Yönetmen ve sanatçı Elfe Uluç ile 1 Kasım’dan itibaren vizyona
girecek olan ilk uzun metrajlı filmi “Aziz Ayşe”yi konuştuk. Gerçek bir
karakter olan ve yirmi senedir yaşamını çöp toplayarak idame eden transseksüel
Ayşe’nin hikayesinden yola çıkan yarı belgesel yarı kurmaca içerikli yapım,
kentin yüksek sosyal sınıfını temsil eden Elif ile yollarının kesişmesiyle
gizemli bir serüvene dönüşür. İstanbul’un köpüklerini ve çöplüklerini, dünyaya kadın olarak gözlerini açanlar ile kendini kadın hissedenleri,
gerçek oyuncular ile doğal kastları biraraya getiren filmde “gerçek” ve
"yalan" arasındaki felsefi sorunsallar irdeleniyor. “Söylenebilen tek
gerçek bazen yalandır” şiarından yola çıkan yönetmen, topladığı çöpleri maddeye
(paraya) değil maneviyata (yardıma) dönüştüren Ayşe’yi, bir modern çağ
peygamberi olarak yeniden kurguluyor. Sorgulayıcı bir kamera eşliğinde kentin
en fakir ve en seçkin semtleri arasında tinsel bir yolculuğa çıkıyoruz.
Tayfun Serttaş
Nasıl tanıdın Ayşe’yi?
2005’te Radikal’de yayınlanan bir haberle tanıdım. Peşinden gitmeye
başladım. Dolapdere’de sokak sokak aradım. Tarif ediyordum ve herkes tanıyordu.
Nihayet bir eskici dükkanında ilk kez göz göze geldik. Ürktü. Çok istemedi ilk
başta konuşmak, gazeteci sanmış. Sonra bir oyuncu dostumu araya soktum, belki
onun erkek olmasından dolayı daha rahat iletişim kurdu. Derken oturduğu yeri
öğrendim ve gitmeye başladım.
O Elmadağ’daki ev, önünden
geçen kimsenin unutabileceği gibi değildi.
Metruk bir yer bildiğin gibi, Ayşe orayı işgal ediyor, binanın ön
cephesi tamamen yıkılmış, merdivenler yok, o en alt kattan tarzan gibi ip
kullanarak pencerelerin içinden giriyor, sonra ipi çekiyor. Elektrik ve su yok.
Sokağa bakan duvarlara Türk bayrağı asarak kendisini koruyordu. Orada yirminci
seneydi. Aslında mahallede herkes bu becerisinden dolayı Ayşe’yi kıskanıyordu
ve orayı ele geçirmek istiyorlardı. Bir savaş vardı o sokakta.
İlk görüşmenizde ona karşı ne
hissettin?
Bir beden dili vardı, işaret dili, onun dışında kimsenin bilmediği.
Ayşe’nin okuma yazması yok, kulakları iyi duymuyor, ilk andan itibaren başka
bir iletişim yöntemi geliştirmemiz gerektiğini anlamıştım. Ev büyüleyiciydi,
sokakta bulduğu her şeyden bir estetik yaratmış, fluxus gibi... Duvarlarında
faraşlar ve süpürgeler asılıydı. Büyük bir kıskançlık duydum ona karşı. Kuru
ekmekle beslenen bir insanın çöpten yarattığı estetiği bir yaşam biçimine
dönüştürmesi, gözden kaçacak gibi değildi. Annemin edebiyatında da objeler çok
önemlidir, mesela musluk damlar, koltuk konuşur. Nesneler personifiye edilir.
Ayşe’de bunu yapıyordu.
Hafızası nasıldı peki?
Hafızadan bahsetmek güç. Ayşe’ye “yarın geleceğim” dersen anlar. Fakat
daha kompleks cümleleri, örneğin iki üç zamanlı bir cümleyi, “miş”li geçmiş
zamanları ve olasılık kiplerini anlaması zor. Bu açıdan hikayeyi ona aktarmak
kolay olmadı, birçok şeyi sonradan unutuyordu zaten. Kısa hafızalı bir makine
ile çalışır gibi ilerliyorduk.
Filmde geçmediği için
soruyorum, Ayşe kaç sene seks işçiliği yapmış ve sonra neden çöp toplamaya
başlamış?
Ayşe Muş’tan ilk kaçtığında mahallede dillere destanmış. Onaltı yaşında
geliyor İstanbul’a, otuz yaşına kadar seks işçiliği yapıyor. En sevdiği
arkadaşları öldükten sonra seks işçiliğini bırakıyor, birisi aşırı doz’dan,
diğerine araba çarpıyor. Çalıştığı dönemden tek arkadaşı Deve Necla kalıyor.
Tarlabaşı Bulvarı açılırken genelevler kapatıldığı için herkes sokağa düşüyor.
O travma döneminde kamufle oluyor, korkuyor anladığım kadarıyla, son yirmi
senedir çöp toplayarak hayatını idame ediyor.
Tanıştıktan sonra hemen filme
mi geçtiniz peki?
Hayır, uzun süre arkadaşlık yaptık. Zaten ilk başta filme başlayacak
bütçe yoktu, ilk üç sene para aradık. O etapta birbirimizi tanıdık. Biz
tanıştığımızda 46 yaşındaydı Ayşe, çok daha genç ve güzeldi. Ben filmi ilk
tanıştığımız zaman çekseydim başka bir film olurdu, şu an 54 yaşında.
Proje son halini alana kadar
ne gibi aşamalardan geçti?
Önce bir kısa film çektim, Ayşe’yi oynatmadım, devlet tiyatrosundan bir
oyuncu Ayşe’yi canlandırdı. Gazeten gelen haberi bire bir anlattım. Orada Ayşe
daha Bunuelci anlamda, sahte bir peygamberdi. Gündüzleri çöp topluyor gece ise
gazete haberinde olduğu gibi, ücret almadan sokakta bulduğu kişilerle beraber
oluyordu. Daha sonra iki tane video art yaptım. Sekiz dakikalık bir video için
bir sene çalıştık, orada Ayşe bir pop stardı. Akabinde Ayşe ile bir belgesel
yaptım, fakat belgesel çok kontanstre, dili ve gösterimi zor bir yapım oldu.
Belgeselin ortaya çıkması ile işin hikayeleşmesi gerektiğine karar verdim ve
böylelikle yan hikayelerle başka aktörler devreye girdi. O aşamada Kültür
Bakalığına başvurdum ve bir sene sonra ikinci bir katman olarak filme Engin
Altan (Murat) ile Feride Çetin’in (Elif) aşk hikayesi dahil oldu. Katman katman
yazılan ve Ayşe’den dolayı uzun zamana dağılan bir proje. Dolayısıyla hayatımın
uzun yılları aslında bu hikaye çerçevesinde geçti.
Filmdeki Elif ve Murat
karakterine gelecek olursak, Elif karakteri bir parça sensin diyebilir miyiz ve
Murat kimi temsil ediyor?
En azından benim yakından tanıdığım bir kadın tipini temsil ediyor
diyebiliriz Elif. Ben miyim bilmiyorum. Murat ise sıkışmış, baskı altında,
başarılı olması gereken, metroseksüel, beyaz Türk, yakışıklı bir genç. Bence
heteroseksüel şapkası ile gezenler, bazen homoseksüellerden daha zor durumda
olabiliyor. Çünkü itiraf edecek bir hikayeleri yok. Meseleleri var ama
yaşadıkları sorunlar bir kimliğe bürünemiyor. Heteroseksüellerin
kimliksizliğini anlatmak açısından Murat ve Elif monotomisi, Ayşe’nin kaotik
enteresanlığıyla diyalektik bir kontrast kurdu. Film boyunca birbirlerine ayna
tutuyorlar.
Şu ana kadar farklı
disiplinlerden beslenen işlerinle tanıdık seni ve son aşamada sinema yaptın.
Ürettiğin tüm bu işler arasında kendini tam olarak nerede konumluyorsun?
Ben denemeciyim. Kendimi tek bir disiplin üzerinden kategorize etmeyi
doğru bulmuyorum ve bu dünyaya çok fazla iş yapmaya inanmıyorum. Aslında
edebiyatçı olmak istiyordum. Bu açıdan kendi kendimle yarışıyorum diyebilirim.
Hiçbir alana kariyer amacıyla başvurmuyorum. Anlam üretebildiğim her medium
benim için kullanılabilir.
Çöp ile aranda ne gibi bir metaforik
ilişki var? Örneğin Ayşe çöp toplamak yerine manav olsaydı, bu hikaye sana yine
bu kadar cazip gelir miydi?
Teyzem garip bir kadındı, sokakta bulduğu şeyleri toplardı.
Bilinçaltımda bunun mutlaka bir yeri olmalı. Ailede atılmış eşyayı almak gibi
bir şey vardı. Ayşe’yi tanıdıktan sonra senelerce çöpçülerle yaşadım.
Telefonumda yüzlerce çöpçü numarası, Vefa’dan Şişli’ye kadar hepsini
tanıyordum. O dönem tüm sosyal çevrem çöpçülerden oluşuyordu. Çöpün tuhaf –
çekici - bir kokusu vardır, alamayınca o kokuyu özlüyordum. Afrika’da yaşamış
olmamın da etkisi olabilir, Lagos’ta Cankara Market adı verilen bir çarşı
vardı, bokların üzerindeydi. Çocukken oralarda oynardım, zenciler müthiş
vücutlarıyla manken gibi o markette salınarak gezerlerdi. Beni çeken bir ikilem
vardı, çok estetik bir şey ve daima pisliğin içerisinde.
Türkiye’deki kapalı ortam içerisinde
şimdi malum eleştirilerden biri Ayşe’yi araçsallaştırdığın yönünde olacaktır.
Ne yazık ki hala bu ülkede LGBTT’ler üzerine iş yapabilmen için LGBTT olman
beklenen bir şey, bunun üzerinden “kalite kontrol” yapan mercilerimiz var. Şimdi
sen bir heteroseksüel kadın olarak bir transseksüelin hayatına giriyorsun, peki
bu yönde gelecek eleştirilere hazırlık mısın?
Bir defa kimse benim eşcinsel olmadığımı da iddia edemez ve de kimse
bana Ayşe’den daha az “tuhafsın” diyemez, birisi birisini tavlıyorsa, mutlaka
bir ortak nokta vardır. Nasıl karar veriliyor kimin nasıl hissedeceğine
anlamıyorum. Kim kimi kullanıyor ayrıca orası çok muallak? “Mahvoldun sen
zavallı senelerdir benimle uğraşmaktan” diye Ayşe bana acıyordu. Bazen gelip ev
işlerine yardım ediyordu, ne bu halin darma dağınsın diye üzülüyordu. Sokaktaki
herkese “bu zavallı kız bana taktı kafayı” demiş. Onun açısından durum tersiydi
anlayacağın. Bizim ilişkimizde Ayşe’ye tutku ile bağlanan umutsuz aşık bendim,
o daima yüksekliğini korudu.
Filmden sonra Ayşe ile ilişkiniz
nasıl devam etti?
Görüşmeye devam ediyoruz ama artık akraba olduğumuz için haliyle biraz
bıktık birbirimizden. Adana Film Festivali’ndeki ilk gösterime birlikte gittik,
ona kıyafetler aldık, elele uçağa bindik, bir hafta boyunca Hilton’da kaldık
beraber. Çok eğlendik. Filmden sonra birçok insan ondan imzalı fotoğraf
istemiş. Ayşe zaten stardı, yaşadığı mahallede çok meşhurdu. O bunu filme
bağlıyor, film vizyona girdi ünlendim sanıyor. Değil aslında, Ayşe hep ünlüydü.
Bir yanda Sevim Burak gibi
edebiyat tarihinin en yalnız, en asi, en sıradışı ve deyim yerindeyse en “deli”
kadını olarak anne figürü. Diğer yanda Ömer Uluç gibi modern sanatların
devrilmez çınarı, bir deha olarak baba. Erken gelen kayıplar. Kesintilerle
yüklü bir yaşam. Tüm bu genetik miras içerisinde kendi pratiğin. Sanılanın
aksine, sanatçı bir aileden gelmek çocuklar üzerinde daima bir baskı ve ağırlık
yaratır, senin sürecin nasıl şekillendi?
Her şey benim sanatçı olmama karşıydı ve ben bununla bir bilek güreşi
içindeydim. Çünkü iki sanatçının kızı olarak sanatçı olmak, üç kere zordu.
Daima sınanıyor muşum duygusuyla yaşadım.
Peki Sevim Burak’tan ve Ömer
Uluç’tan ayrı ayrı ne miras kaldı sana?
Annem esrarengiz bir kadındı, ondan bir şey öğrenmeniz pek mümkün
değildi. O benim filmlerinde kimlik dönüşümleriyle yansımasını bulur. Bir kısa
filmim de, Doğu’dan Batı’ya geçen bir adamın kıyafet değiştirmesi anlatılır.
Annemin Musevilik ve İslam arasında gidip gelmesi, yaşadığı iklem ve bunu
edebiyatına yansıtma şekli filmlerime de yansır. “Ah ya rab Yahova” öyküsünde,
anneannemin bir Müslümanla evlendiği için erkek kardeşi ile yaşadığı
hesaplaşmayı anlatır annem. Anneannem kurbandır o hikayede. Ayşe ile benzer bir
ilişki kurduğum söylenebilir.
Babamdan ise renk zevki gelmiş olabilir, o renk severdi. Buluşculuğu ve
şaşırtmacılığı beni çok etkilerdi, “her şey olur” derdi babam. Sanattaki
kurallara aykırı biriydi, bana o özgüveni verdi. Annem de bunu yapardı ama
konuşmazdı, babam konuşabilen biriydi. Annemle babam bazı katmanlarda çok
benzerler. Babamın satır satır üst üste resimleri vardır, annem aynı şeyleri
harfler ve isimlerle yapardı. Çok paralel evrenler. Dolayısıyla babamdan
aldığım şeyi annemden de almış olabilirim.
Kaynak: Elfe ile Ayşe / 01.Kasım.2013 AGOS - Tayfun Serttaş