Yönetmen Kutluğ
Ataman’ın geçen hafta gazetemize verdiği röportaj sanat dünyasında büyük yankı
uyandırdı. Ataman’ın ‘Beyaz Türklerin’ sanat kurumları üzerindeki hegemonyasını
eleştiren açıklamalarına bazı meslektaşları da destek verdi. Ataman’a yönelik
saldırılara tepki gösteren güncel sanatçı Tayfun Serttaş’a göre ‘papyonlu
patronlar’ ehlileştirilmiş sanatçı istiyor, ancak, alışılagelmiş bu ilişkilerin
‘ekseni’ kaymak zorunda.
Gülcan Tezcan
Kutluğ Ataman'ın Gezi sürecine
ilişkin anlattığı bütün o saldırılara tanık olduğunuzu söylediniz. Bu kadar
özgürlükçü olduğunu iddia edenler neden Ataman'ın yaşadıklarını iddiadan ibaret
gördüler sizce?
Daha fazlasına da tanığım, çünkü
Gezi Direnişi süresince en sık görüştüğüm sanatçı arkadaşlarımdan birisi Kutluğ
Ataman’dı ve direnişin ilk gününden itibaren gecesini gündüzüne katarak sürecin
taraflar arasında müzakere yoluyla çözülmesi adına nasıl çaba sarfettiğini iyi
biliyorum. Ancak bu gibi krizlerde, geçmişten gelen bazı problemleri gündeme
taşımak suretiyle yeni hesaplaşmalara girmek bir Türkiye klasiğidir. Anayasa
reformuna “evet” demeniz bile, senelerdir her türlü olayda kesintisiz olarak
hakarete maruz kalmanız için yeterli olabiliyor. Sonuçta Kutluğ’un
söylediklerinde anlaşılmayacak bir şey yok, biz bu eleştirileri kendi aramızda
da veriyorduk. Kutluğ sözünü sakınmayan ve Gezi Direnişi’nden çok öncesinde de,
malum bazı çevreleri açıkça eleştirmiş, Türkiye’nin demokratikleşmesi adına
yoğun mesai sarfetmiş bir sanatçı, şimdi aynı çevreler avantajlı pozisyonun
kendilerine geçtiğini düşünüyorlar.
Diğer yandan sanatçılar strateji
uzmanları değildir, bugün sanatçının eline kalan son önemli alan özgürlüğü.
Sanat kurumları, küratörler ya da galeriler belli stratejiler üretmekle -
sürdürmekle - yükümlüdür elbet. Ancak bir sanatçı sözünü söylemekten sakındığı,
eleştirelliğini kaybettiği an, asıl risk başlamış demektir. Bugün Kutluğ
Ataman’a dayatılan tavır, belli sermaye çevreleri etrafında klan usulü toplanan,
birbirinin ezberini tekrarlayan ehlileştirilmiş sanatçı tipini oynaması, o da
bu rolü oynamayı reddediyor ve marjinal bir kriz üretiliyor.
O yüzden tartışmaların ilk gününden
itibaren asıl mesele otosansür dedik. Bunun yerine, bazı kesimler sözleşmişcesine,
söylediği her şeyi manipüle etme yolunu seçti.
Ne yönde manipüle edildiğini
düşünüyorsunuz?
Örneğin Kutluğ röportajında
Ergenekon ve sanat ilişkisi konusunda şöyle bir detayın altını çiziyor; “böyle
bir aidiyet hissini taşıyan, genelde benim yaş üstüm bir jenerasyon var.”
Kendisi 1961 doğumlu olduğuna göre, bu kuşak sanatçıların kimler olduğu ortada,
ki onlar zaten Ergenekon Davası süresince kendilerini hiç saklamadılar. Kutluğ
da açıkça; “aidiyet kendi yaş ve üstümdedir” diyor. Hemen ertesinde birileri
çıkıp sanki “Gezi Direnişi eşittir Ergenekon” demiş gibi bir hava yaratmaya
çalışıyor ve haliyle genç kuşaklar bunları üzerine alıyor, alınıyorlar.
Halbuki röportajın hiçbir bölümünde,
Gezi Direnişi’nde yer alan gençlere yönelik Ergenekon üzerinden bir itham ya da
yakıştırma söz konusu değil, ilgisi yok. Kutluğ'un orada kasdettiği kesim,
geçmişte yaptığı eserleri bizzat devlete şikayet eden (örneğin; Küba'ya
"bölücü örgüt propagandası, terörist"), davalar yoluyla onu
engellemeye çalışan, AK partiyi destekleyen açıklamalarını derhal engellemeye
çalışan, artık emekli olması gereken çevrelerdir. Kim çıkıp bu çevreler
konusunda hemfikir olmadığımızı savunabilir?
Asıl sermaye sanatı rant odaklı
görüyor
Ataman'ın finansörüyle yaşadığı
durum ve serginin iptali, sanat-sermaye ilişkisi açısından çok konuşulmadı.
Mesele sadece bir sanatçıya özel bir kurumun ödenek ayırmaması değil sanırım...
Öncelikle bu ödeneğin hangi amaçla
ayrıldığını iyi anlamak gerekiyor. O ödenek gerçekten Kutluğ Ataman için mi
ayrılıyor, yoksa kurumun kendi prestiji ve sürekliliği için mi? Bugün hâlâ
Türkiye’de mülkiyeti kamuda olan bir sanat mirası yok. Kamunun ziyaretine
açılan özel müzelerdeki eserler, müze sahiplerinin diğer yatırımlarından,
garajdaki arabalarından farksız, şahsi birer eşya gibi işlev görüyor... Siz
bilet alıp ya da kapıda para ödeyerek, girip o “yatırım nesnesini” ziyaret
ediyorsunuz. En kamusal sanat arşivlerinden birisi sayılan Santral
koleksiyonunun dahi geçtiğimiz aylarda müzayedeler yoluyla nasıl dağıldığını
gördük ve yine elimizden bir şey gelmedi… Çünkü burada asıl problem, özel
sektörün rant odaklı yaklaşımından kaynaklanıyor, sanatçılardan değil,
sanatçıların bu sistemden edindikleri gelirden hiç değil. Kutluğ özelinde
baktığımızda, üstelik Türkiye onun major marketi bile değil.
Bu açıdan salt ekonomik çıkarları
için Koç’u karşısına aldı diyenlere acı bir tebessümle gülümseyebiliyorum
ancak. Bu insanlar ya gerçekten sanat dünyasında işlerin nasıl yürüdüğünü hiç
bilmiyorlar ya da kendi pozisyonlarını tarifliyorlar. Kimin, kimden ekonomik
çıkarı? Şayet bugün bir sanat yapıtı satıldığında ondan ekonomik çıkar elde
eden bir merci varsa, o ancak kolektörler olabilir.
Paralarına para katan
kendileridir bu eserleri alarak. Biz bunu zaten biliyoruz.
Bugün hiçbir sanatçıya - geçiyorum
Kutluğ Ataman gibi para ve kariyere en son ihtiyacı olacak bir ismi - benim
jenerasyonumdan sanatçılara dahi paranın gücüyle iş yaptırmanız artık imkânsız
denecek kadar zor. Burada Kutluğ Ataman’a dayatılan mantık, hala 1980’lerde
Nişantaşı galerilerinden kolunun altına bir tablo alıp çıkan purolu
koleksiyonerin, sanatçıya karşı matah bir pozisyon edindiğine dair ikiyüzlü
mantık ki, o lümpen anlayış eskilerde kaldı. Hâlâ sanat çevrelerinden bile bazı
isimler konuyu “paraya, kariyere vs” getirebiliyorsa, kendilerine ciddi bir
tuzağa düştüklerini hatırlatmak isterim.
Sanatta eksen kaymasını
tartışmalıyız
Sanat piyasasında beyaz Türk
hegemonyasından rahatsızlık duyanlar olsa da bunu dillendirme cesareti gösteren
çok az. Neden sanat üzerindeki sermaye baskısı konuşulmuyor?
1990’lı yılların başına kadar,
Ankara’nın doğusunda dünyaya gelmiş birisinin Türkiye’de sanat yapabileceği
dahi düşünülemezdi. Popüler sanatlar ayrı, belki o alanlarda çok daha önceleri
çözüldü bu problemler ancak plastik sanatlar, opera, klasik müzik, tiyatro,
dans gibi disiplinler daima belli çevrelerin güdümünde oldu. Güncel sanat
alanında Vasif Kortun gibi istisnaların o yıllarda başlayan takdire şayan
çabaları olmasa, bugün bizler hâlâ, sanat yapıtı olarak “ne üretiyor
olabilirdik?” diye listelemeyeceğim.
Ancak bugün güncel sanat alanının
görece daha özgür lanse edilmesi, bizleri yanıltmamalı. Kutluğ Ataman örneğinde
görüyoruz ki, bu bitmeyen bir mücadele olacak... Bu bağlamda çıkışı, hiç hafife
alınmaması gereken bir gösterge. Bu aynı zamanda Türkiye sanat ve kültür
hayatında ciddi bir eksen kaymasına işaret ediyor. Kutluğ batı odaklı bir
kuruma karşı çıkarak esasen dümeni Türkiye ve Ortadoğu’ya doğru kırdı, yersiz
konular yerine oturup bu yeni dönemi tartışmalıyız. Meseleyi tarihsel, sosyal
ve entelektüel düzeyde tartışmalıyız. Kutluğ Ataman’ın Türkiye’ye ihtiyacı yok
ama Türkiye’nin onun duruşuna ve tüm bu tartışmalara ihtiyacı var.
Kurumlar kendilerini sanatçıların
patronu gibi görüyor
Ataman'a düşüncelerinden dolayı
karşı yürütülen yalnızlaştırma ve itibarsızlaşma operasyonuna karşılık Fazıl
Say ve Memet Ali Alabora sözkonusu olduğunda tam tersi bir sahiplenme
yaşanıyor. Bu çelişkili tavır alışı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün Mısır’da da insanlar ölüyor ve
görüyoruz ki, kendisini hak savunuculuğu üzerinden tanımlayan birçok sivil
toplum örgütü sessiz kalmayı tercih ediyor. Geçtiğimiz üç ay içerisinde
Türkiye’de herkes karşısına birilerini aldı, Fazıl Say ve Mehmet Ali Alabora hükümeti
aldı, Kutluğ Ataman ülkenin en büyük sermayelerinden birisini karşısına aldı.
Sonuç olarak, “hangi söylemi savunuyor olursa olsun, sanatçıları belli güç
dengeleri altında ezdirmeyiz” gibi bir ortak deklarasyon çıkmadı bu deneyimden.
Destek bir yana, köşe yazarları
adeta ellerine peçete üzerine tükenmez kalemle yazılıp tutuşturulmuş
düzeysizlikte çözümlemelerle Kutluğ Ataman’ı itibarsızlaştırma girişiminde sıra
kapmaca oynamaya başladılar. O noktada ben de blogumdaki yazıyı yetiştirme
gereği duydum, çünkü kimseden bir ses çıkacak gibi değildi. Fazıl Say’ın en
ateşli savunucuları, konu Kutluğ Ataman’a geldiğinde bayram ediyorlardı. Bu da
aslında tamı tamına Kutluğ’nun röportajında anlatmaya çalıştığı Türkiye’deki
yerleşik seçkinci profili betimliyor. Beyaz Türk faşizmi dediğimiz şey tam
olarak böyle bir şey, sürekli olarak kendisine ağlayan ve karşı tarafın acısına
bakmaya dahi tenezzül etmeyen bir “ahlaki” nosyon.
Sanat çevresi içerisinden gelen
tepkileri nasıl buluyorsunuz? Güncel sanat ortamı bu konuda sessiz kalmayı
yeğledi sanırım.
Sanatçılar kendi aralarında kavga
ederler, fakat bir sanatçı böylesine major bir aktörü karşısına aldığında ve
tek kişilik bir mücadeleye girdiğinde, o noktada diğer sanatçıların görevi
kurumun avukatlığını yapmak değildir. Bizler öncelikle birbirlerimizin
haklarını savunmakla yükümlüyüz. Kutluğ Ataman’ın özellikle ARTER ile iş yapmış
bazı sanatçılar tarafından sosyal medyada maruz kaldığı seviyesiz eleştiriler,
bu ülkede neden sanatçıların bir arada duramayacağını göstermesi açısından son
derece vahim bir örnek. Anlıyoruz ki, artık aramızdaki ilişkileri bile
kurumlarla olan mesafemiz belirliyor. Kimse çıkıp şu soruyu sormuyor; Kutluğ
Ataman onların malı mı, maaşlı bir çalışanı mı ki, telefon edip fikirlerini
nasıl ifade edeceğini dikte edebilecek hakkı kendilerinde görebiliyorlar?
Kurumlar, kolektörler bu ülkede hâlâ kendilerini sanatçının velinimeti olarak
görüyorlar. “Art patron” demek, sanat patronu demek değildir.
Koç koleksiyonunda benim de bir
arşiv projem var, aramızdaki bu ilişki benim kendilerini eleştirme hakkımın
önüne geçmemeli, zira ARTER kurum eleştirisi veren bir sergi ile açmıştı
kapılarını hatırlarsanız. Bugün Kutluğ Ataman’ı eleştirmek üzerinden çok
cesurca bir şey yaptığını sanan arkadaşlar, en büyük zararı kendi geleceklerine
verdiklerinin bilincinde bile değiller. Hayat boyu bir acı kahvesini içmekten
başka çıkarım olamayacak Kutluğ’dan, çok daha fazlasını sunmuştur bana Koç
grubu, ben de buradan şükranlarımı sunarım kendilerine. Fakat şu noktada
meslektaşımın yanında durmayı, güruhun içinde tempo tutmaktan daha hakkaniyetli
buluyorum.
Her cümlenin sonunda “hukuki
hakların saklı tutulduğunu” belirten tehdit mektupları döşemek yerine, bu
ülkenin uluslararası saygınlığa sahip en önemli sanatçılarından birisiyle
şeffaflıkla müzakere etmeleri, biz genç sanatçıları da özgürleştirecektir. Ben
kendilerinden bunu beklerdim. Bugün sanata hizmet etmek, biraz da sanatçının
fikri özgürlüğünü savunmaktan geçiyor, üç ayda bir sergi koyup kaldırmaktan
değil.
Bundan sonraki süreçte Ataman ve
sizin gibi sanatçılar için sanat üretimi nasıl işleyecek bu ülkede?
Türkiye’de birçok şey tesis edildi
ancak güven tesis edilemedi, sanatçılar bir yana, kimsenin geleceğini görmesine
izin verilmedi bu ülkede. Beş sene sonramızı hiçbir zaman bilemedik... Çünkü
daima bu ülkenin tapusunu elinde tuttuğunu iddia eden birileri oldu,
gerektiğinde sizi kovdu. Bugün de Gezi Direnişi gibi toplumsal hareketlerin
tapusunu elinde tuttuğunu iddia eden, bizzat sizden çıkmış değerleri, sizle
paylaşmadan mülkiyetine geçirmeye çalışanlar var, oradan birilerini kovanlar
var. Buyursun kovsunlar…
Henüz 31 yaşındayım ve aynaya
baktığımda göz bebeklerimde gördüğüm ifade koca bir yorgunluk. Düşünüyorum da,
ben herkese verdiğim sözleri tutmuşum, ama bu sistem bana verdiği sözlerin hiç
birisini tutmamış. Ne bu devletten, ne hükümetten, ne böylesi bir muhalefetten,
ne de bu tip bir özel sektörden beklentim yok. Olması da düşünülemez şu
şartlarda… Bugün sansür yalnızca fiili olarak işlemiyor, sizi iş yapamaz hale
getirmekte susturmanın bir diğer biçimi ve kurumlar gerektiğinde bu gücü
sanatçılar üzerinde deniyor. Böyle bir ortamda işimiz mucizelere kalıyor.