26 Ekim 2012 Cuma

Orhan Pamuk'un Sonning Ödülü'nü kabul konuşması ve üzerine;

Tartışmasız bugün okuduğum en güzel yazı, Orhan Pamuk'un Sonning Ödülü'nü kabul için Kopenhag Üniversitesi'nde yaptığı konuşmanın tam metniydi. Aşağıda tümünü paylaşacağım bu heyecan verici metinde, tek bir ifade, gün boyunca zihnimde gidip geldi, ve en sonunda - hızla - birkaç ekleme yapmaya karar verdim. 

Pamuk, metnin en can alıcı paragraflarından birisinde, oldukça çarpıcı bir tespitte bulunuyor ve izleyicilere şöyle sesleniyordu; "Burada altını çizeceğim önemli bir nokta var: Türkiye, tarihinde hiçbir zaman bir Batı kolonisi olmamış, Avrupalı sömürgeciler tarafından ezilmemiştir. Bu da bizlerin Batılılaşmacı Avrupa hayallerimizi kötü hatıralara ve suçluluk duygularına kapılmadan daha sorunsuz ve rahat yaşamamızı sağlıyor ve evet, bizleri Avrupa konusunda sömürgecilik sonrası toplumlardan daha saf yapıyordu. Avrupa hâlâ benim için, öncelikle kitaplar ve resimler; yani kütüphaneler ve müzeler anlamına gelir."

Emin olamadım. 

Kuşkusuz Türkiye, tarihin hiçbir döneminde, örneğin Mısır'ın geçirdiği gibi bir kolonyalizm travması atlatmadı. Ancak, özellikle Osmanlı düşünce dünyası kökenlerini 18.yüzyıla dek indirebileceğimiz Batılılaşma serüveniyle birlikte "self-kolonyalizm" olarak tanımlanabilecek bir deneyimden geçti. O büyük deneyimin merkezine yerleşti, şarkiyatçılık. Bizler bugün - post-kolonyalizm çağında - tam da o deneyimin çelişkisindeyiz gibi geliyor.  

Bugün adını çok net koymasak da, akabinde en çok İttihat ve Terakki'nin koltuğunu sağlamlaştıracak olan Batılılaşma hareketi ve buna paralel olarak uygulanan reformlar (kısaca çarpık modernizasyon) Osmanlı'nın nicedir görmezlikten gelinen "Batılı mirasının" kolonizasyon üzerinden lanse edilmesine zemin hazırlıyordu. İttihatçılar, Batılılaşma'ya karşı doğan tepkiden faydalanıyordu. Üstelik içeride, küçük de olsa İngiliz ve Fransız mandasından yana olan kesimler vardı. Bu tedirginlik, başta düşünce dünyası olmak üzere, Osmanlı'nın son 200 yılına damgasını vurdu. Cumhuriyet'e uzanan süreçte "toprak bütünlüğü ve bağımsızlık" ideolojisinin obsesyon düzeyinde ön plana çıkması, Damat Ferit gibi bizzat içeriden yaratılan hainler, Lozan'a rağmen sergilenen tavır, geçmişi 200 seneyi bulan bir endişenin sonucu olmalıydı. Belki de bu endişenin bir sonucu olarak, 1940'lı yıllara dek, "bizler olmasaydık ananızın adı mama olurdu" tehtidi, bizzat siyasiler tarafından topluma had safhada yansıtıldı. Toplumun gözünü korkutmak ve kalabalıkları galeyana getirmek için harikülade bir kozdu; Avrupa! 

Yüzyıl başına kadar, bugünkü dilde "ücra" olarak tanımladığımız Anadolu'nun o en ücra köşelerinin neredeyse tümünde misyoner okulları vardı. Hedeflerinde Hristiyan topluluklar olsa da, niyahetinde Osmanlı vatandaşlarına hizmet vermek üzere kurulmuşlardı. Aynı şekilde başkent İstanbul, Pera'dan doğru küçümsenemeyecek bir kültürel dönüşüme sahne oluyordu. Avrupa, Osmanlı topraklarına "resmi kolonileri" olarak tanımlayabileceğimiz devletlerin birçoğuna yaptığından ÇOK DAHA BÜYÜK yatırımlar yapıyordu... Sonrasında bu yatırımları teker teker dinamitlerle yıkanların ağızlarından, o günlerde tek bir söz duyuluyordu; "Batı hegemonyasından sonsuza dek kurtuluyoruz!" 1.Dünya Savaşı'nda tam da bu uğurda içerideki Hristiyanların canına kıyılmıştı, Kıbrıs Türktür Cemiyeti'ne dek aynı ideoloji neredeyse her 10 senede bir filizlenerek yeni kuşaklara aktarıldı... Bu bağlamda Türk ulusu, ulusal kimliğini Batı'ya karşı, hali hazırda kolonyalizme endeksli bir "bağımsızlık mücadelesi" üzerinden tanımlamıştı, siz o "mücadelenin" içini artık neyle doldurursanız... Örneğin ben, 19 Ocak'a kadar getiriyorum.    

Bu bağlamda, siyaseten ve hukuken adı koyulmamış olsa da Osmanlı'nın 19. ve 20. yüzyıllarını kapsayan periyot, örneğin sol eğilimli ya da milliyetçi bir tarihçinin gözünden kolaylıkla "kültürel kolonyalizm" olarak okunabilir. Kahrolması umulan, Batı emperyalizmi olarak gevelenen ifadenin altında, biraz da bu tarihin ürettiği intikam duygusu yatar. Nitekim o dönem üreten entelektüellerin fikirleri, bugün kolaylıkla "sömürge aydını görüşü" olarak manipüle edilebilir. Bu yaklaşımın bugün dahi böylesine kolay çalışmasının, ayrıca psikopatolojisini çıkartmak gerekir. Fakat aynı yaklaşım, bağımsız bir yazar tarafından da samimiyetle öne sürülebilir, niyet farklı olsa da, en azından Osmanlı'nın dağılma dönemi kolaylıkla Avrupa ile ilişkilendirilebilir.     

Buradan başa dönersek, gayet tabi bugün bir Türk, Avrupa hayalleri kurarken Kahireli bir Arap'ın hissettiği ezilmişlikten çok daha farklı hisseder, fakat bu tek başına, Türklerin Avrupa'ya karşı duydukları bitmek bilmez "GÜVEN EKSİKLİĞİNİ" telafi edemez. Tam da bu tedirginliği, bu kez din üzerinden - islamofobi'yi araçsallaştırarak - yeniden üretime sokan bir iktidar döneminde, artık gündelik sohbetlerinde dahi neo Osmanlıcılıktan bahseden Türkler'in haleti ruhiyeleri konusunda belki biraz iyimser davranmışsınız. 

Dışarıya karşı tamam öyle, ama bu konuyu içeriye karşı daha derin tartışmak lazım, çok önemli olduğu için. 

.................................................

Orhan Pamuk'un Sonning Ödülü'nü kabulü sırasında Kopenhag Üniversitesi'nde yaptığı konuşmanın tam metni; 

Sayın Rektör, değerli profesörler, misafirler; bu ödülü benim için o kadar güzel kılan şey, yalnızca veren jüri ve şimdiye kadar şereflendirilmiş seçkin yazar ve sanatçılar değil... Onlar kadar ödülün veriliş gerekçesi de beni mutlu etti. Romanlarımda, düzyazılarımda Avrupa fikrine ya da kültürüne ilişkin bir-iki mütevazı şey söylemiş olmam da elbette Avrupa’nın sınırlarında yaşıyor olmam ile ilgili. Bütün hayatım Avrupa kıtasının içinde, Avrupa’nın sınırında, evimin ya da yazıhanemin penceresinden, Boğaz’ın öteki yakasını, Asya’yı seyrederek ve modernlik ve Avrupa hakkında düşünerek ve dünyanın geri kalanı gibi kendimi taşralı hissederek geçti.

Kitaplarım hem bu taşralılık duygusuna isyan etme azmiyle, hem de onu gururla sahiplenme dürtüsüyle yazılmıştır. Batı dışında yaşayan milyarlarca insan gibi, hayatım boyunca zaman zaman hem uzaktan Avrupa’ya bakarak kendi kimliğimin ne olduğunu düşündüm, hem de kendi kimliğimi düşünürken uzaktan Avrupa’nın benim için, hepimiz için ne olabileceğini hayal ettim. Yani bu konularda dünya nüfusunun çoğunluğunun davrandığı gibi davrandım. Benim şehrim İstanbul, Avrupa’nın tam bittiği, ya da tam başladığı yerde olduğu için, bu yakınlık sayesinde düşüncelerimi, öfkelerimi de başkalarına göre daha şiddetle ve sürekli olarak yaşadım.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün 1920 ve 30’lardaki Batılılaşmacı ve laik reformlarına kalben inanmış yukarı orta sınıf bir İstanbul ailesindenim. Yalnız babam değil, lise tarih öğretmenliği eğitimi almış 1898 doğumlu babaannem de evde Kemal Atatürk gibi “muasır medeniyet” sözünü kullanır, bununla da gene Kemal Atatürk gibi “Avrupa”yı kastederdi. Evde, çocukluğumda, 1950’lerde, 60’larda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının bu fikirlerinden kimse şüphelenmezdi. 20’nci yüzyılın ortasında, İstanbul’da yukarı sınıf hayatı süren bizler için Avrupa iş bulmak için gideceğimiz, mal alıp satacağımız, ya da sermayedarlarıyla işbirliği yapacağımız bir yer olmaktan çok; medeniyetini örnek alacağımız bir kültürdü. Bu şimdi biraz safiyane bir düşünce gibi gözükebilir. Ama ta 1970’lerde bile Türkiye’nin okumuş yazmış orta sınıfları, Batı dışı ülkelerin iyi eğitim almış bütün orta sınıfları gibi Avrupa’nın harekete geçirdiği düşüncelerden etkilenmeyi, Avrupa’yı kendi ülkelerinin geleceği için bir örnek olarak görmeyi bir saflık olarak görmezdi.

Burada altını çizeceğim önemli bir nokta var: Türkiye, tarihinde hiçbir zaman bir Batı kolonisi olmamış, Avrupalı sömürgeciler tarafından ezilmemiştir. Bu da bizlerin Batılılaşmacı Avrupa hayallerimizi kötü hatıralara ve suçluluk duygularına kapılmadan daha sorunsuz ve rahat yaşamamızı sağlıyor ve evet, bizleri Avrupa konusunda sömürgecilik sonrası toplumlardan daha saf yapıyordu. Avrupa hâlâ benim için, öncelikle kitaplar ve resimler; yani kütüphaneler ve müzeler anlamına gelir.

Bu ödülü Ekim 2012’de değil de yedi yıl önce Ekim 2004’te almış olsaydım burada Avrupa konusunda aynı saflık ile konuşmaya özen gösterir, belki de bu törende Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin hepimiz için ne kadar harika olacağını sizlere anlatmaya girişirdim. Ekim 2004’te Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişki en yüksek noktasındaydı. O ay Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu İstanbul’da coşkulu bir toplantı yapmıştı. Türk kamuoyu, basının çoğu, Avrupa Birliği ile Türkiye devleti arasında resmî görüşmelerin başlamış olmasından mutlu gözüküyordu. Bazı Türk gazeteleri, her şeyin çok çabuk gelişebileceğini, on yıl sonrayani 2014’te- Türkiye’nin büyük ihtimalle Avrupa Birliği’nin tam üyesi olacağını iyimserlikle bildiriyorlardı. Başka bazı gazeteler Avrupa Birliği’ne tam üye olursak, Türk vatandaşlarının kavuşacağı ayrıcalıkları bir peri masalı havasıyla abartarak yazıyordu. Hepimiz istediğimiz Avrupa ülkesinde istediğimiz işe girip çalışabilecektik; Avrupa’ya yolculuk edebilmek için konsolosluk kapılarında uzun kuyruklarda çektiğimiz çileler ve aşağılanmalar da artık kimse bizden vize sormayacağı için bitecekti. Ve en önemlisi tıpkı Yunanistan’a olduğu gibi Türkiye’ye de Avrupa Birliği fonlarından büyük paralar geleceği, yatırımlar yapılacağı için bizler-hepimiz kısa sürede sınıf atlayıp tıpkı Avrupalılar gibi yaşamaya başlayacaktık.

Gazetelerde bu tür şekerli, abartılı haberleri okuduğumda ya da benzeri konuşmalara kulak kesildiğimde arkadaşlarımla birlikte benim de dudaklarımın kenarında bir gülümseme belirirdi. Bu gülümsemede, hem bu palavraları sıkan aşırı iyimserlerin pervasızlığına bir tepki vardı hem de bu pembe hayallere kısmen de olsa inanmanın verdiği mutluluk vardı.

Aynı günlerde romanlarım, özellikle geleneksel İslâm Resim sanatı ile Batı resmini karıştıran Benim Adım Kırmızı; modernlik ve laik olma istekleriyle, halka ve geleneğe ait olma dürtüsünün siyasi çelişkilerini gösteren Kar çevrilip pek çok Avrupa ülkesinde yayımlandığı için Avrupalı gazeteciler bana Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması konusunda ne düşündüğümü de haklı olarak soruyorlardı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasına karşı çıkan muhafazakâr, milliyetçi sesler de Avrupa’da özellikle Fransa ve Almanya’da kuvvetle duyuluyordu. Ben de bu tartışmanın ortasında buldum kendimi ve başka zaman yapmayacağım bir şeyi, Avrupa’nın kimliğinin ne olduğunu kendime ve herkese sormaya başladım.

Avrupa’nın sınırları din ile çiziliyorsa diye akıl yürütüyordum, Avrupa bir Hristiyan uygarlığıdır. Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’nin de o zaman coğrafi olarak Avrupa’da yer alsa bile Avrupa Birliği’nde bir yeri yoktur.

Ama Avrupa halkları Avrupa’nın tarifini Hristiyanlık ile sınırlamaktan mutluluk duyacaklar mı? Son iki yüzyılda Avrupa’yı Batı dışı ülke insanları için bir çekim merkezi yapan şey Hristiyanlık değil başka bir şey, bir dizi toplumsal ve ekonomik dönüşüm ve bunların çıkardığı düşüncelerdir. Son iki yüzyılda Avrupa’yı Batı dışı ülkelerde çekim merkezi yapan o özgün şeye kısaca “modernlik” diyebiliriz. Modernlik, çoğumuzun inandığı tarih kitaplarına göre Rönesans, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi gibi özgün Avrupai gelişmelerin sonucudur, ve bu büyük dönüşümlerin kaynağı dinî değil, “seküler”dir. Avrupa’nın bir zamanlar dünyanın çoğunluğuna -ama hepsine değil- örnek olan kimliğinin arkasında Hristiyanlık’tan çok, Fransız Devrimi’nin bütün dünyanın bildiği sloganı “liberte, egalite, fraternite” (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) yatar. Tabii buna karşı çıkıp Avrupa’nın kimliğinin, Hristiyanlık, ya da başka bir derin tarihî kaynakta yattığını da her Avrupalı söyleyebilir. Bu kimlik tanımlamaları tabii ki siyasi seçimlerdir.

2000’li yılların ortalarında Avrupa Birliği konusu açılınca “liberte, egalite, fraternite”den söz ettikten sonra, Türkiye’nin bu kıstaslara saygı gösterirse Avrupa Birliği’ne alınması gerektiğini de söylerdim. “Ama Türkiye bu kıstaslara saygılı mı” diye haklı olarak bana sorarlar, tartışmalar da sürerdi. Avrupa’nın kimliği ile Avrupa Birliği’ne giriş kıstasları elbette ayrı konular ama Avrupa Birliği genişlerken, Avrupa’nın kimliği konusunda da pek çok tartışma, birbiriyle çatışan, derin görüş farklılıkları bir anda ortaya çıkıp alevlenirdi. Şimdi o zamanlara neredeyse bir özlem duyuyorum: Avrupa’nın kimliğini hem Türkiye’de hem Avrupa’da tutkuyla tartıştığımız için.

Avrupa’nın Euro buhranı ile uğraştığı ve Avrupa Birliği’nin genişlemesinin yavaşladığı bugünlerde bu akıl yürütmeler ve tartışmalarla artık pek azımız meşgulüz. Türkiye’nin adaylığına duyulan ilgi de ne yazık ki düştü. Bunun bir nedeni Türkiye’de düşünce özgürlüğünün hâlâ- ne yazık ki- yetersiz olması. Ama en kuvvetli belirleyici neden ise Avrupa Birliği’ne bir Müslüman ülkeyi alma konusunun, Avrupa Birliği halklarının, Kuzey Afrika ve Asyalı Müslüman göçmenlerin kalabalığından duydukları korkunun gölgesinde kalması.

“Liberte, egalite, fraternite” gibi bir mantığı benim gibi biri ne kadar ısrarla yürütürse yürütsün, Müslüman göçmen korkusunun karşısında ikna edici olması zor. Göçmen korkusunun, Avrupa’nın sınırlarında dikilen duvarları yükselttiği gibi Avrupa’yı yavaş yavaş kendi içine döndüreceğini de görebiliyoruz: “Liberte, egalite, fraternite” sloganı da unutuldukça, Avrupa milli, etnik ve en çok da dinî kimliklerle tanımlanan muhafazakâr bir yer olmaya doğru ne yazık ki evrilecek.

Sayın rektör, değerli konuklar... Bu büyük ödülün heyecanıyla büyük- siyasi- konulara girip iddialı laflar ettiğimin farkındayım. Ben bir romancıyım, romanların büyük düşünceler, ideolojiler ve siyasi hayallerle değil, küçük insani ayrıntılar ve daha çok da fısıldayarak söylenen sözlerle kurulduğunu biliyorum. Belki de Avrupa hakkındaki hayal ve düşüncelerimi Avrupa Birliği siyaseti ve hatıraları üzerinden değil, romanlar üzerinden anlatmalıyım.

Roman sanatının Avrupa’da yükselişine hızlı bir bakış atmak benim gibi bir gözü Avrupa’da bir gözü kendi ülkesinde ve geleneğinde olan yazarların karşılaştıkları, yaşadıkları ikilemleri şöyle bir gözden geçirmeye yeter. “Benim gibi” derken dünya yazarlarının çoğunluğundan bahsediyorum. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yaşadığı Batı dışı dünyada her zaman en büyük konu gelenek ile modernliği birleştirme ya da çatıştırma olmuştur. Roman sanatına, Avrupa’dan gelen düşüncelerle, romancının kendi yerel hayat ayrıntılarını buluşturma sanatı da diyebiliriz. Bana ve pek çoklarına göre roman sanatı bugünkü haliyle 1850’ler civarında, İngiltere ve Fransa’da keşfedilmiştir: Dickens ve Balzac’ı gözümüzün önüne getirelim. Roman sanatının başka yerlerde, mesela Genji’nin Hikâyeleri’nde olduğu gibi 11. yüzyılda Japonya’da; Bizans’ta; ya da 17. yüzyılın başında İspanya’da -Don Kişotbaşladığına ilişkin pek çok görüş de vardır ve bu görüşler de en sonunda romanların yalnızca konuları bakımından değil, kökenleri ve biçimi bakımından da ne kadar Avrupalı olduğunu tartışmaya götürür bizi.

Paris’teki Balzac’tan ve Londra’daki Dickens’tan yalnızca 20 yıl sonra St. Petersburg’ta 1870’lerde en parlak romanlarını yazan Dostoyevski kendini Avrupalı görmüyordu. Önceleri, 1840’larda, Dostoyevski 20’li yaşlarındayken Avrupa hayalleri ile gözleri kamaşmış bir Batılılaşmacı idi. Gizli bir siyasi çevreye- Petrashevsky çevresine girdiği için Çar’ın polisince tutuklandıktan, sahte bir kurşuna dizilme sahnesi yaşatıldıktan, sürgünde yıllar geçirdikten sonra radikal Batılılaşmacı düşüncelerinden caydı ve tam tersi Batı karşıtı Panslavist düşüncelere ve Rus Ortadoksluğunu keşfetmeye verdi kendini. Dostoyevski’nin gençliğinin Avrupa hayalleriyle, olgunluk yıllarının Batı karşıtı düşünceleri, bu çelişkili düşünceleri kendine ve okurlarına tutkuyla açıklama çabası, ya da bu çelişkili düşüncelerin çatışmasından aldığı güç, onu, Doğu-Batı ve roman sanatının yayılması konularında çok açıklayıcı bir örnek yapar. Son 150 yılda, Batı dışı ülkelerde yazılan romanlarda, yalnız Rus romanında değil, Japon ve Türk roman ve hikâyesinde de Avrupa hayalleriyle kafası dumanlandığı, kendi ülkesinin gerçeklerini göremediği ve Avrupa düşlerini bir çeşit züppelik olarak yaşadığı için eleştirilen, alay edilen pek çok kahraman vardır. Dostoyevski “gelenek-modernlik” çatışmasını konu alan, Doğu-Batı romanı diyebileceğimiz bu romanların en parlaklarını yazdı. Bugün hepimiz Dostoyevski’nin eserini Batı klasiklerinin ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz, ama o, hayatının son yıllarını Rusya’ya Batı’dan bir çeşit hastalıklı rüzgârla geldiğine inandığı Avrupa değerlerine karşı savaşarak geçirmişti.

Bu ilginç paradoks, hem roman sanatının yayılışı hem de Batı ya da Avrupa düşüncesinin yayılışı üzerine bize pek çok şey gösterir. Avrupa’nın sınırları bu bağlamda coğrafi değil, kültüreldir. Tabii ki kültürel değerler de coğrafyanın sınırlarını yavaş yavaş zorlayabilir. Dostoyevski, Yeraltından Notlar’dan başlayarak romanlarını, hayatının sonuna kadar kafasındaki ve Rus toplumundaki “Batı” ya da “Avrupa” fikirleriyle tartışarak, kavga ederek yazdı. Öte yandan da o romanlar sayesinde yalnızca roman ve insan anlayışlarımız değil, Avrupa fikrimiz de zenginleşti. Batı dışındaki uzak ülkelerde, modernlik ve gelenek konularını ele alan yeni romanlar yazıldıkça da Avrupa ve Batı fikrimiz de her gün değişikliğe uğruyor.

Ama tıpkı iyi bir romanda, önemli olanın kahramanların siyasi fikirlerinden çok romanın yapısı, ruhu, merkezi olması gibi... modernlik ve geleneğin tartışıldığı bir romanda da önemli olan yazarın siyasi fikirleri, gelenekçi ya da Batılılaşmacı olması değil, hikâyenin, kahramanların bireyselliği üzerine kurulmasıdır. Bu bağlamda, her iyi roman kafamızdaki Avrupa’nın sınırlarını genişletir. Paradoksal olan, Dostoyevski örneğinde de gördüğümüz gibi, Avrupa değerlerini yayan, zenginleştiren pek çok romanın, Batı karşıtı ya da Batı ile sevgi-nefret yaşayan yazarlarca yazılmasıdır. Romanı bir Avrupa buluşu yapan şey, bu sanatın Paris’te ya da Londra’da keşfedilmesi kadar, hikâyenin, kahramanların bireysel seçimlerine dayanması ve bireysel seçimlerin önemini vurgulayacak bir şekilde kurulmasıdır. Stendhal’ın Kızıl ve Kara’sını 19 yaşında İstanbul’da okurken, evde oturduğum koltuktan uçup sanki bambaşka bir aleme gitmiştim. Bunun temel nedeni olayların hiç tanımadığım 19’uncu yüzyıl ortası Fransa’sında geçmesinden çok, sevimli kahraman Julien Sorel’in, kendi kararları ve özgür seçimleriyle toplum içinde ilerleyişini, onun iç dünyasıyla toplumsal dünya arasındaki farklılığı, yani kahramanın bireyliğini bütün açıklığıyla görmemdi.

Benim gibi Avrupa’nın sınırlarında, ya da tamamen dışında yaşayan pek çok romancı için, son 150 yılda roman yazmayı bu kadar cazip yapan şey birbiriyle derinden çelişen iki dürtüdür: Romanlar, hem milli kimliklerin araştırılması, ortaya çıkarılması için elverişli biçimlerdir; hem de milli geleneğin dışından gelen “yabancı” şeylerdir. Ama bir Avrupa buluşu olan “roman”ın, Batı dışındaki “yabancılığı”nın da artık sonuna geldik. Roman sanatı son 150 yılda, Avrupa dışı bütün ülkelerde de, diğer edebî biçimleri kenara itti ve temel edebî iletişim yolu oldu. Bunu perspektife dayanan Rönesans sonrası Avrupa resminin 300 yılda bütün dünyaya yayılıp diğer görme ve resmetme biçimlerinin yerini almasına benzetebiliriz. Kültürel buluşları ve zenginliği bütün dünyaca kabul edilirken Avrupa’nın göçmen korkusuyla kendi içine dönüp muhafazakârlaşması ise tarihin bir başka ironisi...

Ama bu çelişkiyle de çok fazla dertlenip üzülmüyorum. Çünkü benim için Avrupa kültürü- Avrupa’dan gelen kitaplar, resimler ve filmler, Avrupa Birliği’nden çok daha önemlidir... Bugün benim romanlarımın, düzyazılarımın da bu büyük kültürün bir parçası olabileceğini hayal etmek de, beni bu büyük ödül kadar mutlu ediyor.


Orhan Pamuk

1 yorum:

adultservis dedi ki...

Emeğe teşekkür..
film izle