28 Aralık 2013 Cumartesi

23 Aralık 2013 Pazartesi

17 Aralık 2013 Salı

Fotostudio Merkelbach

a wonderful project Fotostudio Merkelbach! Amsterdam City Archives is proud to present, edited by Anneke Van Veen.


From 13 September 2013 to 5 January 2014, the Amsterdam City Archives presents an expansive photography exhibition from the renowned portrait studio of Jacob Merkelbach (circa 1913 to 1969).
A life in photos
More than 40,000 portraits were scanned to display online, showing a stunning variety of subjects. Families, celebrities, animals and Queen Wilhelmina are all included. Highlights are put on show for this exhibition, while historical documents, posters, glass negatives and original cameras give a sense of the craftsmanship and popularity of the studio. Don’t miss the photo of famous Dutch enchantress and spy Mata Hari.

Studio portraits
This sub-exhibition displays a series of studio portraits commissioned by the Amsterdam Fonds voor de Kunst for its annual photography assignment. Artists were asked to reflect on the Merkelbach archives and three photographers – Erwin Olaf, Petra Stavast and duo Blommers-Schumm – answered with a unique approach. Olaf developed carbon prints of Amsterdam’s Jewish community. Stavast photographed new and aspiring artists with one of the first mobile phone cameras, the S75. The Blommers-Schumm team took Merkelbach-style portraits created entirely of found objects.

my marbles, my dreams






12 Aralık 2013 Perşembe

magic




one journey for you but it's worth it. one life here with me and it's magic.



9 Aralık 2013 Pazartesi

"Güllerim Tahhayyüllerim"


"Güllerim Tahhayyüllerim" 1998
by Gülsün Karamustafa
Maçka Sanat Galerisi


"Güllerim Tahhayyüllerim" 2013
by Gülsün Karamustafa
SALT Beyoğlu

4 Aralık 2013 Çarşamba

sensiz olmaz


sanat yapıtını imzalamak, binayı imzalamak, kısaca imzalamak. 
anonimden, star bireye uzanan yolda upuzun bir tartışma var..

1 Aralık 2013 Pazar

Türkiye’de alınıp satılanların yüzde 99’u sadece taşrada değer bulur / Zeynep MİRAÇ - Hürriyet


Çağdaş sanatın en güçlü isimleri arasında gösterilen SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun, sanat gündeminin başlıklarını yorumladı. Ona göre satışlar ancak taşraya hitap ediyor ve geleneksel sanat mühendisliği ancak bir hayal.


Sanat haberlerinin gazetelerin birinci sayfasında hiç görülmediği kadar sık görüldüğü bir dönemdeyiz. Ne var ki, öne çıkan hep şaşırtıcı satışlar ve rakamlar oluyor. Bu durum bize mi özgü, dünya da böyle mi görüyor?


İkiye ayırmak lazım sanat ortamını. Paralar, milyon dolarlar, hayat tarzı dergilerine çıkan sanatçılar… Bu, başka bir sektör. Tamamıyla işgal altındayız, zihnimizi, ruhumuzu, medyayı işgal ediyor. Eskiden sadece ölü sanatçılar para ederdi, şimdi yaptığın iş daha yapmadan para ediyor. Bütün dünyada böyle.

Christie’s gibi bir müzayede evi tarafından satılıyor olsa bile, Türkiye’den sanat eserlerinin alıcısı yine buradan oluyor. Açık sorayım, kendimizi mi kandırıyoruz?


Türkiye’de alınıp satılanların yüzde 99’u sadece taşrada değer bulur. Bu taşra bugün genişledi; Londra’dan da alım yapıyor, Paris’ten de. Ama bunlar taşrada kalır, bu da kendince bir ekoloji. Şu da var: Yabancı müzeler koleksiyonuna X sanatçıyı alırken, onun yanında bir de Y sanatçısını almaya mecbur tutuluyor. Alıp depoya gömüyorsun ama o sanatçı ben müzedeyim diye anlatıyor kendini. Müzeler şu anda zor durumda. Hong Kong’a, Dubai’ye, İstanbul’a açılıyorlar. Açıldıkça bizimkiler de büyük bir gururla o müzelerle ilişki kuruyorlar. Bir ilişkiler ağı. Herkes hoş, mutlu ama kaybeden İstanbul oluyor.

‘Art Review’ dergisinin ‘Çağdaş Sanatın 100 Güçlü İsmi’ listesine Türkiye’den giren tek isimsiniz. Böyle bir listenin parçası olmak size nerelerde fayda sağlar? Kapıları açar mı?

İnsana hiçbir hayrı yok. En büyük etkisi bol bol düşmanlık yaratmasıdır. Zaten ben bir iki yıldır uluslararası hiçbir yerde sergi yapmıyorum. Yapmak niyetinde de değilim. Türkiye’ye bir kurum kazandırmaya çalışıyoruz. Bu varken gidip bir yerde uluslararası sergi yapmak bana çok gereksiz geliyor. 


Bunu kendi ülkenize fayda sağlamak adına vatanperver tavır olarak mı almalıyım, yoksa buradaki işlerin sizi daha fazla heyecanlandırması olarak mı?


Türkiye’de yapılacak çok iş var. Geçmişte koleksiyoncusu yoktu, müzesi yoktu, pazarı yoktu, meraklısı yoktu… Bir gün Masserati, ertesi gün yat alan kadınlar ve adamlar da ortalıkta yoktu. Ama onlar yokken de Türkiye’de sanat açısından çok iyi bir ortam vardı. Evet, daha içine kapalıydı, kendi içinde konuşuyordu. Ama çok ciddi bir tabanı, kökü vardı. Oturmuştu. Son yıllarda sanatçı sayısında da çok ciddi patlama oldu. Ama iyi sanatçı sayısı yükseldi.


Buna ne sebep oldu?

Bir sürü şey. Tabii ki para bunun bir parçası. Artık bu işi yapma, devam edebilme kararı daha kolay alınıyor. Ama sadece para ve imkânla olmaz. Köşeye sinmiş ürkek kedi gibi kendisi gibi olmayan her şeyden nefret eden bir ülkeden daha açık bir ülke haline geldik. Bunu çok genelleyemem elbette, aynı zamanda felaket şeyler de oluyor. 


Art Review’da size ayrılan bölümde Gezi’den de bahsediliyor. Gezi’de olanlardan sonra çağdaş sanat dünyasının Türkiye’ye bakışı değişti mi?


Onu daha sindirebilmiş değiliz henüz. Bir görsel pornografi merakı da var tabii, oradaki görsel malzemeyi suistimal etmek kolay. Onu malzeme yapmak ya da onun üzerinden kariyer sürdürmek de kolay. Ama neredeyse söz birliği etmişçesine sanat ortamı bundan uzak duruyor. Gezi, Türkiye tarihinin en gurur duyacağı anlardan biridir. Dünyada da artık herkesin Türkiye’den gelenlere bakışı değişti. Herkes Gezi’yi çok merak ediyor. İlk kez saygı duyuluyor. 


Bir ülkedeki siyaset, iktidarın görüşü, oradaki sanat dünyasına bakışı doğrudan etkiliyor mu?


Tabii. Nereden bakarsak bakalım son 10-15 yılda İstanbul heyecan verici bir yer olarak zaten izleniyor. Bu süreç içinde hükümete karşı son derece hoşgörülü hatta destekleyici bir tutum vardı. Şu anlamda: Belli bir zamana gelene kadar demokratik açılımlar, silahlı kuvvetlerin kışlaya dönmesi gibi politikalarla iyi bir model olarak gözükmekteydi. Şimdiyse o bakış tamamen değişti. Türkiye umumun sesinin duyulduğu yer olarak takdir ediliyor artık. Hatta kıskanılıyor.

Vasıf Kortun kimdir?

1958 doğumlu. Kültür kurumu SALT’ın Araştırma ve Programlar Direktörü, küratör. 1994-1997 yılları arasında ABD’de Museum of the Center for Curatorial Studies’in, 2000-2003 yılları arasında da Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi’nin kurucu yönetmenliğini yaptı. Platform Garanti’yi yönetti. 1992’de İstanbul Bienali’nin küratörüydü; 1998 Sao Paolo, 2003 Tirana, 2005 İstanbul ve 2008 Taipei bienallerinin eş küratörlüğünü yaptı. 2006’da New York Bard Üniversitesi’nden Küratörlükte Mükemmellik Ödülü aldı.

1940’lara kızıp 2013’e sataşmayalım

Bugün sanatı biçimlendirme çabası var. Sanatı ele geçiremeyecekler, kusura bakmasın kimse. Birlikte çalıştığım sanatçıların yarısı Ürdün, Filistin, Mısır’da. Yıllardan beri ilgilendiğim Körfez’de biçimlendirme söz konusu bile değil. Gayet tutucu, başörtülü sanatçı arkadaşlarımın hiçbiri böyle bir kriz yaşamıyor. 1940’lara kızıp 2013’e sataşmayalım. Sanat ve geleneksel yan yana oturmaz, böyle bir mecburiyet yok. Mütedeyyin ve sanatçı olan çok az insan var burada. Ben 97-98’de döndüm Türkiye’ye ve gelenekten nemalanmadan iş yapan sanatçıları araştırdım. Çok yetersiz Azeri ressamlar ve gelenek tacizi yapanlar haricinde hiç kimseyi bulamadım. Bugün de merakla o sanatçıları bekliyorum. Mühendislikle sanatçı üretemezsiniz. Parayla, okulla da yapamazsınız. Bunlar yüce konular değil. Sanat da yüce değil, bir insan meşgalesi.

For LINK

28 Kasım 2013 Perşembe

introduction


Kimsenin Olmayan Şifreler

Bu üçü aslında aynı hikaye.

Ama her biri “ıssızlığın” farklı bir evresini temsil ediyor. Birbirine teğet çizgilerle bağlı bu üç katmanda, aynı kentin bulvarlarında örülen aynı hikayeye, üç farklı güzergahtan ulaşmayı deniyorum. Elimdeki tek aygıt, kuşku.

Bir bütünün tamamlayıcı parçaları olarak hedeflenen üçleme, aynı hikaye olmasına karşın, bir sonrakinin bir öncekini geçersiz kılmasıyla oyunsallaşıyor.

Özünde sahte dedektiflik ve hedef şaşırtma olan bu üç katman, aranılan, takip edilen, izlenen, delil toplanan, araştırılan, sorgulanan başka tarihler üzerinden; ıssızlığın iç dünyasını delmeye yelteniyor.

Bu asla görüldüğü kadar tutarlı ve lineer bir deneyim değil. Gelecek ve geçmiş, hayal ve gerçek, majör ve minör, tekil ya da çoğul arasındaki onlarca ikilemin iç içe geçtiği abartılı kent metaforunu kendi yoksunluğu içerisinde, kayıp verileri birbirine bağlayarak kuşatma arayışı. Bu bir tür saldırı, kente ve onun tarihsel zaaflarına.

Survival olarak tasniflenmemiş - kayıp - veri, asla tasniflenemeyecek, yazılımı tamamlanmamış olan verili ideolojinin anlam dünyasını kendiliğinden yapı bozumuna uğratıyor. Rastlantısallık, bugüne değin hayli zor metodlarda aranan bir incelemenin, zeminini sağlamlaştırıyor. Aynı zamanda kendi rolümden kurtulmak için bugüne değin verdiğim uğraşların, sahnesini. Bu sahnede eşitlik sayısı bilinmeyenle aynı; ancak, bilinenler belli bölgelerde toplanmış olduğundan, gereken yerlerde veri yok. Bilinçdışı.

Peki bir veri işlevini yerine getiremezse ne olur? O hala bir veri midir, yoksa başka bir şey mi olmuştur? Basitçe ayağı kırılmış bir sandalyeye, hala “sandalye” demek ne derece mümkündür? İdeolojik olarak böyle deriz. Halbuki sandalye artık işlevini yerine getiremediğinden, bir sandalye değildir. Sandalyeye benzeyebilir, hatta bir zamanlar gerçekten sandalye olmuştur, fakat artık o başka bir şeye dönüşmüş; anlam ise “asılı” kalmıştır. Bu yüzden artık o şeyi ifade edemez, tam ve doğru değildir; sahtedir.

Göstermesi gereken şeyi, gizlemektedir.

“Kimsenin olmayan hayatlar”, “kimsenin olmayan binalar” ve “kimsenin olmayan fotoğraflar” arasında kurmaya çalıştığım müzakere, Deleuzian anlamda, “bir savaşa mı, yoksa bir barışa mı ait olduğu asla kestirilemeyecek” olan müzakerenin imkansızlığını çağrıştırır.

Niyet, bir dizi tasniflenmemiş veriyi yan yana getirerek kentin yarattığı suçluluk hissinden kurtulmak değil. Onun uğursuz tarihinde asılı kalan ruhları çağırmak suretiyle, bilinçdışına olanak vermek. A-normları karşı karşıya bırakarak, bastırılanın kuşku yoluyla açığa çıkmasını sağlamaktır.

Bu bağlamda Issız Kent Üçlemesi, kente dair tarihsel suçların tolere edildiği ve belli sorunlara çözüm öneren bir araç olmaktan ziyade, travmayı hafifletmekten ziyade, suçun ve sorunun ta kendisi olarak ortada kalsın istiyorum.


Mayıs.2013 / Beyoğlu

24 Kasım 2013 Pazar

22 Kasım 2013 Cuma

DIVERÇITY / Learning From İstanbul - WARSAW

Bazı dökümantasyon erkenden gelir, bazıları geç, bazıları daha geç, bazıları hiç... 2010'da Kaja Pawelek ve Serra Özhan küratörlüğünde (Centre For Contemporary Art Ujazdowski Castle) Varşova'da gerçekleşen "DIVERÇITY - Learning From İstanbul" sergisine ait yazılı ve görsel dökümantasyonun tümü bir anda düşünce inboxuma, kendi işlerimle ilgili bir kısım görseli burada arşivlemek istedim. Zira o efsane sergiden, olağanüstü ekip çalışmasından ve Ujazdowski şatosundan pek azı kalmıştı elimde, sevindim.   




Fotoroman - 2010
site-specific installation
100X100 cm lightbox (14 pieces)




Mama Deniz - 2010
5 channel video installation




Osep Minasoğlu Recalls - 2008
Video / Total: 126.04 min.

...




DIVERÇITY. LEARNING FROM ISTANBUL
video, installations, photography

Artists: Can Altay, Didem Özbek, Osman Bozkurt, Ergin Çavuşoğlu, Orhan Esen, Deniz Gül, Emre Hüner, Ceren Oykut, Bas Princen, Tayfun Serttaş, Ali Taptık, Solmaz Shahbazi

Exhibition opening: 17.09.2010, 6 pm
On view through 07.11.2010
Curators: Kaja Pawełek, Serra Özhan
Exhibition Design: Jakub Szczęsny / Centrala Designer's Task Force
Gallery 1

The exhibition Diverçity. Learning from Istanbul takes the city as a resource of fictive narratives, private (hi)stories, dreams and desires, still in the process of recreations, and speculations. Here, poliphony and fragmentation make one unable to grasp the city in a fixed formula, because, as the exhibiton claims, urban and architectural potential is continuously re-constructed by negotiations, by individually-organized temporary systems, by the local adaptations and phenomena of the everyday practices in which innumerous strategies of survival (mostly considered as informal) are created.

Beyond any strict urban planning or architectural perspectives, the intension was more to give voice to the inner and more personal artists’ observations and intuitions. What results are the tiny pieces of reality and fiction, recognized, combined, transformed and retold.

Fictive narrations, based upon a long tradition of story telling allow to reveal different, often marginal or hidden, images and voices. That is why a lot of diverse voices can be heard – those of monologues of the inhabitants of a collapsed city district; dialogues of the people brought by daily coincidence to the microcosm of a small grocery; girl questioning and playing with the new rituals of consumerism; photographer’s testimony, who recalls desire of self-staging.

Small gestures and rituals can generate distinctive city locations, which contribute to the vast mechanism of the city, like informal ‘republics’, characterised by alternative visual or performative codes. They create its intensity on the very street level, in the form of spectacle of everyday life shortcuts, ad hoc relations, and coincidential occurences like quotidien performances.

Contemporary city speeds up, so that the historical architectural layer of the past, taken for granted, becomes somehow a materialized phantom. It returns however, in the internal, individual encounters, memories and phantasies. If we go beyond the economy-based categories such as growth, expansion, or modernisation, what images and stories could be revealed when one imagines the city’s future – and its future inhabitants? The horizon ahead seems less and less predictable, balancing between rising hopes and dystopian disillusions, and the future begins imperceptibly now and can go beyond with our imagination. For some of the artists ‘Imagined now’ goes thousand years ahead in the drawing projections or is documented in the images of the city’s outskirts, where the city expands its borders and changes its shape, shifting from the mass scale to micro scale.

The exhibition spatial setting by Kuba Szczęsny sets areas of high density and open space, by aiming to condense the relations between the art works and the public and to create separated and fragmented intimate perspectives. It suggests chaos resulting from the meeting of different ways of organizing the city, in which the former rules of development are being erased by the new established ones. The effect is intended to be a structure which makes the viewer engage in the search of one’s logic of visiting or rather winding through the rooms. In this context both the space and public would experiment with this potentiality, listen and hear what is hidden behind. Same as the city itself the exhibition can beperformed in that sense. It will be an exhaustingly nice walk through the districts of a foreign city.

KAJA PAWEŁEK & SERRA ÖZHAN

19 Kasım 2013 Salı

taurus


pek yakında.. / Georgiades Biraderler

....................


Örneğin Georgiades Biraderlerin Beyoğlu’nun farklı mahallelerine dağılan binaları, bütün bir mesleki kariyerlerini gözler önüne serer nitelikteydi. Uzun süre farklı binalarda Dimitrios Georgiades "D.GEORGIADES" ve Stefanos Georgiades "S.GEORGIADES" olarak ayrı ayrı okuduğum bu iki mimar arasında, soyadı benzerliğinden başka bir yakınlık olduğuna ilişkin hiç kanıtım yoktu. Ta ki alan araştırmam, Galata bölgesinde yoğunlaşana kadar.

Dimitrios ve Stefanos Georgiades’i farklı binalarda keşfettikten bir sene kadar sonra, Meşrutiyet Caddesi’nin girişindeki bir binada bazı harfleri kısmen silinmiş olarak ilk kez "GEORGIADES FRERES ARCHITECTES(Georgiades kardeşler) imzalı bir mimar yazıtına rastlayacaktım. Bu yazıtta isimlerinin baş harfine yer verilmeyen mimarlar, kardeş olarak yalnızca soy isimleri ile anılıyordu. Eğer burada bahsi geçen Georgiades biraderler, bugüne değin birbirlerinden bağımsız olarak farklı binalarında okuduğum Georgiades’ler ise, ilk kez bir binaya kolektif olarak imza atmışlardı ve onlar erkek kardeşti.

Çok geçmeden, dört hafta kadar sonra bu kez Okçu Musa Caddesi’nin girişinde Frej Apartmanının yan komşusu olan Abuaf Apartmanı’nda “DEMus ct STEno GEORGIADES ARCHITECTES” imzalı bir mimar yazıtı ile karşılacaktım. Bu bir mucizeydi! Bu son ipucu, bir önceki yazıtta bahsi geçen isimsiz biraderlerin ve daha önce birbirinden bağımsız olarak belgediğim D.Georgiades ve S.Georgiades’lerin aynı kişi ve kardeş olduklarını kanıtlıyordu.

Mesleki kariyerlerinin doruk noktasını teşkil ettiği her halinden belli olan Abuaf Apartmanın’da, Georgiades’ler üzerindeki sır perdesi tamamen kalkıyordu. Nihayetinde şirketleşmişler ve en çarpıcı eserlerini, üzerinde her iki kardeşinde ismine yer verilen yeni kurumsal kimlikleriyle imzalamışlardı. Günümüzde bir tanesi Tarlabaşı yıkım bölgesinde olmak üzere, yapıları Cihangir, Tophane ve Galata çevresine dağılan bütün Georgiades’ler, aynı aileden dünyaya gelen iki kardeşti.  

Bir kentin mimari şiflerini çözmenin - ipuçlarını bağlamanın - bundan daha heyecan verici bir yöntemi olamazdı; tanıklık ederek bilmek. O gün mutluluktan kilometrelerce daha yürüdüm, ve izledim...        

....................

(devamı pek yakında)



Dimitrios Georgiades'e ait mimar yazıtı (Tarlabaşı)


Stefanos Georgiades'e ait mimar yazıtı (Cihangir)


Georgiades'lerin kardeş (freres) olduğunu kanıtlayan mimar yazıtı (Kuledibi)


Dimitrios ve Stefanos Georgiades'in isimleriyle anıldığı mimar yazıtı (Kuledibi)

17 Kasım 2013 Pazar

12 Kasım 2013 Salı

Cemetery of Architects



....



....



"Cemetery of Architects" / 3D installation proposal

11 Kasım 2013 Pazartesi

"Ulysses Gaze"


Ulysses Gaze / by Theo Angelopoulos

8 Kasım 2013 Cuma

PRESS RELEASE: Columbia University’s Graduate School of Architecture, Planning, and Preservation to launch Studio-X Istanbul.




PRESS RELEASE: Columbia University’s Graduate School of Architecture, Planning, and Preservation (GSAPP) to launch Studio-X Istanbul.

NEW YORK, 7 November, 2013 - The Studio-X global network of research laboratories for exploring the future of the built environment will add a location in Turkey. Mark Wigley, Dean of the Graduate School of Architecture, Planning and Preservation at Columbia University (GSAPP) in the City of New York, who initiated the project in 2008, will travel to Istanbul this week with key faculty members to launch the newest node of the network: Studio-X Istanbul.
 


With locations in the lively downtown cores of Amman, Beijing, Johannesburg, Mumbai, New York, Rio de Janeiro, Tokyo and now Istanbul, the Studio-X forms a new kind of architecture for real-time exchange of projects, people, and ideas between regional leadership cities. It enables the best minds from Columbia University to think together with the best minds in Latin America, the Middle East, Africa, Eastern Europe, and Asia - rebooting the global conversation in which Istanbul will play a leadership role.
 


“Istanbul is a generous city,” said Dean Wigley. “Any time you dig a hole in the streets of Istanbul you discover yet another civilization. In this remarkable multi-layered place generating new modes of thinking and new ways of sharing ideas about the built environment with colleagues around the world is not only an opportunity but an act of responsibility. It is a great honor to be here."



Turkish architect Selva Gürdoğan, the Director of the Studio-X Istanbul, will develop research projects and free events such as lectures, workshops, seminars and exhibitions that foster a new form of discussion on the future of cities. “Studio-X Istanbul is energized by its given context, and seeks to return the favor by stimulating and inspiring the local, regional and global communities,” says Selva Gürdoğan.

Studio-X Istanbul has been in development for over a year and the Graduate School of Architecture, Planning and Preservation has been active in Istanbul for the last years conducting events, research and design projects in the city and organizing lectures and conferences by Turkish artists and architects in New York. Throughout this time, the School has developed many partnerships with the community of Istanbul, which has played an important role in the establishment of Studio-X Istanbul.



Dean Wigley will lead a delegation of faculty and staff from the School of Architecture, Planning and Preservation at Columbia University consisting of Mark Wasiuta, Director of Exhibitions and co-director of the CCCP Program; Julia Fishkin, Director of Development, Global Networks; Marina Otero, Director of Global Network Programming; and Nora Akawi, Curator of the Studio-X Amman Lab. Also participating in the opening events will be Ipek Cem Taha, Director of Columbia Global Centers in Turkey. Columbia University’s Global Center in Istanbul will work closely with Studio-X on developing programs across disciplines, with a focus on the city and sustainable practices.


Opening events are scheduled to take place at the Studio-X Istanbul, from November 8 – 9, 2013. In conjunction with the launch of the newest node in the Studio-X Global Network, Studio-X Istanbul will host the opening of the exhibition Collecting Architecture Territories on November 8th and the Istanbul Minutes on November 9th. The schedule of events is as follows:

SCHEDULE OF OPENING EVENTS AT STUDIO-X ISTANBUL
November 8-9, 2013
 


Friday, November 8th:
19:30 Exhibition Opening:  Collecting Architectural Territories

One of the most significant developments reshaping the intersection of art and architectural practice over the last three decades is the veritable explosion of institutions and foundations that have emerged out of private art collections. Collecting Architecture Territories is a research, and teaching project that attempts to assess the breadth and diversity of such institutions–they range from experimental new museums to renovated industrial, commercial, or military buildings–and to map the effects of these institutions on conventional museological practices and forms of collecting. A salient feature of these foundations and art centers is their wide geographic distribution. They are often located far from the historical centers of power, operating across a new constellation of global cities, and increasingly, a range of “non-sites.” One of the central hypotheses of the research is that we are presently witnessing a shift in the historical relationship between architecture and collecting practices, one that inherited conceptions of the museum no longer adequately describe.
 


20:00 Welcome by Selva Gürdoğan, Director of Studio-X Istanbul.
 


20:05 Opening speech by Dean Mark Wigley.

 


21:00 KONTRATALKS presented by KONTRAAKT with
 Cem Kozar | Pattu, Cansu Akarsu, Kübra Saygın | Happy Baby Carrier,
 Tangör Tan | İstanbul Yiyecek İçecek Grubu
 


22:00 Uninvited Jazz Band with Istanbul Lindy Hoppers
 with delicious food prepared by Didem Şenol. Talks in English and Turkish.
 



Saturday, November 9th:
 


13:00 - 17:00 Istanbul Minutes moderated by
 Dean Mark Wigley and Mark Wasiuta.



This conversation will bring together a group of collectors, architects, artists, historians and theorists, to discuss architecture, collecting practices and new institutions. This event will be in English.

VENUE

Studio-X Istanbul
Meclis-i Mebusan Caddesi 35A

34433 Salıpazarı

Istanbul, Turkey

ABOUT THE ORGANIZERS

Columbia University Graduate School of Architecture, Planning and PreservationMark Wigley, Dean

Founded in 1881, the Graduate School of Architecture, Planning and Preservation at Columbia University in New York City, also known simply as GSAPP, is a vibrant hive of continuous activity energizing its longstanding world leadership role in the experimental, the academic, and the global. The school confers Masters Degrees in Architecture, Advanced Architectural Design, Architecture and Urban Design, Urban Planning, Historic Preservation, Real Estate Development, and Critical, Curatorial, and Conceptual Practices in Architecture as well as a Doctoral Degrees in Architecture and Urban Planning. All programs share a commitment to both professional training and research. The curriculum and philosophy stress the necessity of analyzing and challenging the underlying history, premises, and future directions of the design professions, even as students are prepared to become accomplished practitioners in their respective fields of specialization.

arch.columbia.edu

Columbia Global Centers | Turkey
Ipek Cem Taha, Director

Columbia Global Centers | Turkey, active in Istanbul since 2011, is one of eight Columbia Global Centers operating around the world. The Center’s projects aim to engage the University with issues, ideas and counterparts in Turkey and the region through collaborations across a number of fields, including sustainable development, cultural heritage and art history, historical dialogue and reconciliation, gender equality, press freedom, education, public health and the future of cities.
globalcenters.columbia.edu/istanbul
 


Studio-X Global Network Initiative


Studio-X is a global network of advanced research laboratories for exploring the future of cities launched in 2008 by Mark Wigley, Dean of GSAPP. With Studio-X locations in the historic hearts of Beijing, Istanbul, Mumbai, New York, Rio de Janeiro and labs in Amman and Tokyo it is the first truly global network for real-time exchange of projects, people, and ideas between regional leadership cities in which the best minds from Columbia University can think together with the best minds in Latin America, the Middle East, Africa, Eastern Europe, and Asia.
arch.columbia.edu/studiox
 


Studio-X Istanbul is grateful for leadership support of BORUSAN HOLDING and support from the ENKA FOUNDATION.


nostalgia

3 Kasım 2013 Pazar

Elfe ile Ayşe / AGOS - Tayfun Serttaş



Yönetmen ve sanatçı Elfe Uluç ile 1 Kasım’dan itibaren vizyona girecek olan ilk uzun metrajlı filmi “Aziz Ayşe”yi konuştuk. Gerçek bir karakter olan ve yirmi senedir yaşamını çöp toplayarak idame eden transseksüel Ayşe’nin hikayesinden yola çıkan yarı belgesel yarı kurmaca içerikli yapım, kentin yüksek sosyal sınıfını temsil eden Elif ile yollarının kesişmesiyle gizemli bir serüvene dönüşür. İstanbul’un köpüklerini ve çöplüklerini, dünyaya kadın olarak gözlerini açanlar ile kendini kadın hissedenleri, gerçek oyuncular ile doğal kastları biraraya getiren filmde “gerçek” ve "yalan" arasındaki felsefi sorunsallar irdeleniyor. “Söylenebilen tek gerçek bazen yalandır” şiarından yola çıkan yönetmen, topladığı çöpleri maddeye (paraya) değil maneviyata (yardıma) dönüştüren Ayşe’yi, bir modern çağ peygamberi olarak yeniden kurguluyor. Sorgulayıcı bir kamera eşliğinde kentin en fakir ve en seçkin semtleri arasında tinsel bir yolculuğa çıkıyoruz.

Tayfun Serttaş

Nasıl tanıdın Ayşe’yi?

2005’te Radikal’de yayınlanan bir haberle tanıdım. Peşinden gitmeye başladım. Dolapdere’de sokak sokak aradım. Tarif ediyordum ve herkes tanıyordu. Nihayet bir eskici dükkanında ilk kez göz göze geldik. Ürktü. Çok istemedi ilk başta konuşmak, gazeteci sanmış. Sonra bir oyuncu dostumu araya soktum, belki onun erkek olmasından dolayı daha rahat iletişim kurdu. Derken oturduğu yeri öğrendim ve gitmeye başladım.

O Elmadağ’daki ev, önünden geçen kimsenin unutabileceği gibi değildi.

Metruk bir yer bildiğin gibi, Ayşe orayı işgal ediyor, binanın ön cephesi tamamen yıkılmış, merdivenler yok, o en alt kattan tarzan gibi ip kullanarak pencerelerin içinden giriyor, sonra ipi çekiyor. Elektrik ve su yok. Sokağa bakan duvarlara Türk bayrağı asarak kendisini koruyordu. Orada yirminci seneydi. Aslında mahallede herkes bu becerisinden dolayı Ayşe’yi kıskanıyordu ve orayı ele geçirmek istiyorlardı. Bir savaş vardı o sokakta.

İlk görüşmenizde ona karşı ne hissettin?

Bir beden dili vardı, işaret dili, onun dışında kimsenin bilmediği. Ayşe’nin okuma yazması yok, kulakları iyi duymuyor, ilk andan itibaren başka bir iletişim yöntemi geliştirmemiz gerektiğini anlamıştım. Ev büyüleyiciydi, sokakta bulduğu her şeyden bir estetik yaratmış, fluxus gibi... Duvarlarında faraşlar ve süpürgeler asılıydı. Büyük bir kıskançlık duydum ona karşı. Kuru ekmekle beslenen bir insanın çöpten yarattığı estetiği bir yaşam biçimine dönüştürmesi, gözden kaçacak gibi değildi. Annemin edebiyatında da objeler çok önemlidir, mesela musluk damlar, koltuk konuşur. Nesneler personifiye edilir. Ayşe’de bunu yapıyordu.     

Hafızası nasıldı peki?

Hafızadan bahsetmek güç. Ayşe’ye “yarın geleceğim” dersen anlar. Fakat daha kompleks cümleleri, örneğin iki üç zamanlı bir cümleyi, “miş”li geçmiş zamanları ve olasılık kiplerini anlaması zor. Bu açıdan hikayeyi ona aktarmak kolay olmadı, birçok şeyi sonradan unutuyordu zaten. Kısa hafızalı bir makine ile çalışır gibi ilerliyorduk.   

Filmde geçmediği için soruyorum, Ayşe kaç sene seks işçiliği yapmış ve sonra neden çöp toplamaya başlamış?

Ayşe Muş’tan ilk kaçtığında mahallede dillere destanmış. Onaltı yaşında geliyor İstanbul’a, otuz yaşına kadar seks işçiliği yapıyor. En sevdiği arkadaşları öldükten sonra seks işçiliğini bırakıyor, birisi aşırı doz’dan, diğerine araba çarpıyor. Çalıştığı dönemden tek arkadaşı Deve Necla kalıyor. Tarlabaşı Bulvarı açılırken genelevler kapatıldığı için herkes sokağa düşüyor. O travma döneminde kamufle oluyor, korkuyor anladığım kadarıyla, son yirmi senedir çöp toplayarak hayatını idame ediyor.  

Tanıştıktan sonra hemen filme mi geçtiniz peki?

Hayır, uzun süre arkadaşlık yaptık. Zaten ilk başta filme başlayacak bütçe yoktu, ilk üç sene para aradık. O etapta birbirimizi tanıdık. Biz tanıştığımızda 46 yaşındaydı Ayşe, çok daha genç ve güzeldi. Ben filmi ilk tanıştığımız zaman çekseydim başka bir film olurdu, şu an 54 yaşında.

Proje son halini alana kadar ne gibi aşamalardan geçti?

Önce bir kısa film çektim, Ayşe’yi oynatmadım, devlet tiyatrosundan bir oyuncu Ayşe’yi canlandırdı. Gazeten gelen haberi bire bir anlattım. Orada Ayşe daha Bunuelci anlamda, sahte bir peygamberdi. Gündüzleri çöp topluyor gece ise gazete haberinde olduğu gibi, ücret almadan sokakta bulduğu kişilerle beraber oluyordu. Daha sonra iki tane video art yaptım. Sekiz dakikalık bir video için bir sene çalıştık, orada Ayşe bir pop stardı. Akabinde Ayşe ile bir belgesel yaptım, fakat belgesel çok kontanstre, dili ve gösterimi zor bir yapım oldu. Belgeselin ortaya çıkması ile işin hikayeleşmesi gerektiğine karar verdim ve böylelikle yan hikayelerle başka aktörler devreye girdi. O aşamada Kültür Bakalığına başvurdum ve bir sene sonra ikinci bir katman olarak filme Engin Altan (Murat) ile Feride Çetin’in (Elif) aşk hikayesi dahil oldu. Katman katman yazılan ve Ayşe’den dolayı uzun zamana dağılan bir proje. Dolayısıyla hayatımın uzun yılları aslında bu hikaye çerçevesinde geçti.

Filmdeki Elif ve Murat karakterine gelecek olursak, Elif karakteri bir parça sensin diyebilir miyiz ve Murat kimi temsil ediyor? 

En azından benim yakından tanıdığım bir kadın tipini temsil ediyor diyebiliriz Elif. Ben miyim bilmiyorum. Murat ise sıkışmış, baskı altında, başarılı olması gereken, metroseksüel, beyaz Türk, yakışıklı bir genç. Bence heteroseksüel şapkası ile gezenler, bazen homoseksüellerden daha zor durumda olabiliyor. Çünkü itiraf edecek bir hikayeleri yok. Meseleleri var ama yaşadıkları sorunlar bir kimliğe bürünemiyor. Heteroseksüellerin kimliksizliğini anlatmak açısından Murat ve Elif monotomisi, Ayşe’nin kaotik enteresanlığıyla diyalektik bir kontrast kurdu. Film boyunca birbirlerine ayna tutuyorlar.

Şu ana kadar farklı disiplinlerden beslenen işlerinle tanıdık seni ve son aşamada sinema yaptın. Ürettiğin tüm bu işler arasında kendini tam olarak nerede konumluyorsun?

Ben denemeciyim. Kendimi tek bir disiplin üzerinden kategorize etmeyi doğru bulmuyorum ve bu dünyaya çok fazla iş yapmaya inanmıyorum. Aslında edebiyatçı olmak istiyordum. Bu açıdan kendi kendimle yarışıyorum diyebilirim. Hiçbir alana kariyer amacıyla başvurmuyorum. Anlam üretebildiğim her medium benim için kullanılabilir.

Çöp ile aranda ne gibi bir metaforik ilişki var? Örneğin Ayşe çöp toplamak yerine manav olsaydı, bu hikaye sana yine bu kadar cazip gelir miydi?  

Teyzem garip bir kadındı, sokakta bulduğu şeyleri toplardı. Bilinçaltımda bunun mutlaka bir yeri olmalı. Ailede atılmış eşyayı almak gibi bir şey vardı. Ayşe’yi tanıdıktan sonra senelerce çöpçülerle yaşadım. Telefonumda yüzlerce çöpçü numarası, Vefa’dan Şişli’ye kadar hepsini tanıyordum. O dönem tüm sosyal çevrem çöpçülerden oluşuyordu. Çöpün tuhaf – çekici - bir kokusu vardır, alamayınca o kokuyu özlüyordum. Afrika’da yaşamış olmamın da etkisi olabilir, Lagos’ta Cankara Market adı verilen bir çarşı vardı, bokların üzerindeydi. Çocukken oralarda oynardım, zenciler müthiş vücutlarıyla manken gibi o markette salınarak gezerlerdi. Beni çeken bir ikilem vardı, çok estetik bir şey ve daima pisliğin içerisinde.

Türkiye’deki kapalı ortam içerisinde şimdi malum eleştirilerden biri Ayşe’yi araçsallaştırdığın yönünde olacaktır. Ne yazık ki hala bu ülkede LGBTT’ler üzerine iş yapabilmen için LGBTT olman beklenen bir şey, bunun üzerinden “kalite kontrol” yapan mercilerimiz var. Şimdi sen bir heteroseksüel kadın olarak bir transseksüelin hayatına giriyorsun, peki bu yönde gelecek eleştirilere hazırlık mısın?

Bir defa kimse benim eşcinsel olmadığımı da iddia edemez ve de kimse bana Ayşe’den daha az “tuhafsın” diyemez, birisi birisini tavlıyorsa, mutlaka bir ortak nokta vardır. Nasıl karar veriliyor kimin nasıl hissedeceğine anlamıyorum. Kim kimi kullanıyor ayrıca orası çok muallak? “Mahvoldun sen zavallı senelerdir benimle uğraşmaktan” diye Ayşe bana acıyordu. Bazen gelip ev işlerine yardım ediyordu, ne bu halin darma dağınsın diye üzülüyordu. Sokaktaki herkese “bu zavallı kız bana taktı kafayı” demiş. Onun açısından durum tersiydi anlayacağın. Bizim ilişkimizde Ayşe’ye tutku ile bağlanan umutsuz aşık bendim, o daima yüksekliğini korudu.  

Filmden sonra Ayşe ile ilişkiniz nasıl devam etti?

Görüşmeye devam ediyoruz ama artık akraba olduğumuz için haliyle biraz bıktık birbirimizden. Adana Film Festivali’ndeki ilk gösterime birlikte gittik, ona kıyafetler aldık, elele uçağa bindik, bir hafta boyunca Hilton’da kaldık beraber. Çok eğlendik. Filmden sonra birçok insan ondan imzalı fotoğraf istemiş. Ayşe zaten stardı, yaşadığı mahallede çok meşhurdu. O bunu filme bağlıyor, film vizyona girdi ünlendim sanıyor. Değil aslında, Ayşe hep ünlüydü.

Bir yanda Sevim Burak gibi edebiyat tarihinin en yalnız, en asi, en sıradışı ve deyim yerindeyse en “deli” kadını olarak anne figürü. Diğer yanda Ömer Uluç gibi modern sanatların devrilmez çınarı, bir deha olarak baba. Erken gelen kayıplar. Kesintilerle yüklü bir yaşam. Tüm bu genetik miras içerisinde kendi pratiğin. Sanılanın aksine, sanatçı bir aileden gelmek çocuklar üzerinde daima bir baskı ve ağırlık yaratır, senin sürecin nasıl şekillendi?

Her şey benim sanatçı olmama karşıydı ve ben bununla bir bilek güreşi içindeydim. Çünkü iki sanatçının kızı olarak sanatçı olmak, üç kere zordu. Daima sınanıyor muşum duygusuyla yaşadım.

Peki Sevim Burak’tan ve Ömer Uluç’tan ayrı ayrı ne miras kaldı sana?

Annem esrarengiz bir kadındı, ondan bir şey öğrenmeniz pek mümkün değildi. O benim filmlerinde kimlik dönüşümleriyle yansımasını bulur. Bir kısa filmim de, Doğu’dan Batı’ya geçen bir adamın kıyafet değiştirmesi anlatılır. Annemin Musevilik ve İslam arasında gidip gelmesi, yaşadığı iklem ve bunu edebiyatına yansıtma şekli filmlerime de yansır. “Ah ya rab Yahova” öyküsünde, anneannemin bir Müslümanla evlendiği için erkek kardeşi ile yaşadığı hesaplaşmayı anlatır annem. Anneannem kurbandır o hikayede. Ayşe ile benzer bir ilişki kurduğum söylenebilir.

Babamdan ise renk zevki gelmiş olabilir, o renk severdi. Buluşculuğu ve şaşırtmacılığı beni çok etkilerdi, “her şey olur” derdi babam. Sanattaki kurallara aykırı biriydi, bana o özgüveni verdi. Annem de bunu yapardı ama konuşmazdı, babam konuşabilen biriydi. Annemle babam bazı katmanlarda çok benzerler. Babamın satır satır üst üste resimleri vardır, annem aynı şeyleri harfler ve isimlerle yapardı. Çok paralel evrenler. Dolayısıyla babamdan aldığım şeyi annemden de almış olabilirim.  



Kaynak: Elfe ile Ayşe / 01.Kasım.2013 AGOS - Tayfun Serttaş