2 Şubat 2011 Çarşamba

Eğlence ve Dinlence Olasılıklarınıza İstinaden / AGOS Kültür Sanat


Nazim Hikmet Richard Dikbaş’ın ikinci solo sergisi “Yeni Eğlence ve Dinlenme Biçimleri” bu hafta Galeri NON’da açıldı. Sanatçının 2009 yılında gerçekleşen ilk kişisel sergisi “Henüz İyi Yönlerimi Görmediniz”in aldığı yoldan devam eden son çalışmaları, bir kez daha gündelik deneyimle idealize edilmiş normatif kriterlerin karşılıklı olarak sınırlarını zorluyor. Dikbaş’ın detaycı yöntemselliği, bu karşıklı zorlamadan bir çatışma değil, bir müzakere alanının olasılıklarını doğurması açısından bir kez daha çok başarılı. Birey efsanesi, eksiksiz algı, mükemmel muhakeme ve hafıza aktarımı gibi kritikler üzerinden kendi sorularını üretmeye odaklanan proje, sanatçının yüzlerce çizimi arasında nefes nefese kalan izleyicide adeta katılımcı gözlem hissi uyandırıyor. Ardı ardına sıralanan, büyük bölümü konuşma baloncuklarıyla yönünü tayin eden çizimler karşısında sadece görsel değil, edebi ve şiirsel bir seçiciliğin aurası altında büyük bir hızla sanatçıya yaklaşmaya başlıyorum. Bu yakınlaşmayı biraz daha ileriye götürerek, çizimlerinden ve hecelerinden toparladığım sorularla, bu kez Dikbaş’ı kendi ağzından dinlemeyi istiyorum.

Tayfun Serttaş

Sanatta hız ve tüketim yüzyılındayız. Sen öncelikle yaşamayı seçenlerdensin. Biliyorum ki, güzel yaşadın. Ardından birikimlerini sanatsal olarak ifade etmeye başladın. Böylelikle, aslında bir parantez açtın gibi geliyor bana. Öncelikle bu geçiş sürecini merak ediyorum. Arada çok keskin hatlar olmadığına eminim, fakat hayattan sanata geçiş, hangi köprüleri kurmanı ya da yıkmanı gerektirdi?


Hayattan sanata geçişin kronolojik bir sırayla –‘önce hayat, sonra sanat’- gerçekleştiğini, veya gerçekleşmesi gerektiğini, sanatçının kendisini korunmalı hale getirecek bir hazırlık dönemi geçirmesi gerektiğini düşünmüyorum. Yine de bu hayatın, veya senin kullandığın kavramla ‘birikimlerin’ sanata nasıl dönüştüğü ile ilgili soruyu ortadan kaldırmaz. Bu bence ikisinin birbirine giderek yaklaştığı bir karşılıklılık ilişkisi, bu yaklaşma sırasında da iki kavramın –hayat, sanat- anlamının belirginleştiği bir süreç içinde olup biter. Sanatçının kendini, pratiğini tanıması, çözümleyebilmesi, eleştirebilmesi için bu sürecin farkında olması, ve derdinin bu süreç olması gerekir. Bu aslında basit bir süreç, neyi niye yapıyorum sorusuna verilen cevaptan ve bu cevaptan hareketle belirlenen stratejilerden oluşuyor.

Sanat ile hayat arasındaki geçiş her zaman açıktır, ama gözlem, değerlendirme ve eylem hem bir uyanıklık hali hem de emek gerektirir. Kurulan köprü budur, kurulan köprülerin kendi içinde bir tarihi vardır, zamanla bazı köprüler eskiyebilir, ama yenileri kurulduğu için. Ben geçişi havalandırmaya, kapatmamaya çalışıyorum- geçişin kapanması ise daha büyük bir olumsuzluğa işaret eder- köprülerin tamamen yıkılmasına veya mecburen eski köprülerin kullanılmasına.

Türkiye’de bir kesim seni çevirilerinle tanıdı. En yetkin çevirmenlerimizden birisi olduğunun altını çizsem sanırım seni utandırmış olmam. Diğer yandan Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyorsun. Fakat seni bir haftasonu Kiki’de dinlemek de mümkün. Sabah dersine girdiğin gençleri, gece müzik yaparak eğlendiriyorsun. Şimdi ise sergini konuşmak için buradayız. Akademi, müzik, çeviri ve sanat gibi alanları bir arada yürütmek bir anda kafa karıştırıcı gelebilir. Fakat günümüzde sanatçının çok boyutlu misyonuna dair kendiliğinden birşey söylüyor sanki bu deneyim. Kendi kişisel pozisyonların içerisindeki ilişkileri hangi bağlama oturtuyorsun? Bu alanlar bir zıtlıktan ziyade bir geçirgenliğe işaret ediyor ve senin üretimlerine yaklaşırken, öncelikle seni tanımanın mühim bir konu olduğunu hissettiriyor bana.

Müzikten veya resim yapmaktan vazgeçmek istemem, hatta şimdikinden bile daha fazla zaman ayırmak isterim. Çeviriyi aslında sevsem de, bir süre yapmasam hiç aramam, ama kurtulabileceğimi zannetmiyorum –biraz da başkalarının yazdıklarını ve çevirdiklerini okumak istiyorum, çeviri yapa yapa çok anlayışlı bir çeviri okuyucusu haline geldim, başkalarının çevirilerinde hep iyi tarafları görüyor, kötü tarafları anlayışla karşılıyorum. Ders vermeye gelince, - Bilgi Üniversitesi’nde 20. yy. Sanatında Yaratıcı ve Eleştirel Düşünce adlı bir ders veriyorum - hem derse hazırlanmayı, hem de ders anlatmayı çok seviyorum, kendim de bildiğimi düşündüğüm konuları tekrar değerlendirebiliyorum. Bunlar şüphesiz birbirini klişe tabiriyle besleyen alanlar, ama ben başka alanlarda da birşeyler yapmayı düşünmüyor değilim.

Yeni serginin adı ve içeriği gereği bir önerme söz konusu. Fakat bir kez daha hayli subjektif bir açık alan bırakarak izleyiciye tersi yönde düşünme imkanı da sunduğunu hissediyorum. Bu açık alanda, edebiyata yaklaşan bir kurgusallık seziyorum. Tek tek işlerin arasındaki ilişkiler çoğu kez bir romanın sayfalarını çeviriyor hissi uyandırıyor bende. Takip sözkonusu, tam hikayenin sonuna geldim derken ani bir hamleyle tüm sürekliliği kaybetme riski söz konusu. Birbirlerinin ardı sıra, ardışık olmayan bir üslupla ilerliyorlar. Anlıyorum ki, onları bu biçimde oluşturmayı özellikle tercih ediyorsun. Bu biraz da gündelik hayatın süregiden devinimine karşılık gelen bir akışkanlık mı?

Gündelik hayatın da gerisinde, kafamızın içerisinde sürekli dolaşan genellikle birden fazla sese yaklaşma, bu sesleri tanıma, nasıl davrandıklarını anlamaya çalışma çabası. Edebiyatla bir yakınlık olduğunu ben de düşünmek isterim, biraz vakit bulabilsem üzerine gideceğim bunun. Çizimlerdeki cümlelerin bir hikayenin, veya senaryonun ortasından alınmış bir parça olduğunu düşündüğüm oluyor, etrafını doldurmak izleyiciye kalmış ama benim aslında bu etrafın ne olduğu konusunda oldukça iyi bir fikrim var, yoksa cümleler zayıf ve belirsiz kalır.

Yine tipler, ve bu tipler – tiplemeler üzerinden geliştirdiğin bir dil var. Çok açık dip notlar veriyorsun aslında. Farklı pozisyonlardan insan tiplemelerine duyduğun bu ilgiye toplumsal tartışmalar içerisinden yaklaştığımızda karşımıza hayli ciddi bir külliyat çıkıyor. Türkiye yakın tarihinin farklı sosyal iklimlerine dair bir seçki olarak anlayabilir miyiz çalışmalarını?


Türkiye’nin yakın tarihinin içinde olduğumuz için çizdiğim bazı tiplerin görünümleri, hatta bazı hal ve tavırları burayla bağlantılı. Ama tabii kafamda Türkiye diye bir sınır yok. Her zaman içinde bulunduğumuz düşünme hali, bu düşünme halinin uzantısı olarak aldığımız kararlar, elimizdeki imkanları –potansiyeli- kullanmayı veya kullanmamayı seçmemiz; bunlar tarihi veya coğrafi sınırlarla bağlı süreçler değil. Bazen sadece kişilerin değil olayın veya durumun kendisinin konuşsa, veya düşünse ne diyeceğini, neleri aklından geçireceğini düşünüyorum, sonra kişilere, veya yüzlere geri dönüyorum, bu büyük sesin onlarda nasıl duyulduğunu canlandırmaya çalışıyorum.

Bazı istisnaları saymazsak çok büyük oranda portre yapıyorsun. Klasik kara kalem portre resmini, kendi yorumunla daha çizgisel bir boyuta taşıyarak yeniden keşfettiğini hissediyorum bazı işlerinde. Bu bağlamda, çalışmalarını portre geleneği ile ilişkilendirebilir miyiz? Yoksa bu tümüyle rastlantısal bir pratiğin sonucu mu?

Rastlantısal olmasa da -portre çizmeyi seviyorum çünkü- becerilerimin sınırlılığı tarafından belirlenmiş bir durum bu, ama şikayetçi değilim. Sadece çizmeyi değil, portrelere bakmayı da seviyorum, resimlere, çizimlere, fotoğraflara, gerçek yüzlere. Yüz bir iletişim aracı, bir anlam üretme makinası, ama bazen de boş durur, her zaman verilecek net veya büyük bir mesaj yoktur çünkü. Birşey söylemeye başladığında bile genellikle bir fazlalık, bir israf halindedir, söylediğinden fazlasını gösterir, ve o fazlalık her zaman çelişki içerir. Portre geleneği de, bu sürekli sergi halindeki hareketli kompozisyonun, bu hem bir anlam ekonomisi hem de anlamsızlık fazlası içeren cephenin, bedenin hem bir parçası, hem de yabancısı olan ifade ve kayıt makinasını izliyor ve çözümlüyor. Yüz neredeyse telepatiktir, kendini tamamen ele verecek gibidir, sadece o anda ardında düşünüleni ve hissedileni değil, bütün bunların nasıl olup bittiğinin anahtarını da teslim edecek gibidir.

Anlıyorum ki, önce onlara ilgi duyuyorsun. Ardından onların en çarpıcı imajları üzerinde çalışıp şu an karşımıza çıkan sayısız imgeye hayat veriyorsun. Bunu yaparken, yarattığın tiplemelerle aranda nasıl bir ilişki gelişiyor merak ediyorum. Onlar daha çok hangi nedenlerle senin yorumuna ihtiyaç duyuyorlar?

Ayrıştırmaya başlayınca, bir yüze ilgi duymamın farklı sebepleri olabildiğini görüyorum, ama bazen baktığım gibi cazip bulduğum yüzler, veya daha doğrusu ifadeler olabiliyor- bir yüz sadece o yüz olduğu için cazip değildir, taşıdığı ifade yüzünden ilgi çeker, güzelliğin tanımı da böyle bir şey, sadece güzelliğin değil, tüm niteliklerin. Yüze ‘başlamama’ yarayacak bir yol arıyorum, bir yere bakmadan çizdiğimde de böyle bir yol bulmak amacıyla başlıyorum.

Fotografik portre geleneği içerisinde beni en çok etkileyenler, post-mortem (ölüm sonrası) portrelerdir. İnsanların ölümlerinden sonra gerçekleşen bu çekimlerin kendi çalışmalarım içerisinde de özel bir yeri var. Geçtiğimiz yüzyılda Hıristiyan toplum içerisinde sınırlı sayıda üretilmekle birlikte post-mortem portre pek de buralı bir üretim değil. İkinci serginde bir kez daha post-mortem çizimlerinle karşı karşıya kalınca bunun bir tesadüf olmadığını anladım. Ölüm sonrası silüetler ile bir ilişki var aranda ve özellikle bu çizimlerinde hiçbir konuşma baloncuğuna yer vermediğini görüyorum.

Bu son dediğinden emin değilim, öldüğünü bildiğim kişilerin fotoğraflarından yaptığım resimlere konuşma eklediğim oldu. Ama geri kalanlarda haklısın, gazeteleri karıştırırken herhangi bir şekilde – trafik kazası veya cinayet haberi, ölüm ilanı - ölmüş birisinin fotoğrafıyla karşılaşırsam mutlaka yakından bakıyorum. Bu sadece ölümle sınırlı da değil, şiddet olayları ile ilgili fotoğraflar da kendine baktırıyor. Tabii tersten de düşünmek lazım: bazen de her fotoğrafa, kendiminkiler dahil, ne kadar huzurlu, sakin, normal olurlarsa olsunlar, ölmüş insanların fotoğrafı olarak bakıyorum. Eski fotoğraflara baktığımızda, ki o kadar da eski olmak zorunda değiller, basit bir mantık yürütmeyle fotoğraftakilerden bazılarının ölmüş olduğunu anlarız. Benim yaptığım sadece o bazıları kümesini genişletmek.

Dünya sanat tarihi içerisinden baktığımızda hayli önemli bir zemine oturmasına karşın, Türkiye’de karikatür ve karikatür diline yaklaşan bir sanatsal anlayıştan bahsetmek güç. Karikatür, nereye koyacağımızı pekte bilemediğimiz bir melez üretim alanı olarak algılanıyor sanki. Zaman zaman küçümsenip, zaman zaman yüceltiliyor fakat stabil olarak hakettiği yeri edindiğinden pek emin değilim. Karikatüre işimize geldiği gibi yaklaşıyoruz gabila. Senin çalışmalarında karikatürü de kapsayan mizahi ve çizgisel bir seçicilikten söz etmek mümkün mü?


Karikatürü çizgi romanla beraber düşünüyorum, ikisi de çok küçük yaşlardan beri takip ettiğim akraba alanlar. Bizde sanat genelde pek bir yer edinemediğinden karikatüre de sıra gelmiyordur herhalde ama çizerle okuyucu arasındaki dinamik açısından Türkiye’nin çok canlı olduğunu düşünüyorum. Bazı karikatüristlerin sergi açtıklarında asıl emeklerini ve zamanlarını harcadıkları ve güçlü oldukları alanı yani karikatürü bırakıp akademide okurken en son etkilendikleri akım neydiyse ona yakın tuval resimleri yaptıklarını görünce hayalkırıklığına uğramıştım. Sürekli üretim mecburiyetinin bazen köstek olduğu, yakın dönemde tekrara ve tatsızlığa sürüklediği bir alan karikatür ama benim gördüğüm, şimdi daha kendine güvenen ve senin de bahsettiğin melez potansiyelin farkında olan, yepyeni görsel ve dilsel yaratıcılık alanları keşfeden bir grup çizer var. Örneğin Cem Dinlenmiş hem karikatürün hem de grafik sanatların, edebiyatın, resmin, heykelin araçlarını rahat ve esnek bir dille kullanıyor. Hem çizgisel ama özellikle dili kullanışı açısından sevdiğim Glenn Baxter, tabi olduğu diğer araçların –kitap illüstrasyonu, reklam vb.- asla altında kalmayan Maira Kalman gibi çizerler karikatürün veya yine benzeri şekilde hor görülen illüstrasyonun potansiyelini olağanüstü kullanabilen sanatçılar.

Mizah belki daha az ama çizgisel bir seçicilik elbette var: bunun birçok ölçütü var, bazıları işin çizim tarafıyla, bazıları da çizilenle ilgili. Ama başka çizerlerin ne yaptıklarına ilgiyle baksam da, daha çok yüzlerin, bedenlerin, nesnelerin dururken, hareket ederken, bir araya gelirken, dağılırken ne yaptığına bakıyorum.

Agos; Sayı 744, 4 Şubat 2011 Kültür-Sanat, sayfa 16

Hiç yorum yok: