30 Ocak 2012 Pazartesi
Foto Galatasaray yazı dizisi 2. Bölüm: Diaspora Komşundu / AKŞAM - Bülent Şanlıkan
DİASPORA KOMŞUNDU
'Türkiye'de 1950'ler ile ilgili kimsenin fikri yok. Sanki 1950'ler burada hiç yaşanmamış...' Bu sözler, İstanbullu Ermeni fotoğrafçı Maryam Şahinyan'ın 1935-1985 yılları arasında Foto Galasaray stüdyosunda çektiği 200 bin siyah beyaz kareyi 3 yıllık teknolojik bir çalışmayla gün ışığına çıkaran sanatçı, araştırmacı yazar Tayfun Serttaş'a ait... Dün AKŞAM'ın 'Ortak Hafızanın Fotoğraf Albümü' haberiyle duyurduğu SALT Galata'daki dev veri bankası da olan sergide aynı zamanda yüzlerce İstanbullu'yu anılarıyla buluşturan genç sanatçı, çalışmasının perde arkasını ve Ermeni soykırımı iddialarından Hrant Dink'e ilişkin pek çok konuda çarpıcı analizlerini paylaştı.
Bülent ŞANLIKAN
- Maryam neden siyah beyaz çalıştı?
Maryam Birinci Dünya Savaşı'ndan kalan körüklü kamerasını hiç değiştirmedi. Bu tavır artistik okunabilir ama değil. Foto Galatasaray'ı babasından hangi teknik imkanlarla devraldıysa öyle devam ettirdi.Bu tavrı konservatif kimliğiyle örtüşüyordu. Maryam zamanı askıya almış o stüdyoda, bir bakıma dondurmuş.
- Negatiflerin temizliği, arşivleme aşaması ne kadar sürdü?
Üç yıl. 2009'un Ocak ayında çalışmaya başladık. 2011'in Kasım ayında sergi açıldı.
- Sanatın sunumu noktasında yeni bir anlayış mı doğuyor?
Evet. Özellikle son 10 senede çok şey değişti. Teknoloji bize bazı olanaklar sundu. Proje, birkaç ay içerisinde web üzerinden tüm dünyaya açılacak ve orada Etiyopya'dan Kanada'ya kadar kendi tarihiyle ilgili bir bilgi gören herkes bu sisteme girebilecek ve bu da sonsuza dek orada kalacak.
- Sergi boyunca sizi en çok şaşırtan ne oldu?
Beklemediğimiz bir şey oldu. İnsanlar sandıklarından, duvarlarından çerçevelerini söküp bu sergiye geldiler. Yakınlarının fotoğraflarını taradılar. Şok geçirdim. Hepsi sergiyi bekliyor gibiydi.'
- Sosyolojik açıdan sergiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Karelere bakıldığında aynı zamanda toplumsal hafıza ile ilgili pek çok doneyi bulmak mümkün. Ortak belleğin nereye gittiği görebiliyoruz. Bugün artık bu sokağa çıktığınızda 1950'lerle ilgili kimsenin bir fikrinin olmadığını görebiliyorsunuz. Sanki bu topraklarda 1950'ler hiç yaşanmamış gibi.'
- Sergiyle amaçlanan küresel veri bankası mı oluşturmak mıydı?
Çalışmayı küresel bir tartışmaya dönüştürebilmek de vardı hedeflerim arasında. Arşivde görülen insanların bugün yüzde 70'i diaspora statüsünde yaşıyor. Bugün İstanbul'da değiller. Atina'da, İsrail'de, Paris'te, Latin Amerika'dalar ama biliyoruz ki İstanbullu olmak üzerinden yine bir aradalar.
- Bireysel hafızadan toplumsal sonuçlar elde etmek mümkün mü?
Evet. Çünkü biz hep yukarıdan dikte edilen bir hafızayı tekrarlıyoruz. Bir taraf diyor ki 'bu bunu yapmış', diğeri diyor ki 'yapmamış' ama bu iki ucun arasında sayısız okuma ve tekst var.
- Ezberler bozulacak mı?
Çok alışık olduğumuz tekil idealize edilmiş formattaki bilgiyi ve hafızayı yapı bozumuna uğratacaktır. Ama neyin ezberini bozacak? Maryam'ın arşivinde Ermeniler, Rumlar, Yahudiler var ama onların içinde gay de var, dinsiz de var, evsiz de var. Sayısız sosyal, kültürel, sınıfsal ve politik ayrışma var.'
- Ermeni meselesini hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Edirne'den çıktığın andan itibaren dünyanın her şehrinde Türkiyeli olmak üzerinden bir araya gelmiş insanlar var. Bu insanlarla 80 yıldır nasıl bir iletişimimiz var? Diaspora demek çok kolay. Diaspora dediğin insan Malatya'da, Sivas'ta, Diyarbakır'da senin arkadaşın, komşun beraber yediğin içtiğin ve orada olmak zorunda olan, haliyle de öfkeli bir kesim. Fakat biraz iletişim kursan, bir süre sonra aynı şiveyi, aynı lehçeyi konuşmaya başladığını göreceksin... Diasporanın ilk gittiği yıllarda biliyoruz kanalizasyon temizliyorlardı bu insanlar. Paris'te hayatta kalabilmek için reva mıdır bu? Ondan sonra o insanlarla hiç iletişim kurma! Sonuç ortada. Ben onlarla siyasi bir dil kurmak istemiyorum. Şimdi soykırım mı, katliam mı bunu tartışıyoruz. İnan bu boyutu beni hiç ilgilendirmiyor. Hukuki terminoloji değil buradaki mesele tamamen insani.'
PAMUKLARA SARMALIYDIK
Hrant Dink'in öldürüldüğü dönemde tezim için Agos arşivinde çalışıyordum. Cinayetten önce akademiden bir belge almıştım. Dink çok gülmüştü; 'İzne ne gerek var, gel çalış' demişti. Dink'in üniversite öğrencilerine karşı özel bir hassasiyeti vardı. Belki de bu yüzden cinayeti planlayanlar, kendilerini üniversite öğrencisi olarak tanıttı. Bu ülkede hiçbir sorun yoktuysa, Hrant neden vuruldu? Pamuklar içerisinde korumamız gereken değerlerdendi. Dink öldürülmeyecek insandı.'
Kaynak: AKŞAM - Bülent Şanlıkan 30.01.2121
Foto Galatasaray yazı dizisi 2. Bölüm: Diaspora Komşundu
29 Ocak 2012 Pazar
Foto Galatasaray yazı dizisi 1. Bölüm: Ortak Hafızanın Fotoğraf Albümü / AKŞAM - Bülent Şanlıkan
ORTAK HAFIZANIN FOTOĞRAF ALBÜMÜ
İstanbullu Ermeni Maryam Şahinyan'ın bir ömür çektiği fotoğraflar SALT Galata'da sergilendi. 1935-1985 yılları arasındaki dönemi kapsayan dev veri bankasında neler yok ki? Cumhuriyetin ilk yılları, 1942 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 olayları, 1974 Kıbrıs Savaşı, köyden kente göç gibi pek çok toplumsal olayın yanı sıra gündelik hayatın ayrıntıları da fotoğraflarda yer buluyor. 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının inkarını suç sayan yasa tasarısı, Fransız Senatosu'ndan 127 oyla geçerken 1 milyona yakın insanın fotoğrafını çeken Şahinyan'ın arşivi sanatçı, yazar, araştırmacı Tayfun Serttaş'ın dönüştürdüğü sergide geçmişini, yakınlarını arayan insanlarla buluştu. Tarihe not düşen 200 bin siyah beyaz fotoğrafsa, dış politik kavgalardan uzak 'ortak hafıza'ya çağrı yaptı.
Bülent ŞANLIKAN
Maryam Şahinyan 1935 ile 1985 yılları arasında yaklaşık 1 milyona yakın insanın hayatından kesitleri Galatarasay Meydanı'nda adını 'Foto Galatasaray' koyduğu stüdyosunda belgeledi. Şahinyan'ın Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma körüklü kamerasından yansıyan 200 bin siyah beyaz kareyi, sanatçı Tayfun Serttaş, teknolojiden de faydalanarak dev bir veri bankası haline dönüştürdü. Şahinyan'ın kutuladığı cam negatifler Serttaş ve çalışmasına yardım eden 30'a yakın asistan tarafından 3 yıl süresince teker teker temizlendi, tasnif edildi, dijitalizasyonu yapıldı, işlendi ve aylara, yıllara göre sıralandı. Serttaş bununla da kalmadı. Şahinyan fotoğraflarını, Aras Yayıncılık'tan çıkan 'Foto Galatasaray, Studio Practice by Maryam Şahinyan' adıyla kitaplaştırıldı. 3 yıl süren bu çalışmanın ardından Şahinyan Arşivi, 22 Kasım 2011- 22 Ocak 2012 tarihleri arasında, Karaköy'de, SALT Galata'da meraklılarıyla buluştu. Serginin son gününde, yüzlerce insan 'Maryam'ın objektifine yansıyan kareler arasında acaba, annemi, babamı, dedemi, teyzemi ya da kendimi bulabilir miyim' umuduyla geldi. Aradığını bulan da oldu, bulamayan da...
GEÇMİŞİN İZİNİ SÜRDÜLER
Hangi facianın Kurbanları?
Ali Cihanoğlu emekli bir bankacı, Aydın'da yaşıyor. Onu SALT Galata'ya götüren şey 1951'de Şahinyan'ın çektiği anne ve babasının düğün fotoğrafı olmuş. Cihanoğlu'nda fotoğrafın bir benzerinin basılmış hali var. Serginin açıldığını duyunca 'Acaba farklı pozu da bulabilir miyim' diyerek soluğu İstanbul'da alan Cihanoğlu'nun dileği gerçek oldu ve annesi Belkıs'la babası Nihat'ın fotoğrafını arşivde bulabildi.
Cihanoğlu'nun aklını esas kurcalayan fotoğrafsa İzmir'de aile fotoğrafları arasından çıkan ve arkasında 'Bir facianın kurbanıyız' yazılı not bulunan 1940 yılına ait bir aile fotoğrafı. Fotoğraf acaba kimlere aitti? Ailenin başına ne gelmişti? 1924-1050 yılları arasında Trabzon ve Aydın Milletvekilliği yapan Yüksek Mühendis Mithat Aydın'a gönderilen bu fotoğrafın peşine düştüğünü söyleyen Cihanoğlu, Şahinyan arşiviyle ilgili 'Tarihi belge niteliği taşıyor. Birbirini uzun süre görmeyen insanlar olmayacak bir şeyi bu arşivde bulabiliyor. Babasına, annesine, teyzesine ya da akrabasına ulaşmak heyecan veriyor' dedi.
YOLU STÜDYODAN GEÇENLER
Kimler gelip geçmiyor ki Şahinyan'ın objektifinden. Katolik din görevlileri, Ermeni rahibeler, Bat Mitzvaha (Ergenlik töreni) giren Musevi çocuklar, hatıra fotoğrafı çektiren Rum kızlar, Bolşevik Devrimi'nden kaçıp İstanbul'a sığınan Beyaz Ruslar, opera sanatçıları, eşcinseller, müzisyenler, göçlerle İstanbul'u mesken tutan taşralılar...Ve tanıdık bir isim. Türk sinemasının ilk kadın yönetmeni ve ilk kadın yıldızı Cahide Sonku...
FOTO GALATASARAY ONUN HAYATIYDI
Uzun yıllar Fransa'da yaşadıktan sonra Türkiye'ye yerleşen Şahinyan'ın yeğeni müzayedeci -galerici Christine Tarpin, teyzesini anlattı: 'Çok küçüktüm. Her yaz İstanbul'a geliyorduk. Hikayelerini, yaşadıklarını anlatırdı. Mesleğini çok severdi. Son zamanlarında Parkinson hastalığına yakalanmıştı. Fotoğraf çekemiyordu. Fotoğraf çekilmeyi sevmezdi. Çok az fotoğrafı var. Başkalarını çekmeyi severdi. 1994'te aramızdan ayrıldı. Çocuğu yoktu evlenmemişti. Foto Galatasaray onun hayatıydı.'
SERGİNİN FORMATI: Sergİnİn bir bölümünde Serttaş'ın negatifleri temizlerken kullandığı aparatlar, kimyevi maddeler ve temizlik sırasında kullandığı 200 bin adet pamuğun gösterildiği bir camekan yer alıyor. Karşısındaysa dev ekranda Serttaş ve Aras Yayıncılığın Sahibi Yetvart Tomasyan çalışmanın sosyolojik ve teknik çözümlemeleri anlattığı kısa filmler gösteriliyor. Serginin bir başka interaktif bölümü de dev arşivin insanlar ile buluşmasın olanak sağlayan bilgisayar sistemi. İnsanlar bu sistemde aradıkları fotoğrafları tarıyor. Karanlık odada da ekranlara yansıtılan fotoğrafların slayt gösterimi yapılıyor.
56 YIL ÖNCE ÇEKİLEN FOTOĞRAF
Şahinyan'ın siyah beyaz kareleri arasında zaman yolculuğuna çıkanlardan birisi de özel bir şirkette genel müdürlük yapan 58 yaşındaki Sarkis Çadırcıoğlu'ydu. Çadırcıoğlu yaptığı tarama sonucunda bulduğu çocukluk fotoğrafıyla büyük heyecan yaşadı. O da çocukluğuna dönenler arasında yer aldı. 2 yaşındayken Şahinyan'ın objektifinin karşısına geçen Çadırcıoğlu, başka kareler de bulmak ümidiyle ekrana kilitlendi. Çadırcıoğlu ile Şahinyan akraba. Çocukluk yıllarında Şahinyan'ın kendisini çok sevdiğini anlatan Çadırcıoğlu, '1956 yılına ait bu kare bir dönemi yansıtıyor. Çocukluğum Kurtuluş'ta geçti. Benim de yolum o yıllarda pek çok kişinin geçtiği gibi Foto Galatasaray ile kesişti. Bu unutulmaya yüz tutmuş karelerin tarihin tozlu raflardan çıkarak günümüzü aydınlatıyor olması bizleri mutlu etti' dedi.
ÇOCUKLUĞUNA DÖNDÜ
Şahinyan'ın 1970'li yıllarda düğün sonrası çektiği fotoğraflardan birini ilginç kılan pozda yer alan kız çocuğunun o anın peşine düşmüş olması. 50 yaşındaki Feryal Salehi, fotoğrafta solda duran küçük kız. Sadece kendi fotoğrafını bulmakla kalmadı aynı zamanda yolları Şahinyan ile Büyükada'da kesişen annesiylededesinin de fotoğraflarını buldu. Salehi, Şahinyan'ın Büyükadada oturduğu yıllarda yazlıklarında kiracı olarak bir süre yaşadığını anlatıyor. Salehi, 'Çok özel bir insandı. İşini çok severdi. Profesyoneldi. Stüdyosunda bir tarihe şahitlik etti. Fotoğraflara bakarken 'ne kadar çok değişmiş her şey' diyorsunuz. Bu çalışma tabi” ki son derece detaylı ve zor. Ancak insanların bir zamanlar çekilmiş ve unutulmuş karelerinin yeniden canlandırılmış olması büyük bir tarihi değer taşıyor. Şahinyan'ın fotoğraf kareleri bizlere geçmişten geleceğe ışık tuttu' diyor.
ZAMAN TÜNELİNE GİRMİŞ GİBİYİM
İstanbul Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği 1'inci sınıf öğrencisi Cansu Ceylan da geçmişin izini sürenlerden. Ceylan, röntgen mütehassısı dedesi Ayhan Berkman'a ait bir fotoğraf aradı. 2001'de hayata gözlerini yuman Berkman'ın gençliği İstanbul Erkek Lisesi'nde geçmiş. Dedesinin yolunun Şahinyan'la kesişmiş olma ihtimali üzerine binlerce fotoğrafın arasından nostaljik bir kare arayan Ceylan, 'Fotoğraflarda Türkiye'nin geniş bir profilini bulmak mümkün. Eskiye gittikçe insanların çok daha kılık kıyafetlerine dikkat ettiklerini hatta özendiklerini görebiliyorum. Günümüz Türkiye'sine baktığımızda ise bu geçmişten eser yok. Sanki zaman tüneline girmiş gibiyim' diye konuştu.
HEP İYİLİK MELEĞİNİ OYNUYORUZ
Kısa filmlerden birisinde Aras yayıncılığın sahibi Yetvart Tomasyan şöyle konuşuyor: 'Şahinyan'a kadın gözüyle bakmamızda fayda var. Erkek egemen bir toplumda bu işi yapmayı başardı. Maryam 6-7 Eylül olaylarını gördü, varlık vergisini gördü, Ermeni sanatkarlar ve esnaflar müşterilerine karşı hep iyilik meleğini oynadılar, oynadık,
oynuyoruz. Çünkü biz birinci sınıf vatandaş ve yurttaş değiliz. Bu korku nesilden nesile aktarıldı, öğretilmedi zaten.
Kaynak: AKŞAM - Bülent Şanlıkan 29.01.2121
Foto Galatasaray yazı dizisi 1. Bölüm: Ortak Hafızanın Fotoğraf Albümü
26 Ocak 2012 Perşembe
YORUMSUZ: Bedri Baykam'dan Rakel Dink'e mektup
Bedri Baykam'ın 24 Ocak 2012 tarihli Cumhuriyet makalesini kelime virgül oynatmadan paylaşıyorum, yorumsuz.
SN RAKEL DİNK VE AİLESİNE AÇIK MEKTUP
Sayın Rakel Dink, size bu satırları Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümünde yazıyorum. Bildiğiniz gibi, rahmetli eşiniz Hrant Dink dışında, öldürülen bir çok yazarımız oldu. Atatürkçü veya farklı kimliklere sahip değerli insanlardı. Bu saldırılardan tesadüfen kurtulan tek isim ben oldum. Bu cinayetler hakkında, hem bir çok arkadaşımı kaybettiğim, hem de hedef olduğum için, uzunca düşünme fırsatım oldu, özellikle sizin “bir bebekten bir katil yaratmak”la ilgili sözleriniz üzerine…
O menfur suikast günü, kara haberi öğrenir öğrenmez Agos gazetesine gelmiştim. Gerek gazetedekilere, gerek basına bu alçak cinayet hakkında tepkimizi kendim ve temsil ettiğim kurumlar adına bildirdim. Fakat ne yazık ki, o gün bazı densizler demeç verirken ve daha sonra cenazede bana laf atmışlardı!. Sanki benim ve temsil ettiğim ideolojinin herhangi bir suçlanacak noktası varmış gibi! İşi büyütmedim, çünkü eşinize son görev yapılırken o ortam, 3-5 haddini bilmezin kuru gürültüsüyle kirletilemezdi. Ürettikleri zavallı dedikodulara gelince, hiçbir zaman eşinizin 301 davasında ona hakaret edenler arasında olmadım. Zaten o davalara gitmedim. Maalesef o davalar vesilesiyle her ulusalcıyı, hatta her Atatürkçüyü aynı sepete atarak karalama merakı o günlerde başladı. Orhan Pamuk yargılanırken bu davanın gereksizliğini anlatmak için yazmış ve onun davasına gitmiştim. Bu farklı verileri istedikleri sahte imajı elde etmek için harmanlayan utanmazların medya kirletme taktiğiydi bu.
Eşinizle yakın görüşmüyorduk, ama entelektüel saygılı diyalog çerçevesinde bir ilişkimiz vardı. Atölyem de daha önce bir Ermeni Vakfı binasındaydı ve kendisi orada beni ziyaret etti. Birçok TV tartışmasına katıldık, hepsi son derece uygarca geçti. Hrant yaşasaydı Fransa’nın özürlü anti-demokratik kararına daha önce yaptığı gibi karşı çıkardı. Demokrasi kültürü almış, güzel bir insandı.
Dink davasında hakimin “Örgüt olmadığına” dair kararı, vicdanı olan herkesi isyan ettirdi Rakel Hanım. Eşinizin ölüm yıldönümünde yürüyenler de bu vurguyu doğal olarak yaptılar. Çünkü bu cinayetin her noktası tersini bağırıyordu. Ancak bunun üstüne bir de öyle rahatsız edici bir vurgu yaptılar ki, bu sefer vicdanlar farklı sızladı. Dink cinayetini o anlamsız-belirsiz “Ergenekon” sözcüğüyle birleştirmek, gözümde gerek eşinize, gerek onca başka gerçek aydına bir büyük hukuk tecavüzüydü. Bu cinayette örgüt var demek, önümüze konulacak her gerçekötesi senaryoya “evet” demek olamaz. Akıl var, mantık var. Dinci, aşırı milliyetçi, baskıcı, aşırı sağ gruplarla, onlarla hem siyasi aidiyet, hem ideoloji, hem laiklik, hem yaşam tarzı olarak 100% ters ve hatta karşıt düşen Atatürkçü, sol, ulusalcı gruba ait kişileri aynı kanıtsız dev “Ergenekon” şemsiyesi altında toplamak mümkün mü? Bu gruplar arasında görüntü olarak belki tek ortak payda Türk bayrağını sevmeleri ve çoğunlukla “soykırım” iddialarını kabul etmemeleri. Bunlar üzerinden mantıklı bir insan bu gruplara “ortak” gözlükle bakabilir mi? Samast, Tuncel ve Hayal’in ait oldukları geçmiş, ideoloji, parti nerede, Balbay, Haberal, Özkan, Perinçek gibi isimler nerede?
Sayın Dink, biraz empati rica ediyorum: Mesela kendinizi biraz da Sayın Gülşah Balbay’ın yerine koyun. Mesela Balbay, Haberal, Özkan, Perinçek, ve Soner Yalçın’ın aileleri, çevrenizdeki insanlar, Sayın Karin Karakaşlı, Dink cinayetinde “Ergenekon” adını telaffuz ettiğinde, ne düşünüyorlardır? Barışı bu ülkede böyle mi tesis edeceğiz? (Eşinizin 301 davasına gelerek aleyhine duruş sergilemiş olarak adı geçenlerin bile, tetikçilerle bağı olduğu bilgisine rastlamadım hiç) Sanki Dink ailesi “yetmez ama evet”çilerin kuşatması altında Rakel Hanım. Onların bugünkü yargıdan şikayetleri size ne derece inandırıcı geliyor bilmiyorum. Çevrenizde bugün yargıya çok güvenen fazla insan var mı? Her fikre inanabilirsiniz. Ama bence eşinizin aziz hatırasını, bu ülkede o referandumdan sonra mahcubiyet içinde yıllarca kıvranmaya devam edecek bir gruba indirgemek çok yetersiz kalır.Son olarak: Aydınlık’ın genel yorumlarından hiç haz etmeyebilirsiniz. Ama çok net ve somut verilerle Dink cinayetinin “F-Tipi Gladyo” ile ilişkisini ortaya koyuyorlar. Naçizane önerim, sizin ve avukatınızın önyargısızca kendileriyle görüşmeleri ve bu ciddi belgelere dikkatle eğilmeleri. Belki bu buluşma, insaf ve mantık duygularını yok eden sözünü ettiğim iddialarla aranıza biraz mesafe koyabilir. Bu ülkede davası ne yazık ki tutarsızlıklarla dolu tek dosya eşinizin ki değil Sn Dink dayanışma, adalet adına beraberce yaşama geçirilmeli.
Saygılarımla.
SN RAKEL DİNK VE AİLESİNE AÇIK MEKTUP
Sayın Rakel Dink, size bu satırları Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümünde yazıyorum. Bildiğiniz gibi, rahmetli eşiniz Hrant Dink dışında, öldürülen bir çok yazarımız oldu. Atatürkçü veya farklı kimliklere sahip değerli insanlardı. Bu saldırılardan tesadüfen kurtulan tek isim ben oldum. Bu cinayetler hakkında, hem bir çok arkadaşımı kaybettiğim, hem de hedef olduğum için, uzunca düşünme fırsatım oldu, özellikle sizin “bir bebekten bir katil yaratmak”la ilgili sözleriniz üzerine…
O menfur suikast günü, kara haberi öğrenir öğrenmez Agos gazetesine gelmiştim. Gerek gazetedekilere, gerek basına bu alçak cinayet hakkında tepkimizi kendim ve temsil ettiğim kurumlar adına bildirdim. Fakat ne yazık ki, o gün bazı densizler demeç verirken ve daha sonra cenazede bana laf atmışlardı!. Sanki benim ve temsil ettiğim ideolojinin herhangi bir suçlanacak noktası varmış gibi! İşi büyütmedim, çünkü eşinize son görev yapılırken o ortam, 3-5 haddini bilmezin kuru gürültüsüyle kirletilemezdi. Ürettikleri zavallı dedikodulara gelince, hiçbir zaman eşinizin 301 davasında ona hakaret edenler arasında olmadım. Zaten o davalara gitmedim. Maalesef o davalar vesilesiyle her ulusalcıyı, hatta her Atatürkçüyü aynı sepete atarak karalama merakı o günlerde başladı. Orhan Pamuk yargılanırken bu davanın gereksizliğini anlatmak için yazmış ve onun davasına gitmiştim. Bu farklı verileri istedikleri sahte imajı elde etmek için harmanlayan utanmazların medya kirletme taktiğiydi bu.
Eşinizle yakın görüşmüyorduk, ama entelektüel saygılı diyalog çerçevesinde bir ilişkimiz vardı. Atölyem de daha önce bir Ermeni Vakfı binasındaydı ve kendisi orada beni ziyaret etti. Birçok TV tartışmasına katıldık, hepsi son derece uygarca geçti. Hrant yaşasaydı Fransa’nın özürlü anti-demokratik kararına daha önce yaptığı gibi karşı çıkardı. Demokrasi kültürü almış, güzel bir insandı.
Dink davasında hakimin “Örgüt olmadığına” dair kararı, vicdanı olan herkesi isyan ettirdi Rakel Hanım. Eşinizin ölüm yıldönümünde yürüyenler de bu vurguyu doğal olarak yaptılar. Çünkü bu cinayetin her noktası tersini bağırıyordu. Ancak bunun üstüne bir de öyle rahatsız edici bir vurgu yaptılar ki, bu sefer vicdanlar farklı sızladı. Dink cinayetini o anlamsız-belirsiz “Ergenekon” sözcüğüyle birleştirmek, gözümde gerek eşinize, gerek onca başka gerçek aydına bir büyük hukuk tecavüzüydü. Bu cinayette örgüt var demek, önümüze konulacak her gerçekötesi senaryoya “evet” demek olamaz. Akıl var, mantık var. Dinci, aşırı milliyetçi, baskıcı, aşırı sağ gruplarla, onlarla hem siyasi aidiyet, hem ideoloji, hem laiklik, hem yaşam tarzı olarak 100% ters ve hatta karşıt düşen Atatürkçü, sol, ulusalcı gruba ait kişileri aynı kanıtsız dev “Ergenekon” şemsiyesi altında toplamak mümkün mü? Bu gruplar arasında görüntü olarak belki tek ortak payda Türk bayrağını sevmeleri ve çoğunlukla “soykırım” iddialarını kabul etmemeleri. Bunlar üzerinden mantıklı bir insan bu gruplara “ortak” gözlükle bakabilir mi? Samast, Tuncel ve Hayal’in ait oldukları geçmiş, ideoloji, parti nerede, Balbay, Haberal, Özkan, Perinçek gibi isimler nerede?
Sayın Dink, biraz empati rica ediyorum: Mesela kendinizi biraz da Sayın Gülşah Balbay’ın yerine koyun. Mesela Balbay, Haberal, Özkan, Perinçek, ve Soner Yalçın’ın aileleri, çevrenizdeki insanlar, Sayın Karin Karakaşlı, Dink cinayetinde “Ergenekon” adını telaffuz ettiğinde, ne düşünüyorlardır? Barışı bu ülkede böyle mi tesis edeceğiz? (Eşinizin 301 davasına gelerek aleyhine duruş sergilemiş olarak adı geçenlerin bile, tetikçilerle bağı olduğu bilgisine rastlamadım hiç) Sanki Dink ailesi “yetmez ama evet”çilerin kuşatması altında Rakel Hanım. Onların bugünkü yargıdan şikayetleri size ne derece inandırıcı geliyor bilmiyorum. Çevrenizde bugün yargıya çok güvenen fazla insan var mı? Her fikre inanabilirsiniz. Ama bence eşinizin aziz hatırasını, bu ülkede o referandumdan sonra mahcubiyet içinde yıllarca kıvranmaya devam edecek bir gruba indirgemek çok yetersiz kalır.Son olarak: Aydınlık’ın genel yorumlarından hiç haz etmeyebilirsiniz. Ama çok net ve somut verilerle Dink cinayetinin “F-Tipi Gladyo” ile ilişkisini ortaya koyuyorlar. Naçizane önerim, sizin ve avukatınızın önyargısızca kendileriyle görüşmeleri ve bu ciddi belgelere dikkatle eğilmeleri. Belki bu buluşma, insaf ve mantık duygularını yok eden sözünü ettiğim iddialarla aranıza biraz mesafe koyabilir. Bu ülkede davası ne yazık ki tutarsızlıklarla dolu tek dosya eşinizin ki değil Sn Dink dayanışma, adalet adına beraberce yaşama geçirilmeli.
Saygılarımla.
25 Ocak 2012 Çarşamba
MEA / Porsche and Bullet Holes
MEA / Self Portrait
Time Out Live artSümer'de
Son bir yılda sıkı takibe aldığımız sanatçı, araştırmacı ve yazar Tayfun Serttaş ile 28 Ocak Cumartesi günü 15.00-18.00 saatleri arasında artSümer’deki yeni sergisi ‘Ortadoğu Havayolları’nda buluşuyoruz.
Protagonistimiz Tayfun Serttaş son iki yılını adadığı Doğu Akdeniz çalışmaları ile karşımızda olacak.
Yüz seneyi bulan tarihsel kesintinin ardından Ortadoğu bugün bizlerin hafızasında neyi temsil ediyor? Ortadoğu’ya hiç adım atmayanlar, Ortadoğu kültürünü anahaber bültenlerindeki jenerik haberlerden takip edenler, Ortadoğu ile yeni bir iletişim kurmak üzere çalışanlar için oldukça enteresan bir deneyim olacağı kesin. Her zamanki gibi sizi havaya sokacak sürprizler hazırlamayı da ihmal etmedik, üzerimize düşeni yaptık. Ayın 28’ini ajandanıza kaydedin, artSümer’e bekliyoruz!
‘Ortadoğu Havayolları’na dair
Son iki senedir çalışmalarını Doğu Akdeniz üzerine yoğunlaştıran sanatçı; Ortadoğu’nun her daim dönüşen politik dinamiklerinden arkeolojik hazinelerine, post-kolonyalizmin tarihsel çıkmazlarından büyük Ortadoğu projesine uzanan bir çerçevede süregiden araştırmalarını reçetelendiriyor. Ortadoğu Havayolları, sanatçının bu alanda yürüttüğü meşakkatli çalışmalarını Türkiye’de ilk kez sergilemesi açısından önem taşıyor.
Sergide enstalasyon, kolaj, hazır malzeme, desen gibi farklı araçları biraraya getiren Serttaş için Ortadoğu Havayolları aynı zamanda “lineer gerçeklikten, ruhsal gerçekliğine dönmeye çalıştığı bir karşılaşma çabası"nın öyküsü. Sanatçının; kendisi dışında o esnada tüm dünyanın uyuduğuna inandığı bir sabah Anti-Lübnan Dağlarında başlayan öykümüz, yazılmaya devam ediyor...
Sanatçının ifadesiyle; “Amin Maalouf’un yarıda kalmış hissi uyandıran “Doğunun Limanları” isimli başyapıtı üzerine bugüne değin hangi işaretleri koyabildik? Ve şimdi her sabah başka gözlerin önüne sereserpe uyanan bu mahrem coğrafyayı üretmeye hangi işaretleri kullanarak başlamalıyız? Daha yalın haliyle, biz içeridekiler için Ortadoğu hangi işaretlerle başlar ve de hangileriyle son bulur? Bu iki hafıza merkezi arasındaki algı katmanları, hangi göstergeler üzerine inşaa edilir? Kısacası, elimizde bu türden bir reçete var mı?” Tayfun Serttaş
Katılım için: http://www.facebook.com/events/254601581277223
Time Out daveti için: http://www.timeoutistanbul.com/sanat/etkinlik/26391/Time-Out-Live-artS%C3%BCmerde
artSümer (0212) 249 10 35 Mumhane Caddesi Laroz Han 67/A, Karaköy.
www.artsumer.com
22 Ocak 2012 Pazar
Foto Galatasaray'ın son günü üzerine
Mutlu Tönbekici'nin bugünkü köşesinde Foto Galatasaray için yazdığı son gün yazısını okuyunca hem biraz duygulandım hem de birkaç cümle eklemek istedim. Sergi açıldığı günden itibaren "senkron aralıkları çok kısa, sanki o imajlar biraz daha sabit kalmalı monitörlerde" diyen çok oldu. Takip edemiyorlardı ya da daha çok görmek istiyorlardı. Ben ikinci şıktan yanayım, gerçekten daha uzun bakmak istiyorlardı. Doyamıyorlardı. Bu nedenle serginin üçüncü bölümünü olan karanlık salonda hep bir sıkışma oldu. 3, 4 ve hatta 5 kez aynı imajların loop etmesini bekleyen ve de içeride saatlerce kalanları hep farkettim. Hemen akabinde Sarkis Bey'in mektubu geldi, "Tayfun bey, o fotoğraflar bir evin duvarına asılır ve de bazen onyıllar boyunca yeri hiç değiştirilmeden orada sabit kalır, ama sizin senkronlarınız çok hızlı!"
Serginin orta ayağında arşivde yer alan tüm fotoğrafları dileyenin dilediği kadar izleme, etiketleme, kimliklendirme olanağı olsa da, iki aydır beni en çok ilgilendiren eleştiri oldu bu. Bu eleştiriye hiçbir zaman, arşivin dökümanter olarak sunulduğu diğer mekanı işaret ederek yanıt vermedim. Çünkü bu eleştirinin altında gerçek bir duygusal talep vardı ve de bu doğrudan benim sunumumla ilişkiliydi. 10 monitör için senkron aralıklarını 8 saniye vermiştim. Aslında her bir monitöre, bilinçli olarak 1 saniyeden dahi az zaman tanımıştım ve öğrendim ki, o fotoğrafları ilk kez gören ya da onyıllar sonra bir kez daha görmek isteyenler için benim yaratmaya çalıştığım efektif sunumdan çok daha fazlası vardı içeride. İçeride, kendilerini arıyorlardı. Bunu yaparken başbaşa kalmak istiyorlardı, çok haklılardı. Sonradan daha fazlasını diyenler hep oldu, "bu sergi en az üç yıl kalmalı, o imajların temsil ettiği ruhlar adına yeri hiç değiştirilmemeli, onları her isteyen dilediğince görmeli, kızım baharda Türkiye'ye gelecek sergi hala duruyor olacak mı?"
Maryam Şahinyan'ın 60 yılını üç senelik çalışmayla eksiksiz ayağa kaldırmak mümkün olmadığı gibi, iki aylık bir sergiyle de göstermenin mümkün olmadığını başından beri biliyorum. Biliyoruz. SALT Galata'nın iki ay boyunca Açık Arşiv mekanında ağırladığı Foto Galatasaray, bizim için kamu ile arşiv arasında bir selamlaşma niteliğinde. Asıl görevimiz hala üzerine çalışmakta olduğumuz web sitesi aracılığıyla arşivin, denizaşırı ülkelere dağılan bütün kahramanlarıyla buluşacağı önümüzdeki aylarda başlıyor. O nedenle bugünü bir veda gibi görmeyelim. Sarkis Bey'in mektubundaki gibi, o fotoğrafları şimdi bambaşka bir mecrada ve de mümkünse sonsuza dek aynı duvarda sabitlemenin peşindeyiz. O tarihi bir daha asla unutmamanın, birbirlerimizi bir daha kaybetmemenin peşindeyiz, derdimiz aynı dert.
Projenin fiziksel sunumuna dayalı bu son gün, başlangıç günü olsun.
Tadı damağımda kalan sergi: Foto Galatasaray- Maryam Şahinyan Koleksiyonu / VATAN - Mutlu Tönbekici
Mutlu Tönbekici
Tadı damağımda kalan sergi: Foto Galatasaray- Maryam Şahinyan Koleksiyonu
Bugün son günü. Bu akşam kapanıyor.
Derim ki... Eğer Pazar gününüzü uyuz uyuz evde veya bir AVM’de geçirmek yerine gidin Karaköy’de geçirin.
Niye Karaköy? İki nedeni var.
Biri Maryam Şahinyan öbürü de Dali.
Sanat biliyorsunuz yorucu bir şeydir o nedenle önce karın doyurmak lazımdır.
O nedenle sabah kalkın ve Karaköy’deki Namlı’ya gidin. Namlı’da nefis bir kahvaltı yapın. Binbir peynir, salam, zeytin... Üzerine de kavurmalı yumurta.. Ben yiyemiyorum artık öyle yağlı şeyler (malum milföy hastalığı) ama siz hazır sağlığınız yerinizdeyken benim yerine de yiyin. Bu arada garsonlar “sizin yerinize ben hazırlayayım mı bir tabak?” diyeceklerdir ama kanmayın. Sıraya girin ve istediğinizi siz seçin.
Yeterince yedikten ve içtikten sonra oradan çıkın ve Bankalar Caddesi’ne doğru yürümeye başlayın. Çok uzun bir mesafe değil. Ve Osmanlı Bankası binasına gidin. Bankalar Caddesi’ndeki tarihi Osmanlı Bankası binası restore oldu ve geçtiğimiz aylarda kapılarını yeniden açtı.
Bana sorarsanız Türkiye’nin yakın tarihini öğrenmek için daha mükemmel bir fırsat olmaz. Bir kere bina olağanüstü. Türkiye’de gördüğüm belki de en güzel mermer merdivenli giriş. O kadar beyaz, o kadar temiz, o kadar pürüzsüz ki insanın üzerine yatası, okşayası geliyor...
Osmanlı Bankası’nın tarihini ve dolayısıyla Türkiye’nin yakın tarihini anlatan Osmanlı Bankası Müzesi binanın en alt katında. Şöyle bir bakayım dedim ve tam iki saatim orada geçti. Bir bankanın tarihi ne kadar ilginç olabilir ki demeyin sakın. Bir kere çok anlaşılır ve bana göre esprili bir dille anlatılmış her şey. Sonra Türkiye hakkında bilmediğimiz birçok şey öğreniyorsunuz. Mesela bankada bol miktarda kadın çalışan olduğunu, kadın çalışanın yanında birçok kadın müşterileri de olduğunu ve 1920 itibarıyla da “Müslüman Kadın Mudiler servisi”nin başına (demek ki o devirde de Türk kadını para biriktiriyor ve bankaya yatırmayı akıl ediyormuş) Müslüman bir Türk hanımın getirildiğini (Şevket Feride Hanım) öğrendim.
Hiç bir şey ilginizi çekmese kasa dairesi sizi büyüleyecektir.
***
Sonra üçüncü kata çıkın. “Bugün son günü” dediğim sergi işte bu katta.
1935 ile 1985 arasına Galatasaray’da Foto Galatasaray adında bir fotoğraf stüdyosu varmış. Stüdyonun sahibi Maryam Şahinyan. Bilinen ilk fotoğrafçısı olan Maryam Hanım, babasının Balkan göçmeni bir aileden aldığı ahşap kutulu fotoğraf makinesiyle 50 yıl boyunca binlerce insanın fotoğrafını çekmiş. Makinesini hiç değiştirmediği gibi renkli fotoğrafı felsefi nedenlerle reddetmiş.
Müşterileri bir gün o fotoğrafı tekrar bastırmak ister diye de cam negatiflerini atmamış.
Binlerce insanın fotoğrafını çeken Maryam Hanım’ın ise sadece dört adet, o da vesikalık fotoğrafı olmuş. Hiç evlenmemiş. Öğlenleri sadece bir adet elma yermiş. Yalnış başına yaşamış, yalnız başına kendini emekli etmiş, yalnız başına da ölmüş.
Arşivi, yıllar sonra bir şekilde Tayfun Serttaş’ın eline geçmiş. Koliler dolusu cam negatif. Tayfun Serttaş, büyük bir titizlikle fotoğrafları yeniden basmış. Dahası nefis bir şekilde tematik olarak tasnif etmiş. Zaten serginin güzelliği de bu. Sergi salonunda sanki fotoğraf çektirecekmişsiniz gibi kara perdenin ardına giriyorsunuz, bir sandalyeye oturuyorsunuz ve gösteri başlıyor.
Tayfun Serttaş hakikaten çok esaslı bir iş çıkartmış. Maryam çektiği fotoğraflar onarlı demetler olarak karşınıza Greta Garbo gibi poz vermiş on kadın, Humphrey Bogard gibi poz vermiş on erkek, on ikiz, on kız kardeş, on topuz da görünsün diye aynaya bakılarak verilmiş poz, on paskalya giysili çocuk, on gelinle damat, on gelinliğinin eteğini yerde yuvarlak yapmış gelin, on asker, on rahip, on izci, on bebek.. Ve hatta on yarı çıplak genç hanım..
Maryam Hanım kadın olduğu için kadınlar gidip çok daha rahat erotik pozlar vermişler belli ki. Hatta o dönemin geyleri de. Müthiş pozlar vermişler, verebilmişler...
Fırsatınız varsa gidin derim. 50 yılın modası, halleri, trendleri, aksın gözünüzün önünüzden. “Bu insanlar şimdi kim bilir nerededir.. Çolukları çocukları ne yapıyordur?” diye sormadan edemedik. Serginin bir amacı da bu insanların kim olduğunu bulmak, çocuklarına ulaşmak. İzleyicilere böyle bir imkân da verilmiş. Tanıyorsanız isimlerini yazıyorsunuz.
Serginin Aras Yayınlarından çıkmış kitabı da var. Orada hem fotoğrafların bir bölümü hem de Maryam Şahinyan’ın hayatına dair daha detaylı bilgiler var.
Adres: Osmanlı Bankası, Bankalar Caddesi, Karaköy. Giriş ücretsiz.
10:30-18:00 arası açık
Kaynak: VATAN - Mutlu Tönbekici / 22.Ocak.2012
Tadı damağımda kalan sergi: Foto Galatasaray- Maryam Şahinyan Koleksiyonu
Bugün son günü. Bu akşam kapanıyor.
Derim ki... Eğer Pazar gününüzü uyuz uyuz evde veya bir AVM’de geçirmek yerine gidin Karaköy’de geçirin.
Niye Karaköy? İki nedeni var.
Biri Maryam Şahinyan öbürü de Dali.
Sanat biliyorsunuz yorucu bir şeydir o nedenle önce karın doyurmak lazımdır.
O nedenle sabah kalkın ve Karaköy’deki Namlı’ya gidin. Namlı’da nefis bir kahvaltı yapın. Binbir peynir, salam, zeytin... Üzerine de kavurmalı yumurta.. Ben yiyemiyorum artık öyle yağlı şeyler (malum milföy hastalığı) ama siz hazır sağlığınız yerinizdeyken benim yerine de yiyin. Bu arada garsonlar “sizin yerinize ben hazırlayayım mı bir tabak?” diyeceklerdir ama kanmayın. Sıraya girin ve istediğinizi siz seçin.
Yeterince yedikten ve içtikten sonra oradan çıkın ve Bankalar Caddesi’ne doğru yürümeye başlayın. Çok uzun bir mesafe değil. Ve Osmanlı Bankası binasına gidin. Bankalar Caddesi’ndeki tarihi Osmanlı Bankası binası restore oldu ve geçtiğimiz aylarda kapılarını yeniden açtı.
Bana sorarsanız Türkiye’nin yakın tarihini öğrenmek için daha mükemmel bir fırsat olmaz. Bir kere bina olağanüstü. Türkiye’de gördüğüm belki de en güzel mermer merdivenli giriş. O kadar beyaz, o kadar temiz, o kadar pürüzsüz ki insanın üzerine yatası, okşayası geliyor...
Osmanlı Bankası’nın tarihini ve dolayısıyla Türkiye’nin yakın tarihini anlatan Osmanlı Bankası Müzesi binanın en alt katında. Şöyle bir bakayım dedim ve tam iki saatim orada geçti. Bir bankanın tarihi ne kadar ilginç olabilir ki demeyin sakın. Bir kere çok anlaşılır ve bana göre esprili bir dille anlatılmış her şey. Sonra Türkiye hakkında bilmediğimiz birçok şey öğreniyorsunuz. Mesela bankada bol miktarda kadın çalışan olduğunu, kadın çalışanın yanında birçok kadın müşterileri de olduğunu ve 1920 itibarıyla da “Müslüman Kadın Mudiler servisi”nin başına (demek ki o devirde de Türk kadını para biriktiriyor ve bankaya yatırmayı akıl ediyormuş) Müslüman bir Türk hanımın getirildiğini (Şevket Feride Hanım) öğrendim.
Hiç bir şey ilginizi çekmese kasa dairesi sizi büyüleyecektir.
***
Sonra üçüncü kata çıkın. “Bugün son günü” dediğim sergi işte bu katta.
1935 ile 1985 arasına Galatasaray’da Foto Galatasaray adında bir fotoğraf stüdyosu varmış. Stüdyonun sahibi Maryam Şahinyan. Bilinen ilk fotoğrafçısı olan Maryam Hanım, babasının Balkan göçmeni bir aileden aldığı ahşap kutulu fotoğraf makinesiyle 50 yıl boyunca binlerce insanın fotoğrafını çekmiş. Makinesini hiç değiştirmediği gibi renkli fotoğrafı felsefi nedenlerle reddetmiş.
Müşterileri bir gün o fotoğrafı tekrar bastırmak ister diye de cam negatiflerini atmamış.
Binlerce insanın fotoğrafını çeken Maryam Hanım’ın ise sadece dört adet, o da vesikalık fotoğrafı olmuş. Hiç evlenmemiş. Öğlenleri sadece bir adet elma yermiş. Yalnış başına yaşamış, yalnız başına kendini emekli etmiş, yalnız başına da ölmüş.
Arşivi, yıllar sonra bir şekilde Tayfun Serttaş’ın eline geçmiş. Koliler dolusu cam negatif. Tayfun Serttaş, büyük bir titizlikle fotoğrafları yeniden basmış. Dahası nefis bir şekilde tematik olarak tasnif etmiş. Zaten serginin güzelliği de bu. Sergi salonunda sanki fotoğraf çektirecekmişsiniz gibi kara perdenin ardına giriyorsunuz, bir sandalyeye oturuyorsunuz ve gösteri başlıyor.
Tayfun Serttaş hakikaten çok esaslı bir iş çıkartmış. Maryam çektiği fotoğraflar onarlı demetler olarak karşınıza Greta Garbo gibi poz vermiş on kadın, Humphrey Bogard gibi poz vermiş on erkek, on ikiz, on kız kardeş, on topuz da görünsün diye aynaya bakılarak verilmiş poz, on paskalya giysili çocuk, on gelinle damat, on gelinliğinin eteğini yerde yuvarlak yapmış gelin, on asker, on rahip, on izci, on bebek.. Ve hatta on yarı çıplak genç hanım..
Maryam Hanım kadın olduğu için kadınlar gidip çok daha rahat erotik pozlar vermişler belli ki. Hatta o dönemin geyleri de. Müthiş pozlar vermişler, verebilmişler...
Fırsatınız varsa gidin derim. 50 yılın modası, halleri, trendleri, aksın gözünüzün önünüzden. “Bu insanlar şimdi kim bilir nerededir.. Çolukları çocukları ne yapıyordur?” diye sormadan edemedik. Serginin bir amacı da bu insanların kim olduğunu bulmak, çocuklarına ulaşmak. İzleyicilere böyle bir imkân da verilmiş. Tanıyorsanız isimlerini yazıyorsunuz.
Serginin Aras Yayınlarından çıkmış kitabı da var. Orada hem fotoğrafların bir bölümü hem de Maryam Şahinyan’ın hayatına dair daha detaylı bilgiler var.
Adres: Osmanlı Bankası, Bankalar Caddesi, Karaköy. Giriş ücretsiz.
10:30-18:00 arası açık
Kaynak: VATAN - Mutlu Tönbekici / 22.Ocak.2012
21 Ocak 2012 Cumartesi
MEA / Object Abstraction
Object Abstraction
Middle East Airlines@ArtSümer
Ortadoğu Havayolları süresince sergi mekanının siyahla ayrılan bir duvarını boydan boya kaplayan “Object Abstraction” Tayfun Serttaş’ın Doğu Akdenize dair birikimlerinin süregiden hikaye çerçevesinde arkeolojik müze sunumuna dayanarak nesneler üzerinden kurgulanmasından meydana geliyor. İstanbul, Kahire, Bam, Beyrut, Halep, Bodrum ve Şiraz gibi farklı şehirlerden toplanan büyük bölümü arkeolojik buluntu – çalıntı – nesneler, sanatçının deyimiyle “sergi içerisinde, sergi dışı bir mekan” olarak yeniden kurgulanıyor. Bu paralel mekanda (tekil bir yapıttan ziyade) sergiye kaynaklık eden önermelerin, seçilerek doğasından kopartılan nesneler bağlamında bir izdüşümüne yer verilmekte. Finalize edilmiş sanat yapıtı ve sanat pratiği için belirleyici olan sanatçının mutfağı arasında bir karşılaşma alanı olarak Object Abstraction, serginin bütününe referans olarak okunabilir.
...................................
For the duration of the “Middle East Airlines” exhibition half of one of the walls has been painted black and holds the work “Object Abstraction”. This work is the result of the composition within the ongoing story of the accumulation of things Eastern Mediterranean by Tayfun Serttaş shown in the format of an archeological museum layout. According to the artist archeological finds – nicked goods – from such diverse cities as Istanbul, Cairo, Bam, Beirut, Aleppo, Bodrum and Shiraz, are being essembled as “an exhibition alienating itself within an exhibition”. In this parallel space, the propositions that are the resources to this exhibition - rather than a single work of art - are a representation of things which have been chosen and torn away from their environments. As a meeting space between a finished work of art and the artist’s studio, which determines the practice of his art, “Object Abstraction” can be seen as the ultimate reference to the exhibition.
.artSümer
kemankeş mah. mumhane cad.
laroz han no:67
karaköy 34425
istanbul turkey
t.+90 212 249 1035
f.+90 212 249 1036
m.+90 532 233 6300
m.+90 531 347 5686
info@artsumer.com
Middle East Airlines@ArtSümer
Ortadoğu Havayolları süresince sergi mekanının siyahla ayrılan bir duvarını boydan boya kaplayan “Object Abstraction” Tayfun Serttaş’ın Doğu Akdenize dair birikimlerinin süregiden hikaye çerçevesinde arkeolojik müze sunumuna dayanarak nesneler üzerinden kurgulanmasından meydana geliyor. İstanbul, Kahire, Bam, Beyrut, Halep, Bodrum ve Şiraz gibi farklı şehirlerden toplanan büyük bölümü arkeolojik buluntu – çalıntı – nesneler, sanatçının deyimiyle “sergi içerisinde, sergi dışı bir mekan” olarak yeniden kurgulanıyor. Bu paralel mekanda (tekil bir yapıttan ziyade) sergiye kaynaklık eden önermelerin, seçilerek doğasından kopartılan nesneler bağlamında bir izdüşümüne yer verilmekte. Finalize edilmiş sanat yapıtı ve sanat pratiği için belirleyici olan sanatçının mutfağı arasında bir karşılaşma alanı olarak Object Abstraction, serginin bütününe referans olarak okunabilir.
...................................
For the duration of the “Middle East Airlines” exhibition half of one of the walls has been painted black and holds the work “Object Abstraction”. This work is the result of the composition within the ongoing story of the accumulation of things Eastern Mediterranean by Tayfun Serttaş shown in the format of an archeological museum layout. According to the artist archeological finds – nicked goods – from such diverse cities as Istanbul, Cairo, Bam, Beirut, Aleppo, Bodrum and Shiraz, are being essembled as “an exhibition alienating itself within an exhibition”. In this parallel space, the propositions that are the resources to this exhibition - rather than a single work of art - are a representation of things which have been chosen and torn away from their environments. As a meeting space between a finished work of art and the artist’s studio, which determines the practice of his art, “Object Abstraction” can be seen as the ultimate reference to the exhibition.
.artSümer
kemankeş mah. mumhane cad.
laroz han no:67
karaköy 34425
istanbul turkey
t.+90 212 249 1035
f.+90 212 249 1036
m.+90 532 233 6300
m.+90 531 347 5686
info@artsumer.com
19 Ocak 2012 Perşembe
Karin Karakaşlı’nın Agos Gazetesi önünde yaptığı konuşmanın tam metni
19 Ocak bir anma günü değil. Hiçbir zaman da olmadı. Zaten bu topraklarda ayrı ayrı yaşatılmış ne kadar acı varsa, hiçbirinin anma günü olmadı. Herkes acısının yaşatıldığı o tarih geldiğinde, kendince, bir başına kahroldu.
Sonra 23 Ocak günü geldi. Bundan beş yıl önceydi. ‘Türklüğü tahkir ve tezyif’ten mahkûm edilen, Türk düşmanı ilan edilen bir Ermeni gazetecinin cenazesi hepimizi buluşturdu. Çünkü Hrant Dink bu ülkenin bütün acılarının dermanına talipti. Onu güpegündüz, şimdi durduğumuz bu kalabalık Halaskargazi Caddesi üzerinde sırtından vurdular. Hepimizi de o cinayete görgü tanığı kıldılar.
O cenaze gününde 1915′i, Dersim’i, Maraş’ı, Çorum’u, tekmil faili meçhulleri, ihtilalleri, olağanüstü halleri, bitmek bilmez darbe girişimlerini buluşturduk. Kompartıman usulü ayrı ayrı yaşamamız buyrulmuş ne varsa, bir kıldık. Büyük oyunu onun birleştirici ruhuyla bozduk.
Onu bir kez de öldürmediler sevgili canlar. Önce Sabiha Gökçen haberi üzerine Genelkurmay’ın bildirisiyle öldürdüler. İstanbul valiliğinde MİT mensuplarınca tehdit edilirken öldürdüler. Hrant Dink’i, barış yolunu gösteren yazılarından cımbızladıkları, cümlelerle "Türk düşmanı” ilan ederek öldürdüler. Her yazıya, her söyleşiye nefes tüketir, kendini izaha mecbur hissederken öldürdüler. Agos’un önünde “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir” diye bağırırlarken öldürdüler. Mahkemeden mahkemeye koşturtur, bilirkişi raporuna rağmen ısrarla mahkûm ederken ve o mahkûmiyeti onaylamakta beis görmezken öldürdüler. Kendisi yetmezmiş gibi oğlunu ölümle tehdit ederken ve kimbilir daha ona, bizlere hiç söylemediği neler neler yaşatırken öldürdüler.
Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Silinen telefon görüşmeleri, karartılan deliller, gizlenen bilgiler, imha edilen raporlar, başlatılmayan ya da kapatılan soruşturmalar, zamanaşımından aklanan istihbarat memurları birbirini izledi.
Başta Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz olmak üzere Ergenekon sanığı pekçok ismin daha Hrant Dink sağken, mengeneye dönüşen yargı süreci ve linç kampanyalarını hazırladıkları biliniyordu. Derken Kafes eylem planı da ortaya çıktı. Gel gör ki, bu davanın Ergenekon ile bağlantısı bir türlü kurulamadı.
Dört yanımızdan yalanlarla sardılar sarmaladılar bizi. Tam beş yıldır böyle bu. En sonunda iki kişi verdiler elimize. Bununla yetinin dediler. Yeter de artar hepinize.
Ortada zaten silahlı terör örgütü olmadığına göre onun yöneticisi ve üyeleri de yok. Ve beraat eden Erhan Tuncel’in hemen o akşam tahliyesi öyle büyük bir aciliyet ki, telaşta bir sanıkla ilgili hüküm kurmayı unutmuşlar. Tuncel şimdi ilim irfana adanmak üzere taze bir üniversite adayı. Böyle gözümüze baka baka, yangından mal kaçırır gibi verdiler bu kararı. Müdanaasızlığı da onun arkasındaki devasa korkuyu da gördük. Devlet çıplak dedik. Devlet çıplak.
İyelik eki kolay kullanılmıyor. Burası benim ülkem de bu devlete benim devletim diyebilir miyim? Cumhurbaşkanım, Başbakanım, Bakanlarım, Hükümetim, Muhalefetim, Meclisim… Böyle diyebilmek için tek bir seçeneğim var. Bu kepazeliğe bir son verin artık. Yargıtay, cinayete giden süreçteki rolüne inat, bir kez de adalet adına temyiz mekânı olsun. Bunları yapmak borçtur, yükümlülüktür, şarttır. Çünkü bize yaşatılan ‘ayıptır, zulümdür, günahtır.’
Hrant Dink’i hepimiz kaybettik ama biz Ermeniler için onun kaybı takdir edersiniz ki başka bir yoksunluk. 1915′te Anadolu’da kafilelerce insan aç-susuz çölün ortasına sürülmeden önce bir Nisan günüyle 250′ye yakın Ermeni aydın Haydarpaşa Garı’ndan trenlere konup Ayaş’a sürgüne gitti. İçlerinden sadece birkaçı geri dönebildi.
Anlayacağınız önce sesimizi aldılar elimizden. Bu insanlar Osmanlı Meclisinde mebustu, yazardı, gazeteciydi, çevirmendi, doktordu, avukattı. Ermeni halkına hizmet kadar Osmanlılığa inanır, Meşrutiyet sonrası bayram geleceğini sanırdı. Öyle olmadı.
Bugün burada içlerinden birkaçının adını anacağım. İsmi çağrılan duyar, gelir, ‘Burada’ der: Rupen Sevag, Siamanto, Taniel Varujan, Diran Kelekyan, Yerukhan, Rupen Zartaryan, Hampartsum Boyacıyan, Sımpad Pürad, Khyan Parsekhyan, Krikor Zohrab… Hrant Dink bu aydınların son halkasıdır. O yüzden de 2007, 1915′e geri ışınladı hepimizi. Demek hâlâ hakkıyla Ermeni ve bir o kadar da yurtsever olan bir insanı öldürmek bu kadar kolaydı. Bu kadar mübahtı.
Tarihi inkâr ede ede geldik bu noktaya dayandık. Şu kaldırıma dikilen taş, Hrant Dink kadar diğer bütün susturulmuş aydınların ve isimsiz mezarsız kurbanların da simgesi olsun.
Bu son kararla birlikte şimdi bir kez daha 19 Ocak 2007 cinayet günündeyiz. Hrant Dink operasyonlarla daraldığımız, komplolarla bunaldığımız bugünlerde özellikle yanyana görmek isterdi hepimizi. Anlaşılan o ki koca bir devlet böyle bir Ermeni vatandaşının yaşamıyla da ölümüyle de ne yapacağını bilemedi. Şimdi biz ona öğreteceğiz hep birlikte demek ki.
Dosya kapandı diyorlar bize. Kapandı mı bu dosya? Hrant Dink dosya değil ki kapatasın, o bir yara… Artık köprüden önceki son çıkıştayız. Oradan hakkıyla geçmeden tamamlanacak ödeşme, kurulacak düş, inanılacak adalet, yaşanacak memleket yok. Öbür türlüsü sadece yalan olur ve bir gün başımıza yıkılır. Altında kalırız hep birlikte.
O yüzden gün, sadece söz söylemek değil söz vermek zamanı.
Söz verelim mi birbirimize? Bu dava daha bitmedi.
Söz verelim mi birbirimize? İnsanlık daha ölmedi.
Söz verelim mi birbirimize? Devlet daha hesabını vermedi.
Sözümüz söz olsun. Bu adaletsizlikle yaşamak hepimize haramdır. Aksi için uğraşan hepimize helal olsun.
19.01.2012
Sonra 23 Ocak günü geldi. Bundan beş yıl önceydi. ‘Türklüğü tahkir ve tezyif’ten mahkûm edilen, Türk düşmanı ilan edilen bir Ermeni gazetecinin cenazesi hepimizi buluşturdu. Çünkü Hrant Dink bu ülkenin bütün acılarının dermanına talipti. Onu güpegündüz, şimdi durduğumuz bu kalabalık Halaskargazi Caddesi üzerinde sırtından vurdular. Hepimizi de o cinayete görgü tanığı kıldılar.
O cenaze gününde 1915′i, Dersim’i, Maraş’ı, Çorum’u, tekmil faili meçhulleri, ihtilalleri, olağanüstü halleri, bitmek bilmez darbe girişimlerini buluşturduk. Kompartıman usulü ayrı ayrı yaşamamız buyrulmuş ne varsa, bir kıldık. Büyük oyunu onun birleştirici ruhuyla bozduk.
Onu bir kez de öldürmediler sevgili canlar. Önce Sabiha Gökçen haberi üzerine Genelkurmay’ın bildirisiyle öldürdüler. İstanbul valiliğinde MİT mensuplarınca tehdit edilirken öldürdüler. Hrant Dink’i, barış yolunu gösteren yazılarından cımbızladıkları, cümlelerle "Türk düşmanı” ilan ederek öldürdüler. Her yazıya, her söyleşiye nefes tüketir, kendini izaha mecbur hissederken öldürdüler. Agos’un önünde “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir” diye bağırırlarken öldürdüler. Mahkemeden mahkemeye koşturtur, bilirkişi raporuna rağmen ısrarla mahkûm ederken ve o mahkûmiyeti onaylamakta beis görmezken öldürdüler. Kendisi yetmezmiş gibi oğlunu ölümle tehdit ederken ve kimbilir daha ona, bizlere hiç söylemediği neler neler yaşatırken öldürdüler.
Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Silinen telefon görüşmeleri, karartılan deliller, gizlenen bilgiler, imha edilen raporlar, başlatılmayan ya da kapatılan soruşturmalar, zamanaşımından aklanan istihbarat memurları birbirini izledi.
Başta Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz olmak üzere Ergenekon sanığı pekçok ismin daha Hrant Dink sağken, mengeneye dönüşen yargı süreci ve linç kampanyalarını hazırladıkları biliniyordu. Derken Kafes eylem planı da ortaya çıktı. Gel gör ki, bu davanın Ergenekon ile bağlantısı bir türlü kurulamadı.
Dört yanımızdan yalanlarla sardılar sarmaladılar bizi. Tam beş yıldır böyle bu. En sonunda iki kişi verdiler elimize. Bununla yetinin dediler. Yeter de artar hepinize.
Ortada zaten silahlı terör örgütü olmadığına göre onun yöneticisi ve üyeleri de yok. Ve beraat eden Erhan Tuncel’in hemen o akşam tahliyesi öyle büyük bir aciliyet ki, telaşta bir sanıkla ilgili hüküm kurmayı unutmuşlar. Tuncel şimdi ilim irfana adanmak üzere taze bir üniversite adayı. Böyle gözümüze baka baka, yangından mal kaçırır gibi verdiler bu kararı. Müdanaasızlığı da onun arkasındaki devasa korkuyu da gördük. Devlet çıplak dedik. Devlet çıplak.
İyelik eki kolay kullanılmıyor. Burası benim ülkem de bu devlete benim devletim diyebilir miyim? Cumhurbaşkanım, Başbakanım, Bakanlarım, Hükümetim, Muhalefetim, Meclisim… Böyle diyebilmek için tek bir seçeneğim var. Bu kepazeliğe bir son verin artık. Yargıtay, cinayete giden süreçteki rolüne inat, bir kez de adalet adına temyiz mekânı olsun. Bunları yapmak borçtur, yükümlülüktür, şarttır. Çünkü bize yaşatılan ‘ayıptır, zulümdür, günahtır.’
Hrant Dink’i hepimiz kaybettik ama biz Ermeniler için onun kaybı takdir edersiniz ki başka bir yoksunluk. 1915′te Anadolu’da kafilelerce insan aç-susuz çölün ortasına sürülmeden önce bir Nisan günüyle 250′ye yakın Ermeni aydın Haydarpaşa Garı’ndan trenlere konup Ayaş’a sürgüne gitti. İçlerinden sadece birkaçı geri dönebildi.
Anlayacağınız önce sesimizi aldılar elimizden. Bu insanlar Osmanlı Meclisinde mebustu, yazardı, gazeteciydi, çevirmendi, doktordu, avukattı. Ermeni halkına hizmet kadar Osmanlılığa inanır, Meşrutiyet sonrası bayram geleceğini sanırdı. Öyle olmadı.
Bugün burada içlerinden birkaçının adını anacağım. İsmi çağrılan duyar, gelir, ‘Burada’ der: Rupen Sevag, Siamanto, Taniel Varujan, Diran Kelekyan, Yerukhan, Rupen Zartaryan, Hampartsum Boyacıyan, Sımpad Pürad, Khyan Parsekhyan, Krikor Zohrab… Hrant Dink bu aydınların son halkasıdır. O yüzden de 2007, 1915′e geri ışınladı hepimizi. Demek hâlâ hakkıyla Ermeni ve bir o kadar da yurtsever olan bir insanı öldürmek bu kadar kolaydı. Bu kadar mübahtı.
Tarihi inkâr ede ede geldik bu noktaya dayandık. Şu kaldırıma dikilen taş, Hrant Dink kadar diğer bütün susturulmuş aydınların ve isimsiz mezarsız kurbanların da simgesi olsun.
Bu son kararla birlikte şimdi bir kez daha 19 Ocak 2007 cinayet günündeyiz. Hrant Dink operasyonlarla daraldığımız, komplolarla bunaldığımız bugünlerde özellikle yanyana görmek isterdi hepimizi. Anlaşılan o ki koca bir devlet böyle bir Ermeni vatandaşının yaşamıyla da ölümüyle de ne yapacağını bilemedi. Şimdi biz ona öğreteceğiz hep birlikte demek ki.
Dosya kapandı diyorlar bize. Kapandı mı bu dosya? Hrant Dink dosya değil ki kapatasın, o bir yara… Artık köprüden önceki son çıkıştayız. Oradan hakkıyla geçmeden tamamlanacak ödeşme, kurulacak düş, inanılacak adalet, yaşanacak memleket yok. Öbür türlüsü sadece yalan olur ve bir gün başımıza yıkılır. Altında kalırız hep birlikte.
O yüzden gün, sadece söz söylemek değil söz vermek zamanı.
Söz verelim mi birbirimize? Bu dava daha bitmedi.
Söz verelim mi birbirimize? İnsanlık daha ölmedi.
Söz verelim mi birbirimize? Devlet daha hesabını vermedi.
Sözümüz söz olsun. Bu adaletsizlikle yaşamak hepimize haramdır. Aksi için uğraşan hepimize helal olsun.
19.01.2012
Meta-Data ve Meta-Data / Reha Ülkü
Önbilgi: Bu metin, Tayfun Serttaş’ın derlediği ve Stüdyo Galatasaray’ın 200.000 karelik arşivinin sergisini gezdikten sonra yazdığım bir dizi metinden birisidir.
Meta-data’nın 2 anlamı olabilir:
Bir: Öte-veri.
İki: Mal-veri.
Bu 2 anlam, 1950-2010 dünyasının 2. Sanayileşme döneminde, her 2 anlamı da ve birbirine karşıt olarak içerebilmesi açısından, ilginç bir moment olarak kayda geçti.
Genelde G-8 ülkelerinde somutlaşan, (Rusya ile ABD’yi aynı kefeye koyarak) zamanın Mao’sunun 2 dünya kuramını parçalı olarak doğrular biçimde, bilgi döneminin temel metası olan veri üzerinden süren hegemonyayı gergefler bu 2 anlam.
Öte-veri, üst-metin, hiper-tekst biçimlerinde de olarak, ‘Mülksüzler’deki Shevek’in yaptığı biçimde bize, yaşamımızı dönüştürecek bilgiyi bedava verir.
Oysa diğer yanın hegemonyası, veriyi meta kılarak, bize onu satarak, ona tüketim bağımlısı kılarak, onun anlamını aşmamızı ve onu bir epistem kılmamızı engeller.
Satmak-satmamak ikilemi, 1. Sanayileşme’den devralınan, romantik bir kahramanın savaş sonu hezeyanlı ölümü gibi, bir imaj kakalar bize. Yani, onu pas geçmek daha uygundur.
Oysa bilgiyi bilgi kılmak, veriyi veri kılmak asıl açmazdır. Çünkü kitle 5.000 yıldır bırak öte-bilgiyi edinmeyi, etkin okuryazar olmayı bile reddeder konumdadır. Dolayısıyla, 2. ve n’ince okumalar ve meta-data edinimleri kitlenin işi değildir.
İronik olan, eski dönemin uzmanlarının ve iktidar seçkinlerinin işi de değildir.
Bir zamanlar eleştirmenin aşırı yorumla bir metne kattıkları gibi, örneğin Kafka’nın varsayılan öngörümleri gibi, aşırı yorumda bulunacak disiplinlerarasıcıların işidir bu.
Sonuçta bugün sanatın, bilimin ve düşünün 10’ar temel alanında, üniversite 1-2 bilgisine sahip olmak, ne de olsa uzmanların imkansız saydığı bir şeydir ama mümkündür aslında.
Nasıl ki çöpler hammaddeye geri dönüştürülebiliyorsa, metalaştırılmış veriler de, öteleştirilmiş verilere dönüştürülebilir aşırı yorumla. Yaptığımız da budur.
Benjamin bize gündelik yaşamın kültürolojisini imledi ama ‘Berlin İnsanları / Mektupları’nı derlerken, sıradan insanların mektuplarına başvurmadı. Üstelik, o da hala feodal dönemin artığı olan romantizme dolaylı olarak bağlıydı. Ölüm biçimi bile, tek başına bunu doğrulamaya yeter.
Biz onun temel verilerini alıyoruz. Murdoch’un etnoloji ve sosyoloji için yaptığı, Dewey kodu gibiki 1.000’lik (3 rakamlı) kavramsal çerçeveye oturtuyoruz. Böylelikle, her verinin öteleme vektörü tek başına çerçevede ortaya çıkıyor, artı-değer bilgi olarak.
Onları alıp yeni birden çok çerçeve tasarlıyoruz, gelecekbilim olarak. Diğer bir deyişle, evrimin gelecekteki gidişini, geçmişteki yok olmuş türler de çizer. Benjamin’in romantikçe geçmişin küllerine aşıktı, biz yalnızca geleceğin ateş bilgisini, öte-veriyi onun içinde saklamak için gereksiniyoruz.
İşte, öte-veri budur: Geleceğe hediye edilmiş, kaybolmuş yollarda bulunan, izlek düşünceler atlası.
Reha Ülkü'nün aynı başlıklı yazısı BURADA
Meta-data’nın 2 anlamı olabilir:
Bir: Öte-veri.
İki: Mal-veri.
Bu 2 anlam, 1950-2010 dünyasının 2. Sanayileşme döneminde, her 2 anlamı da ve birbirine karşıt olarak içerebilmesi açısından, ilginç bir moment olarak kayda geçti.
Genelde G-8 ülkelerinde somutlaşan, (Rusya ile ABD’yi aynı kefeye koyarak) zamanın Mao’sunun 2 dünya kuramını parçalı olarak doğrular biçimde, bilgi döneminin temel metası olan veri üzerinden süren hegemonyayı gergefler bu 2 anlam.
Öte-veri, üst-metin, hiper-tekst biçimlerinde de olarak, ‘Mülksüzler’deki Shevek’in yaptığı biçimde bize, yaşamımızı dönüştürecek bilgiyi bedava verir.
Oysa diğer yanın hegemonyası, veriyi meta kılarak, bize onu satarak, ona tüketim bağımlısı kılarak, onun anlamını aşmamızı ve onu bir epistem kılmamızı engeller.
Satmak-satmamak ikilemi, 1. Sanayileşme’den devralınan, romantik bir kahramanın savaş sonu hezeyanlı ölümü gibi, bir imaj kakalar bize. Yani, onu pas geçmek daha uygundur.
Oysa bilgiyi bilgi kılmak, veriyi veri kılmak asıl açmazdır. Çünkü kitle 5.000 yıldır bırak öte-bilgiyi edinmeyi, etkin okuryazar olmayı bile reddeder konumdadır. Dolayısıyla, 2. ve n’ince okumalar ve meta-data edinimleri kitlenin işi değildir.
İronik olan, eski dönemin uzmanlarının ve iktidar seçkinlerinin işi de değildir.
Bir zamanlar eleştirmenin aşırı yorumla bir metne kattıkları gibi, örneğin Kafka’nın varsayılan öngörümleri gibi, aşırı yorumda bulunacak disiplinlerarasıcıların işidir bu.
Sonuçta bugün sanatın, bilimin ve düşünün 10’ar temel alanında, üniversite 1-2 bilgisine sahip olmak, ne de olsa uzmanların imkansız saydığı bir şeydir ama mümkündür aslında.
Nasıl ki çöpler hammaddeye geri dönüştürülebiliyorsa, metalaştırılmış veriler de, öteleştirilmiş verilere dönüştürülebilir aşırı yorumla. Yaptığımız da budur.
Benjamin bize gündelik yaşamın kültürolojisini imledi ama ‘Berlin İnsanları / Mektupları’nı derlerken, sıradan insanların mektuplarına başvurmadı. Üstelik, o da hala feodal dönemin artığı olan romantizme dolaylı olarak bağlıydı. Ölüm biçimi bile, tek başına bunu doğrulamaya yeter.
Biz onun temel verilerini alıyoruz. Murdoch’un etnoloji ve sosyoloji için yaptığı, Dewey kodu gibiki 1.000’lik (3 rakamlı) kavramsal çerçeveye oturtuyoruz. Böylelikle, her verinin öteleme vektörü tek başına çerçevede ortaya çıkıyor, artı-değer bilgi olarak.
Onları alıp yeni birden çok çerçeve tasarlıyoruz, gelecekbilim olarak. Diğer bir deyişle, evrimin gelecekteki gidişini, geçmişteki yok olmuş türler de çizer. Benjamin’in romantikçe geçmişin küllerine aşıktı, biz yalnızca geleceğin ateş bilgisini, öte-veriyi onun içinde saklamak için gereksiniyoruz.
İşte, öte-veri budur: Geleceğe hediye edilmiş, kaybolmuş yollarda bulunan, izlek düşünceler atlası.
Reha Ülkü'nün aynı başlıklı yazısı BURADA
19 Ocak 2012
Galiba bir umut var, bugün hissettim. Yürürken, insanların yüzlerine derin derin bakarken, kalabalık arttıkça farkında olmadan sevinirken, bedenime işleyen soğuğun içimi ısıttığını düşünürken hissettim bugün, Karin'in sesinde, saat üçü beş geçe, arkamdaki kadının yakasındaki karanfilde, önümde korkmadan hıçkıran bir lise öğrencisini gördüğümde anladım bugün, galiba bir umut var.
Bir süredir diyorlar ki bize; "ya bu deveyi güdeceksiniz ya da bu diyardan gideceksiniz!" Hiç olmadığı kadar yüksek sesle söylüyorlar bunu bir süredir. Son bir senedir, mazlumun zulmüdür altında kaldığımız harabe... Tüm hazinelerimizi buraya istiflemişken, kültürel köklerimiz burada kördüğüm olmuşken, geleceğimizi yalnızca burada görürken, bütün gıdamızı bu ekolojiden çıkarırken, önümüze serilen sayısız tercihe rağmen bu topraklarda nefes almayı arzulayan herkese yapıyorlar bunu. Son bir senedir, hiç olmadığı kadar yalnız hissediyor birçokları. Birçokları, göç edemeyecek kadar yaşlı, göç edemeyecek kadar geç, göç edemeyecek kadar zamansız, göç edemeyecek kadar bağlı, göç edemeyecek kadar aldatılmış halde bugün... Bunu bugün diyorlar bize.
Halbuki 2007'de aynı Başbakan değil miydi, "beni de öldürmek istiyorlar!" diyen, o köşkte oturan aynı Cumhurbaşkanı değil miydi Orhan Pamuk'un kulağına eğilip "herşeyi biliyoruz ama zamanı değil, biraz sabır" diye öğütleyen, aynı Dışişleri değil miydi "bu dava Türkiye'nin uluslararası onur davasıdır, kanı yerde kalmayacak" diye feryat eden... Peki ne oldu? Neden bu kadar acımasız oldunuz bir anda ve de biz kendimizi böylesi bir çözümsüzlüğün içinde nasıl bulduk? Zaten hergün vurulurken aynı kaldırımda, üzerine aldatılmayı hakedecek ne yaptık? Biz sizin değerlerinize böyle mi yaptık? Yapmadık.
Geleceğe dair son aylarda hiç olmadığım kadar pişman, hiç olmadığım kadar umutsuz, hiç olmadığım kadar çaresiz hissederken buldum bu sabah kendimi o kalabalığın içerisinde. Bir umut doğdu. Hafifce Nihan ve Gülay'ın kulağına eğilip "işte bu kadarız" dedim. Bugün bu kadarız, gördüğünüz kadar, akşam haberlerinde tam rakamını vereceğiniz kadar. Bence o kalabalığa iyi bakın, çünkü şu saniyeden sonra başınıza ne iyilik gelirse o kalabalıktan gelecek. Hrant arkasında onbinleri bulan sessiz bir kalabalık bıraktı size, birşey anlatmak isteyen. Geriye kalan son umudun fotoğrafı olsun o kalabalık. Sizin de umudunuz olsun.
Biz bugün tüm sözleri bir kez daha verdik birbirimize, bugüne kadar birbirimize verdiğimiz tüm sözleri tutmanın sağladığı bilinç ve güvenle. Siz ise bize verdiğiniz sözlerin hiçbirisini tutamadınız.
Bu bilinç size ibret olsun, umudunuz bu ibretten doğsun.
18 Ocak 2012 Çarşamba
Artık "Yalnızca Hrant için!"
Sene 2012. Derinliklerinde asılı kaldığım Ortaçağ karanlığını düşündükçe, inanasım gelmiyor. Sahiden ben 2012'nin dünyasının vatandaşı mıyım? Bu özgüvenle mi yürüyorum sokaklarda? Pek emin değilim...
Bir ülkenin en son vurulacak düşünce adamı da vurulalı tam 5 yıl oldu. Buna rağmen, hayal kırıklığından yaşlanan ifadesiyle Fethiye Çetin'in sözleri arasına iliştirdiği gibi dün, HERŞEYE RAĞMEN, "çok önemli bir şans daha vardı" önlerinde. Biz koymuştuk o şansı önerine. Biz kan davası gütmemiştik. Biz elimize silahlar alıp onların kışkırttığı metodlarla direnmemiştik. Biz kimseye karşı suikastler planlamamıştık. Biz sadece susmuş, sadece sabretmiş ve de en çok adalet istemiştik. Adalete güvenmiştik. İçerisinde yaşadığımız çağın gereğini yapmıştık biz. Adaletten gelecek bir tecelliydi, bizi bu topraklara son bir nedenle bağlayacak olan şey. Son bir "şans" daha vardı, ellerinin tersiyle ittikleri dün. 1915'den bugüne, hiçbirşeyin değişmediğine bir kez daha ikna ettiler bizi dün. Bir kez daha, onlar kaybettiler. Hrant, belki de hiç öldürülemediği kadar öldürülmek istendi dün, hepimizin gözleri önünde, o korkunç mimarili adalet sarayında yaşanan akıl tutulmasıyla, çöktü adalet...(!) Nutkumuz tutularak izledik. Kendilerimizi değil, onları.
Bu benim sefaletim değil. O nedenle dün yaşananlarla katiyen ilişkilenmiyorum. Böylesi bir hukukun üstünlüğünü sahiplenmiyorum. Bu saatten sonra da bu ne yedüğü belirsiz sisteme dolaylı dolaysız daha fazla "yardımcı" olmayı düşünmüyorum. Şu ana kadar bu ülkenin vizyonuna bilinçli - bilinçsiz verdiğim bir katkı varsa, haram olsun. Hakkımı helal etmiyorum. Hrant'ın öldürüldüğü tarihten bugüne, bu ülkede "örgüt şüphesiyle" tutuklanmayan adam kalmadı. Dıraşıda adam KALMADI! En nihayetinde bir tek Hrant'ın katilleri örgüt şüphesinden Beraat Etti. Ettiler. Ettirildi. Ettirildiler. Bir kez daha aynı yalana inanmamız istendi, dün... Değil 5 sene, 95 sene geçse inanmayacağım!
İNAN(A)MIYORUM!
Bu saatten sonra Dink davasından öte bir sorumluluğun var Türk Adaleti! Türkiye kamuoyuna derhal örgütü tanımlamak zorundasın. Bize örgütü, bugüne değin tanımladığın gibi tanımlamak zorundasın, açık seçik beyan etmek zorundasın, hepimizi ikna etmek zorundasın, ilkokul çocuğuna anlatır gibi bizi karşına alıp anlatmak zorundasın;
* Örgütün hukuki tanımı nedir?
* Hangi ilişkiler örgüt çerçevesinde değerlendirilir?
* Örgüt üyesi kime denir?
* Örgütsel suç nasıl işlenir?
* Hangi suçlar bu kapsamın içerisindedir?
Önce bu çok basit dört beş soruya açık ve net bir yanıt vermek zorundasın. Çünkü ya bizde ciddi bir aksaklık var, gerizekalıyız algılayamıyoruz, ya da bu ülkede bir takım kavramların içi bizzat hukuk yoluyla öylesine boşaltılmış ki, düpedüz aldatılıyoruz. O halde en büyük hatayı bu ülkenin adaletine güvenerek yapıyoruz.
Fakat yine de bize örgütü tanımlamak zorundasın Türk Adaleti! Örgütü, bugüne değin tanımladığın gibi tanımlamak zorundasın. Düne kadar çoculuğun çocuğun yakasına örgüt şüphesiyle nasıl yapıştıysan, bu faşist katillerin yakasına da aynen yapışmak zorundasın. Konu faşistler olduğunda tanımlayamıyorsan şayet örgütü, senden ala örgüt yok, puştun adaletisin! İtin köpeğin tetiğine en büyük garantisin.
Bugüne değin "Hrant için, Adalet için" dedik. Bu noktada Adalet de bitmiştir, geriye Hrant kaldı. Bugünden sonra, yalnızca Hrant için(!) diyeceğim. Hrant'ın maneviyatı 5 sene değil 95 sene daha yapışır kalır yakanda, sen o esnada "örgüt"ü tanımlayadur bakalım yüce Türk Adaleti!
Var mı Adaletin?
Neyin Temelisin?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)