamayışı, ortama yaygın genel bir mimarı
cehaletle de açıklanamaz. Kuşkusuz, bilmek için çabalamayanların bilmesi imkansız
olduğuna göre, özel bir cehalet türünün varlığı da inkar edilemez; ama,
ciddiyetle uğraşılsa bile alandaki önemli bilgi boşluklarının doldurulamayacağı
aşikardır. Birey olmayanlar hakkında bireysel kimliğe özgü bilgiler edinilemez
de ondan. Dolayısıyla, uzmanların bile adlarını sayabilecekleri mimarlar hakkındaki
bilgileri, birkaç yapıyı o adları bilinen birkaç kişiyle ilişkilendirmekten
ibarettir. Özetle, birkaç yapının o mimar tarafından yapıldığı söylenebilir. Ama,
böyle yapıldığında söz konusu yapıların müelliflik sorunları aydınlatılmış
olmaz. Hatta, ortada bir müelliflik sorunu da yoktur. Müelliflik yargısının
anlamlı olabilmesi için, müellif olduğundan bahsedilenlerin bireyselleşmiş
tasarım iradesinin var olduğu bir dünyada yaşamış olmaları gerekir. Bir müellifi
bulunduğu varsayılan mimari ürün, aynı dönemin anonim ürünlerinden ya da müellifi
bilinen öteki yapılar karşısında ayırdedici özellikler göstermiyorsa, onun
bireyselleşmiş tasarım iradesi üreten bir dünyada ortaya konduğu söylenemez.
Bununla
anlatılmak istenen, bireyin – mimar olsun veya olmasın – bir Modernite çocuğu
olduğudur. Premodern toplumlarda ortada adı bilinen mimarlar varsa bile, aslında
bireylerle yüz yüze olunduğu sonucu çıkarılamaz. Tipik olan, mimar adlarının da
genellikle bilinmeyişidir. Örneğin, “Gotik katedralleri kimler yaptı” sorusunun
cevabı birkaç istisna dışında yoktur(2). Bilinen birkaç durumdaysa, sadece, sözgelimi,
bir kilise belgesinde o kişinin adı bir biçimde geçtiği için bu bilgiye ulaşılabilmiştir.
Aynı sözler 19. yüzyıla kadar Osmanlı mimarlarının neredeyse tamamı için
yinelenebilir. Pek azının adı bilinir, adı bilinenlerin de hiçbirinin hayat
hikayesi bilinmez. Hiçbirinden kalma bir tek özel mektup yoktur. Hiçbirine ilişkin
efsanevi içerikli olmayan bir anektod mevcut değildir. Kişilikleri, tepkileri,
tercihleri, zaafları, özetle kişiyi eşdeğerinden ayırt etmeyi sağlayan özellikleri
saptanamaz. Kendi mesleki ve özel yaşamlarına ilişkin hiçbir belge, bugüne
onların kendi çabalarının sonucunda ulaşmamıştır. Yani, kendi tarihsel
kimliklerinin inşasında kendi katkıları yoktur. Kendi historiyoğrafik konumlarının
saptanmasında bilinçle rol oynamamışlardır. Oysa, birey kendi kendisini
tarihselleştirir. Kendi yaşamını bir tarih metni gibi kaydeder, belgeler, örneğin,
anılarını yazar; hem yaşamını kaydedilecek kadar önemser, hem de giderek yaşamını
kaydedilmeye değer biçimde yaşamaya doğru yönlenir. Kendi tarihsel kimliğinin
inşa edilmesini sonraki kuşak ve kişilere bırakamayacak kadar sabırsız, hatta küstahtır.
(...)
İyimser
bir ifadeyle, 19. yüzyıl öncesi Osmanlı mimarlarından kalan böyle bir birikim
yoktur. Bireyin bireyliğini kanıtlayacak, onun elinden çıkmış, bireysel olduğu
varsayılacak, sadece ve sadece onun tarafından yapılmış olabilecek ve başka hiç
kimse tarafından yazılmış, yapılmış olamayacak ve varlığını bürokratik işlemsel
zorunluluklara borçlu olmayan belgeler bulunmaz. Hepsinden önemlisi, mimari
belge niteliğinde çizimler varsa da, onların üzerinde çizenin adı bulunmaz.
Oysa, 15. yüzyıldan başlayarak bu kültür coğrafyasında mimari çizimler mevcut.
O nedenle bu durum, salt belgelerin dağılıp yok olmasından kaynaklanmıyor.
Bireyin varolmadığı bir toplumda bireyselliğe işaret eden veriler üretilemez.
(...)
Birey
mimarın varolmadığı yerlerde, mimarlığın tarihi başka türlü yazılır, yazılmalıdır.
Çünkü, orada mimarlığın kültürel konumu, kamusallaşması, mimarın mesleki
pozisyonu başka türlü inşa edilir. Böyle bir toplumda mimarlık birey üreten
ortamdakinden farklı düşünülür, farklı kavranır. İkisi arasındaki uzlaşmaz
farklılıksa kabaca Modern ile Modernöncesi dünya arasındaki farka tekabül eder.
Bireyselliği vareden de, genel normatif kalıpların yıkımından başka birşey
olmayan Modernite ile birlikte, ortaya çıkan potansiyel olarak kaotik durumla
başedebilmek için kişisel stratejiler geliştirmektir. O bilgi ve etkinlik alanında
artık herkesi bağlayan normlar yoksa, kişi kendi normlarını kendi inşaa eder,
kendi tercihlerini belirler, kendi varoluş stratejilerini oluşturur. Bireyleşen
mimarın başkalarından farklı denebilecek nitelikte ürünler ortaya koyuşunun
nedeni budur.
(...)
İlk
gerçek mimar bireyler, yani yaptığı yapıları kendi eseri olarak tanımlama
ihtiyacı duyan ilk mimarlar 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkar. Bunlar, yaptıkları
binanın üzerine adlarını yazan mimarlardır. İlk kez olarak “bu yapıyı ben yaptım”
biçiminde bir iddiayı gündeme taşıyabilen, bir iddia üzerine yaşam bina edebilen
ilk kişilikler. Bu türden yazıtlar 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında,
yani sadece bir yüzyıl önce ortaya çıkıyorlar. Bunların önemli bir bölümü
Rum(16), küçük bir bölümü Ermeni kökenli. 20. yüzyıl içinde rol aldıkça Türk kökenli
olanların da kendi adlarını zaman zaman binaların üzerine yazabildikleri seyrek
olarak görülmeye başlıyor. Ama, hangi etnik gruptan olursa olsun, 1890’dan önceye
ait bir mimar yazıtlı apartman ya da ev bulmak, hemen hemen mümkün değil.
Mimar
yazıtının iki işlevi var. Birincisi, yazıt “bu yapıyı ben yaptım” diyerek, övünçle
ilan eden birinin var olduğunu, dolayısıyla geleneksel ahlakın hoşgörmediği türden
bir iddianın gündeme geldiğini gösterir. Artık kendi adını unutulup gitmesine
tahammül edemeyen, kendisini önemseyen biri vardır. İkincisi de, bireyselliğin
varlık nedenlerinden biri olan kapitalist üretim ilişkileriyle bağlantılı: yapının
üzerine mimar adı yazılıyorsa, bu aynı zamanda da kişisel bir reklam etkisi amaçlanıyor
demektir. Bir yapının bir mimar ile ilişkilendirilmesi, olası yeni müşterilere
verilmiş bir mesajdır. Ve unutmamak gerekiyor ki, o dönemde İstanbul mimarları
aynı zamanda da müteahhit olarak çalışmaktadırlar. Bu onların reklam yapma
gereksinimlerini katlamış olmalıdır. Rum kökenli mimarların ad yazıtı koyma
konusunda en ısrarlı olan grubu oluşturmasının nedenleri sorulabilir. Bu
hususta kestirme bir yanıt, İstanbul Rumlar’ının, en azından 19. yüzyılın
ikinci yarısında, modernleşme ve burjuvalaşma bağlamında öncü rol oynamalarından
kaynaklanan olağan bir durumla yüzyüze olunduğudur. Kuşkusuz, neden her modern
toplumda mimar yazıtlarıyla karşılaşılmadığı sorusu da yanıt bekliyor. Mimarların
ve ürünlerinin medya ve özgül mimarlık basını gibi araçlarla yaygın biçimde
kamusallaşabildiği bir ortamda, aslında geleneksel bir araç olan yazıta başvurmak
gerekmez. Mimar mesleki önem ve iddiasını daha çağdaş ve geniş erişimli araçlarla
dışavuruyorsa ad yazıtı gereksiz, hatta çocuksu ve gülünçtür. Mimar yazıtı, o
gibi araçların henüz varolmadığı, ama bireyselleşme ve reklam talebinin olduğu
bir ortamda anlamlı ve işe yarardır. Geç 19. yüzyıl İstanbul’u, böyle bir
ortamdı.
Ne
var ki, Geç 19. yüzyıl İstanbul’unu inşa eden ve bireyleşme işaretleri veren
gayrimüslim mimarların toplumsal statülerinin yüksek olduğu kolay kolay söylenemez.
Kuşkusuz her etnik gurp kendi cemaati içinde yetişen mimarları önemsemiş ve yüceltmiştir.
Bazıları hayli popülerleşseler bile, Geç Osmanlı gayrimüslim mimarları üzerlerinde
Rönesans ve sonrasının birey, deha, yaratıcılık gibi kavramlarının inşa
edilebileceği kişilikler olamamışlardır. Ne kendi cemaatleri içinde, ne de Geç
Osmanlı toplum bütünü içinde bu denli yüceltilebileceklerdir. Geç Osmanlı mimarının
bunu engelleyen ciddi bir kimlik zaafı bulunuyor: sadece proje hizmetiyle yaşayamamakta,
müteahhitlikle bütünleşik bir meslek yaşamı sürdürmektedir. Mimarlıkla müteahhitliğin
bu tehlikeli bileşimi, heralde ülkenin ekonomik gelişmişlik ve örgütlenme koşullarından
kaynaklanır. Hem müteahhitlerin, hem de müşterilerin sermaye birikimlerinin küçük
olduğu bir ekonomide mimarlık hizmetiyle inşaat hizmetini bütünleştirmek daha
ucuzdur. Hepsinden önemlisi, geleneksel sistemdeki yapı üretim hizmetine benzer
nitelikte olduğundan, kapitalist üretim ilişkilerine yabancı olan müşteriler için
caziptir. Çok önemli bir müşteri olan devlet bunların başında gelir. Örneğin,
proje hizmeti için bedel ödeme alışkanlığı yoktur ve tüm modernleşmeci iddialarına
karşın, bu tavrını uzun zaman sürdürecektir. Bütün prekapitalist sistemlerde
olduğu gibi, burada da aslolan yapı üretimidir. Proje onun özerk bir bileşeni
sayılmaz; yapıyı inşa etme etkinliğinin bir parçası olarak değerlendirilir. Erken
Cumhuriyet döneminde bile bu durum kamunun ve özel kişilerin zihninde açıklığa
kavuşmuş sayılmaz. Herhalükarda, tasarım-proje yapımdan özerk bir varlık
kazanmayınca, mimarın yapımcıdan özerkleşmesi mümkün olamaz. Mimarın tasarımcı,
sanatçı kimliğinin iş adamı kimliğinden kopması en azından zordur. Geleneksel
değer yargılarından henüz sıyrılmamış bir toplumda, deyim yerindeyse, para
mesajın kutsallığını bozar. Mimari-sanatsal mesaj, tasarım, olağan bir hizmet üretim
işinin ayrılmaz bileşeniyse, onu sunanın yüceltilmesi için uygun bir ortamın
varlığından söz edilemez. Birkaç yüzyıldır devlete bu tür taahhüt hizmeti veren
sayısız iş adamından biridir müeahhit-mimar. Saygınlığı da pek az önemsenip gıpta
edilen o grubun diğer üyeleri kadar olacaktır. En azından merkezi yönetimin gözünde
böyledir.
Geç
Osmanlı mimarını eksen alan bir birey mitolojisi inşa edilemeyişi mimarın etnik
kimliğiyle de hiç kuşkusuz bağlantılıdır. Yerli gayrimüslim grupların Osmanlı üst
sınıflarının gözünde esnaf statüsünü aşamayan ve yüceltilmeye pek az uygun bir konumları
vardır. Buysa, mimarı kendi ait olduğu etnik grup içinde saygınlaştırsa bile,
onun toplum genelinde ve Osmanlı üst sınıfları özelinde önemsenir hale
gelmesine fırsat vermez. Mimarın saygınlık kazanması için Osmanlı seçkinlerinin
sınıfsal ve etnik önyargılarının aşılması gerekir. Bu zor güzegahtan gitmeyi başaran
yok. Aksi gerçekleşecektir: Osmanlı seçkinleri mimarın yüksek statülü bir
entelektüel, bir birey, bir yaratıcı olabileceğine, ancak kendileri mimarlık
yapmaya başladıkları zaman ikna olurlar. Yeni birey mitolojisi burada ancak Türk
mimarlar yetiştiğinde inşa edilir. Dolayısıyla, başlangıçta ulusalcı
ideolojiyle birey mitolojisi arasında sağlam bir ittifak kurulur. Örneğin, hiçbir
gayrimüslim mimar hiçbir dönemde, Vedad ve Kemaleddin Beyler’in 1910’lardaki
saygınlığının yanına bile yaklaşamamıştır. Bunun nedeninin adı geçenlerin
yeteneğinden ve “ötekiler”in yeteneksizliğinden ibaret olmadığı aşikar.
Sonuçta
Türkler’in 1830-1900 arasında verdikleri uzun aradan sonra mimarlık alanına
geri dönüşleri bile bu ideolojik gerekçeyle bağlantılı olacaktır(18). Mimarlık
ulusalcı savların doğuşuyla birlikte yaşamsal bir önem kazanır. Ulusalcı
ideoloji bir yandan geçmişte de varolan bir ulusal kültürü tahayyül eder, öte
yandan da onu bugün inşa etmeyi öngörür. Mimarlık düne ve bugüne yönelik bu
ikili iddianın ayakta durabilmesi için zorunludur. Türk ulusçuluğu özelindeyse,
mimarlık alanını ele geçirmek ekonomik bir anlam da taşır. Tüm ekonomik
etkinlikler Türk kökenliklerin egemenliğine girmeli(19) ve mimarlık bir meslek
alanı olarak da “yeniden fethedilmelidir”. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın
arka planındaki düşünce sistemleri içinde, yabancılara kaptırılan bu alanı
yeniden ele geçirme kaygısı yaşamsaldır. Dolayısıyla, mimarlık işi mesleki bir
etkinlikte bulunmakla sınırlı görülmez. O, kültür ve ekonominin yeniden
fethinin bileşenlerinden biridir; vatanın kuruluşuna katkıda bulunmaktır.
Mimarlık Türk ulusal varlığının somutlaşma alanlarından biri haline gelmiştir
ve mimarın etik sorumluluğu artık bu çerçevede belirlenecektir. Mimarlık, kendi
özgül bilgi alanının içerdiğinden çok daha geniş kapsamlı bir toplumsal
hareketin içinde işlev görmesi beklenen bir mesleki etkinlik adası olacaktır.
Bu ideolojik angajmanın 20. yüzyıl başlarında mimar saygınlığını hızla arttırdığı
söylenebilir. Sadece onyıl kadar kısa bir sürede yepyeni bir mimar kimliği
tahayyülü doğar.
(...)
Bireyin
oluşumu alanında bir tür tıkanıklık oluşturan şey, Tanzimat’tan başlayarak Türkiye’de
bürokrasi ile entelijansiyanın sıkı organik bir bağlantı tesis edişidir. Bu,
Osmanlı çağında da Klasik dönemden veri varolan bir ilişkiydi. Anlamı, Türkiye’de
devlet yönetimiyle entelektüel iktidarın neredeyse hep aynı ellerde bütünleşmiş
oluşudur. Yani, devlet memurunun aynı zamanda da entelektüel olduğu bir kültür
sisteminden söz edilebilir. Böyle bir toplumsal yapılanma içinde bireyleşme şansını
yakalayabilenler az olacaktı. Bürokratik entelijansiya içinde konumlananların,
yani hem entelektüel hem bürokrat olarak tanımlananların, bireysel farklılaşma,
bireysel karşı çıkış ve muhalefet üretmek için çok kısıtlı bir hareket alanları
vardır.
(...)
Max
Weber’in deyişiyle, “Bürokrat gündelik rutinin egemenidir”. Gündelik rutinin
egemenleriyse, bireysellikle ve onun özgül problemleriyle uğraşmazlar, gündelik
rutini ayakta tutan etkinliklerini yürütürler. Dolayısıyla, mimarlık bu
sistemin içinde devlet yönetiminin, “statecraft”ın bir parçası haline gelir. En
büyük müşterinin devlet olduğu bir ülkede – 1900’lerin başından başlayarak
neredeyse 1980’lere kadar – mimarlık yönetimsel etkinliğin, bürokratik etkinliğin
yürütülmesi için gerekli bir belge, çalışma ve inşai ürün olarak vardır. Böyle
bir belgenin, çalışmanın, ürünün kimin tarafından varedildiğinin önemi olmaz.
(...)
Mimarlığın
bireysellik örüntüleri çerçevesinde düşünülmediği bu ortamda değişim ve dönüşüm
rotaları, o emeği üreten kişiler merkeze alınarak değil, ağırlıklı biçimde
mimari emeğe ideolojik amaçlar atfedilerek tayin edilecektir. 1950’lerdeki kısa
“tatil” haricinde ideolojik üretkenlik hep gündemdedir. Derinlikli ve geniş bir
seçenekler yelpazesi içinde yürütüldüğü en iyimser gözle bakıldığında bile söylenemez,
Erken Cumhuriyet döneminden başlanarak 1970’ler bitene dek sürekli aynı argümanlar
yönelenir durur. Genelde çok yalın bir formüle yaslanılmaktadır: Ülke için doğru
olan mimarlık için de doğrudur. Ülke için neyin doğru olduğuna da, doğal olarak
dönemin egemen siyasal ideolojisi içinde karar verilecektir. Bu ideolojideki
dalgalanmalar, ülkenin küçücük mimar kadrosunun kısacık bir zaman aralığında
tarihselcilikten mütereddit bir Modernizm’e, oradan da yeniden tarihselcilik ve
bu kez daha kararlı bir Modernizm’e salınmasına olanak verir. Çoğu zaman aynı
kişiler bir tavırdan diğerine, belli ki travmatik bir etik kaygı duymaksızın,
gidip gelebilmişlerdir. Bu meslek adamları ahlaki endişelerden yoksun oldukları
için mi bu denli çok yalpalanmışlardır? Kuşkusuz hayır. Mimari tavırlar
konusundaki bu şaşırtıcı esneklik, bireyselliğin, dolayısıyla bireysel
sorumluluk ideallerinin yeşermemesi sayesinde mümkün olmuştur. Ama, bireyselliği
doğmadan öldüren bu verimsizlik ortamının da, aslında bürokratik seçkinlerden
iyi niyetli bir yaklaşımla devralınan “toplum mühendisliği” yapma saplantısı
sayesinde geliştirildiği söylenebilir.
Geç
Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerinin bürokratik seçkinleri kendilerini içinde
yaşadıkları andakinden çok daha rasyonel ve “doğru” işleyen bir toplumu
yaratmakla, yani “toplum mühendisliği” yapmakla yükümlü saymışlardı. Mimarlar
bu ideolojik ülküyü kendi mesleki eylemlerini yönlendirecek bir ana ilkeye dönüştürmüşlerdir.
Mimarlık sorunlarının çözümünü ülkenin kurtuluşuyla bağlantılı, hatta eşanlamlı
kılınca, ortaya gerçek bir düşünce tembelliğinin çıkışı da kaçınılmaz olur. Çözümün
mimarlığın dışında olduğuna inanıldığı zaman, mimarlık üzerinde düşünmeye gerek
duyulmaması doğaldır. Türk mimarlık düşüncesini 1910’lardan itibaren yeşermekten
alıkoyan, veya düşünce üretildiği yanılsamasıyla oyalanmayı sağlayan en önemli
etmen heralde budur. 1970’li yıllarda bile, mimarlığa ilişkin her tartışma ve
eylemde bazen örtük, çoğu zaman da açık açık dile getirilen bir önerme bunu çok
iyi ifade ediyor: “Türkiye’nin kurtuluşundan
bağımsız bir mimari kurtuluş yoktur”.
................
Kaynak:
Uğur
Tanyeli, Mimarlığın Aktörleri - Türkiye 1900 – 2000, Garanti Galeri Yayınları,
İstanbul, 2007.
Notlar:
2. Ronald
Recht, Les batisseurs des cathedrales gothique, sergi kataloğu,
Strasbourg, 1989.
16. Oya
Şenyurt, 1800-1950 Yılları Arasında İstanbul’da Faaliyet Gösteren Rum Mimarlar,
YTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, yayımlanmamış YLS tezi, İstanbul, 2002.
19.
Ekonomide Türkleşme için: Zafer Toprak, Türkiye’de “Milli İktisat” (1908-1918),
Yurt Yay., Ankara, 1982.
12 Ekim 2013 Cumartesi
"mimarlar mezarlığı" / uygulama
step by step
“19.yüzyılda
giderek hızlanan bir tempoyla Osmanlı kültür alanında mimarlık mesleği bir
gayrimüslim tekeli haline gelir. Önceleri Ermeniler ağırlıklıdır; yüzyılın
ikinci yarısında ise ağırlık Rumlar’a geçer. Onlarla sadece Levantenler rekabet
edecek kadar güçlüdür. Ekonomik gücü artan ve Avrupa’daki odaklarla ilişki
kurma alışkanlıkları geliştirenler, çağdaş mimarlık kariyerinin kuruluşunda da
öncülük rolü oynarlar. Doğal olarak tüm etnik-dinsel cemaatler öncelikle kendi
mimarlarına iş vermeyi yeğlerler. Ancak, ülkenin yapısını belirleyen ikilem,
etnisiteler-arası dengesizliğin ekonomik açıdan ve siyasal güç bağlamında
karşıt biçimlenmesine yol açmaktadır. Ekonomik etkinlikler açısından güncel
kapitalizmle bütünleşme becerisini gayrimüslim gruplar gösterebilmekte, siyasal
iktidar ise Türkler’in elinde olmayı sürdürmektedir. Gayrimüslimler bu tarihsel
bağlamda “ötekileştirilirler”. Kamu kaynaklarını ve siyasal iktidarı elinde
bulunduranlar, “ötekiler”in tekellerini devlet yönetim pratikleri aracılığıyla
kırmaya geç 19.yüzyılda başlarlar. Mimarlık bağlamında Mühendishane ve Sanayi-i
Nefise Mektebi Türkler’i yapı üretim sistemine sokmayı sağlayan kurumlardır.
Mesleğin etnik ayrımcı yapısını başarıyla değiştireceklerdir. Birinci Dünya
Savaşı önce Levanten mimarları tasfiye etmeyi sağlar. Bir kesimi ülkelerine
döner. Savaş bittiğinde küçülen imparatorluk ve İstanbul, artık eskisi kadar
çekici mimari hizmet olanakları sunmaz. Başkent Ankara’ya taşınınca, en büyük
müşteri olan devlet İstanbul mimarlık sektörünün eski üyelerinden proje hizmeti
talep etmeyi tümden durdurur. Daha İttihat ve Terakki döneminde başlamış olan
ekonomiyi Türkleştirme politikaları Erken Cumhuriyet’te de uygulanır. Sonuç, “ötekiler”in mimarlık piyasasından
hem müşteri, hem de tasarımcı olarak silinmesidir. Kimliğine ilişkin izler en
zor bulunan özneler ‘ötekiler’dir.”
Uğur
Tanyeli, “Mimarlığın Aktörleri”
s.373 Garanti Galeri, 2007 – İstanbul
6 Ekim 2013 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)