28 Şubat 2014 Cuma

'Yerelde Modern' yok, 'Laz Müteahhit' var.


Gayemiz, arkamızda kavram çöplükleri bırakmak değilse şayet, öncelikle çöp dağını hafifletmek açısından, devamlı ortaya (birbirine teğet) "yeni" kavramlar atma hevesimize belki bir nebze mesafelenip, elimizdeki kavramların içini doldurmakla başlayabiliriz tartışmaya.

Bir yandan Doğu-Batı polemiklerine şiddetle karşı durup, diğer yandan Doğu'nun adını "yerel", Batı'nın adını "modern" koyduktan sonra, (yereli ve moderni tanımlamadığımız sürece bu böyle anlaşılmaya müsait) ortaya çıkacak olan ikili şablon, bugünün düşünce dünyasını; Doğu-Batı tartışmaları içerisinde gününü gün eden düşünürün içine düştüğü çıkmazdan öteye taşıyabilecek gibi görünmüyor.

Cumhuriyet sonrası mimarisi, büyük bölümü Batı'da eğitim alan Türk mimarların "Cumhuriyet aydınlanmasına" aynı zamanda ideolojik bir katkı olarak sundukları tekil girişimlerinin (sentez çabalarının) toplamından doğan bir akımdan ibaret. Buna kısaca; Birinci Ulusal Mimari Akımı diyoruz, sonraki yıllarda böyle tanımlandığı için... Yarım asır içerisinde ise ikincisi yetişiyor imdanına, daha sert bir "ulusal" söylemle.   

Buradan kalan mimari miras "yereli" ve "moderni" yeniden tasniflemeye giriştiğimiz o kritik dönemde, kuşkusuz bugün ifade ettiği kadar geniş bir ideolojik anlam ifade etmiyordu. Muhtemelen günümüz aktörlerinin girişimlerinden çok daha iyi niyetli, hatta naifti.

Fakat bugünden o güne bakarken, şayet arayışımız "yerelde modern" ise; florasan ışığı ile aydınlanan, kağıt bordürlerle süslü, duvarları eflatun badanalı, ülkenin neredeyse tüm parsellerini kaplayan "Laz Müteahhit" üslubundaki "modernite ve yerellik" ilişkisini okumayıp, okumazdan gelip, konuyu  neredeyse (çok az örneği sivil yaşama uyarlanabilmiş) Jön Türklerin mimari arayışlarına indirgemek çok akılcı - rasyonel - değil. Cumhuriyet tarihinin bizlere armağan ettiği mimari miras, ne yazik ki dönemsel arayışlardan ibaret değil.

SALT geçtiğimiz dönemde aynı isimli bir sergi yaptığı için hiç değil, bu kavram son zamanlarda sık sık önümüze atılır olduğu için, içeriksizliği bir yana, sanki çok elzemmiş gibi baştan ve baştan "icat edilemediği" için, altını çizmek istedim.

önceki yarım asır, sonraki yarım asır; "miras hapishanesi"


Şimdi geriye kalan o devasa mimari mirastan hangisini sahiplenip, hangisini reddeceğimiz üzerine kuruluydu bugün mesele..

"Ayıklama" meselesi.

Geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkan tüm suni devletlerde olduğu gibi, bir önceki dönemin mirasının, yeni ideolojiye ne derece uygun düşüp düşmeyeceği üzerine kuruluydu.

Bugün çoğu eski Doğu Bloku ülkesinde kaderine terkedilen Lenin dönemi mimari mirasından, Varşova'nın İkinci Dünya Savaşı sonrası hangi önceliklerle baştan yaratıldığına, Beyrut'un savaş kalıntılarıyla temeli doldurulan plazalarından, Kahire'nin ganimetleriyle süslenen art nouveau apartmanlarına çok şey konuştuk bugün... Ama en çok İstanbul'u konuştuk.

Her biri yarım asırdan daha uzun sürmeyen iki dönem arasında birbiri ile ÇATIŞAN ve ÇAKIŞAN iki modernitenin ürettiği gerilimden geriye kalan enkazı, enkazın akibetini, akibetin çelişkisini, sıfırdan ve sıfırdan keşfetmeye adandığımız bir moderniteyi hangi uzmanlıklar üzerinden tarifleyeceğimizi ve en önemlisi, uzmanlıklar arasındaki kesintiyi düşündük.

Belgesel gösteriminden daha uzun sürdü tartışma, daha da sürecek..

Bugün Studio-X'e konuk olan ve katılımıyla tartışmayı genişleten herkese sonsuz teşekkür.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Belgesel gösterimi: "Tarlabaşı Tarlabaşı" / Studio-X Istanbul


for Event

Belgesel gösterimi: "Tarlabaşı Tarlabaşı
27. Şubat.2014 - 18:00 / Studio-X Istanbul

Yönetmen: Hilmi Etikan
Yapım Tarihi: 1986
Süre: 28:00
Yapımcı: Mimarlar Odası İstanbul Şubesi

Studio-X Istanbul, Tayfun Serttaş'ın "Mimarlar Mezarlığı" sergisine paralel olarak 27 Şubat Perşembe günü 18:00'da Hilmi Etikan'ın yönettiği "Tarlabaşı Tarlabaşı" isimli belgesel gösterimine ev sahipliği yapacak.

***

"1986-88 yılları arasında dönemin istanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan tarafından 386 tarihi nitelikli (tescilli) binanın 'trafiği rahatlatmak' gerekçesiyle izinsizce yıkılması sonucu gerçekleşen 'Büyük Tarlabaşı Yıkımı', İstanbul'un kentsel kimliğine yönelik en sert tahribatlardan biridir. İdare Mahkemesi geç bir kararla Osmanlı-Avrupa sentezinin dünyadaki tek sivil mimari örnekleri sayılan historisist üsluptaki yapıların yıkımını 'yasa dışı' ilan ettiğinde, geride yalnızca molozlar kalmıştır... Gerçekleştiği dönem büyük tartışmalara yol açan yıkım esnasında, buldozerlerin önlerine Türk bayrakları gerilmesi ve Bedrettin Dalan'ın kendini 'bizim kanaatimize göre Tarlabaşı'nda tarihi eser yok! Üç beş Rum'un evini yıkmakla ne olacak?' şeklinde savunması, sürecin ideolojik boyutunu özetlemektedir."

Kaynak: Serttaş Tayfun, "Issız Kent Üçlemesi", GSAPP Books, İstanbul, 2014, p.67

***

Tayfun Serttaş'ın notu;

Doğurduğu sonuçlar açısından İstanbul'un en derin kentsel ve sosyo-ekonomik yaralarından biri olan Büyük Tarlabaşı Yıkımı'na dair yorum ve kaynak eksikliği, günümüzde süregiden kentsel tahribatın gelecek kuşaklara aktarılmama olasılığının belki de en açık kanıtıydı. Geriye kalan neredeyse tek görsel envanter diyebileceğim Hilmi Etikan'ın "Tarlabaşı Tarlabaşı" isimli belgeselini döne döne izlerken zihnimdeki temel soru; böylesine kritik bir sürecin, nasıl olup da referanslarımız arasından bu denli hızlı silinmiş olabileceğiydi. Kente karşı işlenen suçların kamuoyu nezdinde böylesine kolay kabullenilmesi, günümüz siyasi aktörlerinin İstanbul'a yönelik müdahalelerini meşrulaştıran bir etken olabilir miydi?

İstanbul'un tekerrürden ibaret tahribatı aynı hızla devam ederken ve çok değil yirmi sene sonra semtten geriye kalan son yapıların da yıkılışına tanıklık ederken bizler, Hilmi Etikan'in kamerasından yalnızca 1986'daki talanı değil, bugünün de yok oluşunu izleceğiz. Akabinde İstanbul'un meşru ve vazgeçilemez sivil modern mirasının en eski temsilcisi olan Tarlabaşı'nı, ötekinin kültürel mirasını, mirasın akibetini konuşacağız.

16 Şubat 2014 Pazar

Binalar da Konuşur: Mimarlar Mezarlığı / Seçil Kalendaroğlu - BANTMAG


Binalar da Konuşur: Mimarlar Mezarlığı

Seçil Kalendaroğlu 

For LINK

Taş, beton, çelik, cam, ahşap nasıl yapılmış olursa olsun Ruskin'in de söylediği gibi binalar daima konuşur. Kendi hikâyeleriyle var olmalarının yanı sıra bir sokağın, bir caddenin hatta bir şehrin hatıralarını üstünde taşır. Bir yapının inşa edilmesiyle tamamlandığını düşünürken o aslında yaratıcılarının bile izlerinin kaybolacağı yeni hikâyelere sürüklenir. Yıllar içinde yolunun geçtiği, karış karış dolaştığı sokaklardaki binaların hikâyelerinin peşine düşen Tayfun Serttaş'la yeni açılan sergisi Mimarlar Mezarlığı'nı konuştuk.


Mimarlar Mezarlığı fikri nasıl oluştu, araştırma aşamasında ve sergiyi hazırlama sürecinde seni güdüleyen faktörler neydi?

Mimarlar Mezarlığı geçmişi öğrencilik yıllarıma dayanan, on seneyi aşkın bir birikimin sonucu. Kentsel mekanı bir arşiv gibi kullanarak, herhangi bir harita ya da kaynağa başvurmaksızın - ki mümkün değil - rastlantılar üzerinden olgunlaşan bir birikim. İlk gerçek mimar bireyler; basitçe, yaptığı yapıları kendi eseri olarak tanımlamaya ihtiyaç duyan ilk mimarlar 19. yüzyıl son çeyreğinde ortaya çıkıyor. Önceki dönemim anonim mimari anlayışının aksine onlar, yaptıkları binanın üzerine isimlerini yazan mimarlardı. İlk kez ‘bu yapıyı ben yaptım’ biçiminde bir iddiayı gündeme taşıyabilen, mesleki iddiaları üzerine yaşam tarihlerini bina edebilen bu ilk kişilikler, mimari alanda serbest kapitalist üretim ilişkileriyle bağlantıya giren ilk topluluk. Aynen bir sanat yapıtını imzalar gibi, üretimleriyle kişilikleri arasında açıkça bağlantı kuruyor ve bireysel tasarım iddialarını kamusallaştırıyorlardı... Onlara duyduğumuz kişisel merak, günümüz tartışmalarına eklemlenince kendiliğinden proje netlik kazanmış oldu. 

Le Corbusier'in "yaşama makinesi" diye tarif ettiği evlerin, binaların  yaratıcılarının kaybolması, belleklerinin silinmesi senin için ne ifade ediyor?

Her şeyden önce bugün ile ilişki kurmamı ve bugünün dinamiklerini kavramamı zorlaştırıyor. Örneğin Tanzimat dönemi bugüne çok benzer. Kentte olağanüstü bir para var, görülmemiş yatırımlarla İstanbul’un kentsel kimliği yarım asır gibi kısa bir sürede adeta baştan yaratılıyor, sözde tanınmış kültürel haklar, diğer yanda ise parçalanmanın eşiğinde bir devlet var. Kentsel zenginlikle gelen kutuplaşma, İstanbul merkezli olarak tüm bir imparatorluğun sonunu hazırlıyor... Cumhuriyet’in kurulması ile birçok alanda olduğu gibi mimari alanda da bir kesinti yaşandı. Önceki modernitenin mimari birikiminden miras alınmaksızın, Birinci Ulusal Mimari akımıyla birlikte bu alan adeta fethedildi. Mimar kavramının ulus kimliği üzerinden inşa edilmesi, yüzyılları bulan sivil mimari birikimin ve aktörlerinin toplumsal hafızadan tamamen silinmesiyle sonuçlandı. Bugün İstanbul’un 19. yüzyıl modernleşmesine ev sahipliği yapmış mahallelerinde kendinizi başka bir dünyada gibi hissetmenizin nedeni budur. Halbuki onlar lokal yapılardır ve buranın kültürel mirasını tanımlarlar. Bu kopuş alfabeden müziğe dek birçok alan için söz konusu. Bunun sonucunda içerisinde kendinizi tarif etmenizin mümkün olmadığı, tüm referansların elinizden alındığı bir tür katatoni, bir tür kültür-kimlik şizofrenisi dayatılıyor... Yüzleşme, bu açıdan önemli.   

Her şeyin mekanik bir seri üretime dönüştüğü bir ortamda mimarlık hakkında ne düşünüyorsun, şehircilik sence bir yanılsama mı?

Şehircilik değil, ama günümüz şehirciliğinin dayandığı nedensellikler dizisi bir yanılsama. Bugün şehirlere kültürel haritası üzerinden değil, felaket senaryoları üzerinden şekil veriyoruz, bu da kent ile aramızdaki ruhsal iklimi bozuyor. Sözde ‘trafiği rahatlatmak’ gibi bir gerekçeyle kentin bir kısmı yıkılabiliyor. Trafik elbette rahatlamıyor, yıkılan yıkıldığı ile kalıyor, yıkıntının kenarında senin evin kalıyor, bahçen otoban olmuş... Kente salt pragmatist nedenlerle yaklaşmak, kentsel kültürü ve kent sakinlerinin mekansal alışkanlıklarını alt üst ediyor. Halbuki her kentin kendine özgü değerler sistemi vardır ve siz bu sistematik içerisinde kente dahil olursunuz. Son yarım asırdır istanbul’a yapılan müdahalelerin tümü rant, kaos ya da siyasi nedenlidir, kimse de çıkıp kent kimliğine katkıda bulunmaktan söz etmiyor. Hele ki örneğimiz İstanbul gibi içinde bulunduğu ulus devletin dayattığı kimlik kriterlerine uymayan bir kent ise, sonuç felaket oluyor.

19 Ocak'ta Hrant Dink'in ölüm yıldönümünün 7. yılında Paris'teydin. Bize biraz oradaki yansımalarını ve duygularını anlatabilir misin?

Daha önce dünyanın farklı noktalarında 24 Nisan anmalarına katıldım, ancak 19 Ocak’ı ilk kez yurtdışında geçirdim. Bunun da nedeni o tarihte takvimimi aylar öncesinden İstanbul’da olmak üzerine ayarlamamdı. Fakat bu kez özel bir durum söz konusuydu.. Paris, Türkiye kökenli Ermenilerin yoğun yaşadığı bir kent, bu bağlamda belli bir bilinç oturmuş durumda. Beni asıl memnun eden ise Türkiye kökenli Türklerin ve Kürtlerin katılımının fazlalığıydı. Konu Hrant Dink olduğunda, aramızdaki sözde kimlik farklarının, ortak coğrafya üzerinden nasıl da zenginliğe dönüşebileceğinin kanıtıydı Paris’teki anma. Uzakta olmanın yarattığı dayanışma ruhu, İstanbul’dakini aratmayacak bir tür kenetlenme sağladı. Aramızda onlarca senedir Türkiye’yi gör(e)meyenler vardı, yalnızca Hrant’ı anmadık, hasreti paylaştık.

Ocak - Mart 2014 döneminde Cite Des Arts'ın  konuğu oluyorsun, Cite Des Arts nedir ve orada nelerle karşılaştın bahseder misin?

Cite Des Arts, Fransa’nın en köklü ve büyük misafir sanatçı programının yürütüldüğü kurumun adı. Türkiye’den İKSV iki sene kadar önce bu kurumdan Türkiyeli sanatçılar için 20 seneliğine bir stüdyo kiraladı. Böylelikle, başvuruyu kendi anadilimizde yapabileceğimiz olağanüstü bir fırsat doğmuş oldu. Bugüne değin bu gibi programlara katılmak, ancak yurtdışındaki kurumlarla iletişime geçerek mümkündü. Avrupalı kurumların ruh kurutan prosedürleri, kendinizi dilediğinizce ifade edememek, Ortadoğulu olmanın yarattığı önyargılar, birçok sanatçıyı bu programlardan soğutmuştur... Türkiye merkezli bir kurumunun bu hizmeti İstanbul’dan sağlıyor olması çok ilgimi çekti ve derhal başvurdum. Genel yargının aksine ben Paris’i severim ve Fransızlarla iyi anlaşırım. Şu sıra banliyöleri geziyorum ve vaktimin büyük bölümünü metroda geçiriyorum. Kendime haritalar çizip, en bilmediğim duraklarda inip, tekrar biniyorum... Paris metrosu bir metrodan fazlası, kente dair sosyal ve sınıfsal şifrelerin çözüldüğü bir ara mekan. Her kentin böyle bir ikinci katmanı yoktur. “Parisian Subway” üzerine elbet bir şeyler çıkacak...  

Zamanının kıymetini bilen ve üretici bir sanatçısın bundan sonrasına dair projelerin, fikirlerin neler?

Türkiye’deki ticari galerilerle çalışmayı bir süre önce bıraktım. İşin o aşamasından mutlu olmadım ve mutlu hissetmediğim bir süreç sanat ile aramdaki mesafeyi bozma noktasına geldiğinde, bir tercih yapmak zorundaydım. Bu nedenle önümde senelik bir sergi programım yok. Projelerimi bir süre daha non-profit tabir edebileceğimiz, kar amacı gütmeyen kurumlarla yürütme niyetindeyim ancak bu kurumların Türkiye’deki azlığı imkanları kısıtlıyor. Gelecek projeler var elbet, gücüm yettiğince onları ayağa kaldıracağım ama bunun için eskisi kadar mücadele etmeyeceğim. Şu sıralar pratiğimi paylaşmanın farklı mecralarını araştırıyorum, bu da beni kamusal mekana yaklaştırıyor. 

Kaynak: 'Binalar da Konuşur: Mimarlar Mezarlığı'  
Seçil Kalendaroğlu / BANTMAG Şubat 2014

14 Şubat 2014 Cuma

Yüzyıl Dönümü İstanbul’undan Bellek Fragmanları / Aylin Kartal - RECORDMAG

Yüzyıl Dönümü İstanbul’undan Bellek Fragmanları

StudioX Istanbul 28 Mart’a kadar Tayfun Serttaş’ın yeni sergisi “Mimarlar Mezarlığı”na ev sahipliği yapıyor.

For LINK

Aylin Kartal


Columbia Üniversitesi, Mimarlık, Planlama ve Koruma lisansüstü programına bağlı araştırma laboratuvarı StudioX; Amman, Pekin, Johannesburg, Bombay, New York, Rio de Janeiro ve Tokyo’dan sonra Kasım 2013 itibariyle İstanbul‘da da bir mekan oluşturarak faaliyet göstermeye başladı. Tayfun Serttaş‘ın yeni sergisi “Mimarlar Mezarlığı” ve “Issız Kent Üçlemesi” kitabının lansmanı üzerine ziyaret ettiğim Selva Gürdoğan yönetimindeki StudioX Istanbul, Salıpazarı’ndaki ilgi çekici mekanında, temelde mimarlık pratiğine ilişkin araştırma projeleri, konferans, seminer, atölye çalışmaları ve sergi gibi farklı etkinliklere ev sahipliği yapmayı planlıyor.

Sanatsal üretimini merakla takip ettiğim, meselelerini çoğunlukla farklı bilgi alanlarını birbirine tercüme ederek tartışmaya açan Tayfun Serttaş’ın yeni sergisi “Mimarlar Mezarlığı”nın yüzyıl dönümü İstanbul’unun mimar yazıtlarından oluşan posteri ve açılış öncesi hazırlık görüntüleri posta kutuma düşmeye başladığından itibaren zihnimde odaklandığım nokta, Antik Yunan geleneğinde yapıların taş bloklarına kazınarak ya da küçük objelerde dahi “…. megraphsen, …. mepoiesen.” (…. çizdi, …. yazdı) gibi ifadelerle bireyin epigrafik olarak varlık kazanması alışkanlığının bir şekilde kesintiye uğrayıp devamının ancak 18. yüzyıl sonunda gündeme gelmiş olması. Buradan çıkışla sergiyi, yüzyıl dönümü İstanbul’unun sosyo-politik geçmişine ilişkin bir arkeolojik sondaj olarak okumaya başlıyorum.


Serttaş, sergi ile aynı adı taşıyan yerleştirmesinde, bir arkeolog gibi kent içinde çeşitli açmalar yaparak, 1900‘lere ait katmandan zengin bir epigrafik koleksiyonu izleyicilere sunuyor. Yekpare küfeki bloklar üzerinde yer alan 60 farklı mimar yazıtının replikaları, asıllarına uygun vektörel çizimlerinmermer levhalara bire bir uygulanması ile elde ediliyor. Dönemin mimarlık pratiği ve mimar personasına vurgu yapan çoğu bilingual olan bu fragmanlar heterojen ve görkemli bir mezarlık (koimeterion) alanı olarak kentin belleğinin yüzyıl dönümündeki önemli ve kayıp bölümüne işaret ediyor.

19. yüzyıl boyunca kent organizmasının modernleşmesi sırasında onaylanan yapı yönetmelikleri, taşın ahşap konstrüksiyonun yerini alması, Batılı mimarların uzmanlığına başvurma gerekliliğini beraberinde getirmiş, 19. yüzyılın son çeyreğinde Galata ve Pera bölgesi büyük bir şantiyeye dönüşmüştür. Mimarlık mesleğinin uygulanmasını düzenlemeyi amaçlayan girişimler sonucu gerekli mimar tezkeresi olmayan kişilere inşaat izni verilmemesi, kalfaların mesleki icra belgesi edinmek şartıyla mesleklerini uygulama hakkı elde edebilmesi, hali hazırda mimar ünvanına sahip yeni bir mimar personasının ön plana çıkmasıyla sonuçlanmıştır. 

Bu bağlamda binaların cephelerindeki mimar yazıtları aracılığıyla takip edebildiğimiz Fransızca “architecte” ve daha az oranla Yunanca “arhitekton” ünvanı ve çoğunlukla yapılış tarihleri ile imzalanan, eğer renovasyon ve restorasyon çalışmalarında silinmediler ise, az sayıdaki yapı; imparatorluğun çöküşü, I. Ulusal Mimari ve Cumhuriyet’in ilanını takip eden inkılap mimarisi sırasında varlıklarını sürdürmeye çalışan yabancı, Levanten, Rum ve Ermeni mimarların biyografik profilini çıkarmaya yetmiyor. 1922 nüfus değişimi sonrası Yunanistan’a giden Rumların izlerini de takip etmek mümkün olmuyor. Bu bağlamda Tayfun Serttaş’ın işi kent belleğine bir iz düşürmeyi başarıyor ve bu oranda önem kazanıyor.


Sergi ile eş zamanlı olarak yayımlanan, “Kimsenin Olmayan Hayatlar”, “Kimsenin Olmayan Binalar”, “Kimsenin Olmayan Fotoğraflar” alt başlıklarından oluşan “Issız Kent Üçlemesi” ise, kent tarihinin farklı katmanlarını mekansal olarak ilişkilendirirken, yine bireyin başrolde olduğu, farklı bireylerin kente ve kolektif hafıza karşındaki arayışına odaklanıyor.

11 Şubat 2014 Salı

"Aslolan, Kentsel Doku" / Ayşegül Özbek - CUMHURİYET

‘Aslolan, Kentsel Doku’

Serttaş, İstanbul'da eşsiz olan ‘kentsel doku’ olduğunun bizde hala anlaşılamadığını vurguluyor. Serttaş'a göre, kentsel dönüşümün en olağan sonucu kimliksizleşme.

Ayşegül Özbek 

For LINK


Bir şehir bizde ne izler bırakır? İstanbul'un geçmişi, tarihi bize neler anlatır? İnsanı, sokakları, binaları, dükkanları... İstanbul'un unuttuğumuz, belki de adını hiç duymadığımız bilmediğimiz mimarları kimler? "Şehrin çok katmanlı yapısı sadece kültürel olarak değil mimari olarak da tartışmaya açılabilir" diyen Tayfun Serttaş, Studio X'teki "Mimarlar Mezarlığı" isimli yeni sergisiyle bu mimarların izini sürüyor.

28 Marta kadar açık kalacak sergi, İstanbul'da 19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak bir şekilde modernizme paralel olarak gelişen birey kimliğinin mimarideki yansımasına odaklanıyor. Anonim mimardan birey mimara geçişin de, binaların köşelerinde yer alan ve bir tür imza olan mimar yazıtlarıyla başladığını vurguluyor Serttaş:

"Hiçbirimiz Yıldız Sarayı'nda yaşamadık belki, ama bu isimlerin yaptıkları binaları bir şekilde kullandık. Belki kentin siluetine etki etmemiş, ama sokaklara aurasını vermiş isimlere dair literatür yoktu ortada."

Serttaş, İstanbul Üniversitesinde okuduğu yıllarda Taksim’e yürüyerek gidiyor hep ve yazıtları ilk o ara yolda, Sirkeci-Sultanhamam hattında fark ediyor: "Daha sonra yazıtın ne kadar hassas, bir o kadar da binanın kendisi kadar kilit bir şey olduğunu fark ettim. Bunları kaybetme korkusuyla daha fazla fotoğrafladım. 10 yılı bulan bir arşiv var sergide."

Mimar Yazıtları

-İstanbul’un fiziksel kimliğinin birey ile olan ilişkisi, sergide ele aldığınız dönemde nasıldı? Bugüne nasıl bir değişimle geldi?

Birey bir modern zaman çocuğu, mimar da ondan bağımsız değil. Günümüzdeki anlamıyla ‘mimar’ bu süreçte bireyselleşti. Hangi etnik gruptan olursa olsun, İstanbul’da 1870’ten önceye ait bir mimar yazıtı ile karşılaşamayız. Bu geçişte 1870 Pera yangınından boşalan arazilerin apartmanlaşmaya açılması, Tanzimat Fermanı’nın tanıdığı kültürel haklar ve imparatorluğun Batılılaşma dönemine girmesi gibi sıralanabilecek etkenler, İstanbul’un yarım asır gibi kısa bir sürede adeta baştan yaratılacağının habercisi.

Dönem mimarları, çağdaş mimarlık kariyerinin kuruluşunda öncü rol oynadılar. Aynı tarihlerde yeni hayat tarzının gerektirdiği konut tipi olarak ortaya çıkan apartmanlar, dar kent parselleri üzerinde çalışan yeni bir mesleki zümrenin oluşmasını sağlıyor. Alexandre Vallauri, Raymondo d'Aronco, Giulio Mongeri, Balyanlar ya da Fossattiler gibi haklarında epeyce bilgiye sahip olduğumuz dönemin majör mimarlarının yanında, isimleriyle tesadüfen binalar üzerinde karşılaştığımız, ancak başka bir bilgiye ulaşamadığımız bu topluluk, sivil mimariyi Batı standartlarına taşıdı.

Mimar yazıtları bu sınıfın en karakteristik ve ayırt edici özelliği olarak günümüze ulaştı. Yazıtı kullanmalarının nedenleri ise reklam ve aslında en büyük müşteri olan devletin gözüne girmek. Etnik kimliğe göre dil değişebilir. Benim topladıklarım arasında 9 kadar dil var.

‘Her karışı tarih kokar!’

-Sergideki yazıtların üçünün bulunduğu binalar artık yok. Bunlar hangileri? Kentsel dönüşümün şehrin belleğine ya da kişisel belleğe nasıl bir etkisi var?

Sakızağacı Caddesi üzerindeki KL. Klonarides, CH.Viladica ve hemen arka sokağındaki D. Georgiades imzalı binalar dönüşümün son mağduru. İstanbul gibi 2000 sene başkentlik yapmış bir kentte, tescilli bina sayısı 5000 ile sınırlı. İtalya’nın orta ölçekli bir kasabasından daha az. Ama kenti yönetenlere sorsanız, size İstanbul’un her karışının tarih koktuğunu söyleyecekler, üstelik bununla övünecekler. Kaos, bu kendine güvenle başlıyor.

‘Bizde nasıl olsa bu binalardan çok var’ mantığı, ‘o semt giderse ötede bir diğeri var’ ile devam ediyor... Sonra bir bakıyorsun yüzlerce yıllık birikim, on yıllar içerisinde tükenmiş. Tek tük binalar ayakta, dokuyu kaybettikten sonra o tek tük binaların çıbandan farkı yok. Renovasyon değil, dokudur aslolan ve bizde hala anlaşılamayan şey İstanbul’da eşsiz olanın ‘kentsel doku’ olduğu.

Kültürel mirasın ‘öteki’si

-Kentsel dönüşümle ilgili olarak, Tarlabaşı'nın bugün bu kadar kolay yıkılmasını, mimarinin bir etnisite meselesi olarak ele alınmasına bağlıyorsunuz?

Kentsel dönüşümün en olağan sonucu kimliksizleşme... Kimliksizleşmeyi aşmanın tek yolu ise, kolektif birikimi sahiplenme cesaretini göstermek. Oysa kültürel mirasın ‘öteki’si yaratılıyor. Taşı dahi ‘gavur’ olarak kodluyor, ahşabı Türk yapıyorsun. Üstelik memleketin en büyük ahşap yapısı bir Rum yetimhanesi.

Süleymaniye’de Türk evi tabir edilen yapıların hepsi neo-klasik unsurlar taşıyor. Beyoğlu’nun en taş ve en Batılı binası Botter Apartmanı Müslüman bir Sultan’ın siparişi. Mimari yabancılaşma sonradan yaratılmış bir ideolojik inkarın enkazı.


Kaynak: "Aslolan, Kentsel Doku"
Ayşegül Özbek - CUMHURİYET
09, 02, 2014

9 Şubat 2014 Pazar

The Cemetry of Architects / Sabine Küper - InEnArt

The Cemetry of Architects  
Sabine Küper 
for LINK
The installation “Cemetry of architexcts” by Tayfun Serttaş ingraves the signature of architects of the late Ottoman empire to illustrate the loss of a cultural heritage, that got erased through the nationalism of the ideology of the republic. In the past years more and more writers, scientists and artists in Turkey are unveiling the impact of the minorities in the westernization prozess of the Ottoman Empire. Already in 2010 some signs were installed on buildings created bu mainly Armenian and Greek architects.
Architectural inscriptions, which could be read on the corners of buildings in Istanbul in the last quarter of the 19th century, show the rise of an individual architecture formed by the spirit of masters forming buildings in the contemporary sense of unique creativity.
As the empire entered a period of Westernization, the cultural rights provided by the rescript of Gülhane and the land cleared by the 1870 Pera fire opened up the path to the building of apartment buildings that was necessitated by the new life style; Istanbul’s urban identity is almost re-created with the eclectic style of architectural structures that arose from the synthesis of the European and the Ottoman in the short span of fifty years.
During January 31st – March 28th, Studio-X Istanbul hosts Tayfun Serttaş’s exhibition ‘Cemetery of Architects’ and the launch of his book ‘Trilogy of the Deserted City’.

8 Şubat 2014 Cumartesi

"Ottoman and European synthesis on architecture" / Hatice Utkan - HURRIYET DAILY NEWS


Ottoman and European synthesis on architecture

Studio X hosts Tayfun Serttaş’ exhibition titled ‘Cemetery of Architects,’ which looks at the span of 50 years that re-created Istanbul’s urban identity with the synthesis of European and Ottoman styles



Hatice Utkan

For LINK

As an artist Tayfun Serttaş is always following the traces of history in the city and also in the lost culture of Istanbul. His latest project titled “Cemetery of Architects” shows the audiences how deep is the architectural history goes within time in Istanbul. “It was not easy to discover this,” said Serttaş, noting that he had to investigate the facades of Istanbul buildings, which are full of dirt and damage.

However, the result is satisfactory when looked at through the aspects of archiving and history.
The exhibition, which takes place in Studio-X, opened on Jan. 31 and continues until March 28. An initiative of Columbia University, it received leading support from Borusan Holding.

Serttaş examines the relationship between the physical identity of urban space and the individual through an archive. The exhibition brings together works that problematize the impact of historic interruptions on Istanbul’s cultural map. With this approach, it is fair to ask “who built and gave the first architectural aspect to Istanbul.”

He explains this with his project and important details that he found. The multi-language aspect of the project is an important evidence of this. The cemetery stones, which have signatures of the architecture of Istanbul, are reflecting how Istanbul was living with a multi-cultural aspect.

Languages on stones


“There are almost nine different languages on the stones,” said Serttaş, noting that it is also important to emphasize the identity questions that are taken on the architecture and Istanbul.

“It is a fact that the architectural silhouette of Istanbul had changed. The era that the exhibition is focusing is the last quarter of 19th century. The architectural inscriptions, which could be read on the corners of buildings in Istanbul in the last quarter of the 19th century, evidence the parallel development of the identity of the individual to modernism.”

Serttaş added: “These individual architects felt the need the work on their own, playing a role in forming a professional community in a contemporary sense. In contrast to traditional palace architects, supported by the state, the architects of apartment buildings that primarily work within narrow urban lots give direction to civil architecture with their minor activities.”

According to the artist, as the empire enters a period of Westernization, the cultural rights provided by the rescript of Gülhane and the land cleared by the 1870 Pera fire opened up the path to the building of apartment buildings that was necessitated by the new life style.

“Istanbul’s urban identity is almost re-created with the eclectic style of architectural structures that arose from the synthesis of the European and the Ottoman in the short span of fifty years,” added Serttaş.

It is possible to discover certain history of Istanbul as Cemetery of Architects proposes to open up to discussion the buildings of the period, some of which are destroyed within plans of urban transformation.

***

Hatice Utkan - Hurriyet Daily News, 07.February.2014

7 Şubat 2014 Cuma

TRT / Zamandan Mekandan - kamera arkası

Önümüzdeki hafta iki bölüm olarak TRT'de yayına girecek olan "Zamandan Mekandan" isimli programın çekimlerini Paris - Hakeim köprüsü üzerinde gerçekleştirdik. Mimarlar Mezarlığını, Cite des Arts'ı, İstanbul'u, kentsel dönüşümü, Paris'i, mimariyi ve günümüz sanatını konuştuk... Bu harika çekim için Paris'te bana ulaşan Barış Bas, Ömer Aydın, Arzu Kaya ve tüm TRT ekibine teşekkür. 











İstanbul bir ‘Mimarlar Mezarlığı’ / Sevinç Özarslan - ZAMAN




İSTANBUL BİR "MİMARLAR MEZARLIĞI"

İstanbul’u inşa eden ünlü mimarları biliyoruz, fakat kenti içeriden şekillendiren ortadirek mimarlar var ki, bugün binalardaki yazıtlarından başka haklarında bir bilgi bulunmuyor. Ne projeleri, ne CV’leri ne de mezarları… Tayfun Serttaş’ın Studio-X’te açtığı Mimarlar Mezarlığı sergisi, Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan Birinci Ulusal Mimari anlayışının yok ettiği bu mimarlara saygı duruşu niteliğinde.

SEVİNÇ ÖZARSLAN

For LINK

Balyan ailesi, Gaspare Fossati, Alexandre Vallaury ve Raimondo Tommaso D’Aronco’yu İstanbul’daki pek çok tarihi binayı inşa eden isimler olarak biliyoruz. 1870 ile 1940 arasında inşa edilmiş binalara imza atan ayrı bir mimar zümresi var ki, -sayıları 900 ile 1.200 arasında- bugün onların isimlerinden başka bir bilgiye ulaşmak mümkün değil. Batılılaşma dönemi mimarları olarak bilinen bu zümrenin eserleri, İstanbul’un silüetini etkilememiş ama kenti içeriden şekillendirmiş. Genellikle tarihi yarımada, özellikle Sirkeci ile Beyoğlu civarındaki art nouveau, neoklasik, barok tarzında apartmanlar, hanlar yapmışlar ve eserlerinin üzerlerine yazıtlarını bırakmışlar. Balyanlar ya da Vallaury, eserlerine kesinlikle imza atmıyor, buna gerek duymuyorlar fakat ortadirek mimarlar mutlaka yazıt kullanıyorlar. Bunun birkaç nedeni var. Biri, reklam ve tabii ki en büyük müşterileri olan devletin gözüne girmek. İkincisi, ‘birey mimar’ kimliği onlar sayesinde gelişiyor. Mimarın, birey olarak tasarım iddiasını ilk defa kamusallaştırdığı dönemin ilk temsilcileri onlar. Çünkü 1870 öncesindeki binalarda yazıtlara rastlamak mümkün değil. 
Sanatçı, yazar ve araştırmacı Tayfun Serttaş’ın ifadesiyle “İmparatorluğun Batılılaşma dönemine girmesi, Tanzimat Fermanı’nın tanıdığı kültürel haklar ve 1870 Pera yangınından boşalan arazilerin yeni hayat tarzının gerektirdiği konut tipi olan apartmanlaşmaya açılmasıyla İstanbul’un kentsel kimliği, yarım asır gibi kısa bir sürede Avrupa-Osmanlı sentezinden doğan eklektik üsluptaki bu mimarların yapılarıyla adeta baştan oluşturulur.” Peki kim bunlar? Konsolosluk binalarını yapmak için İstanbul’a gelen ve şehirdeki parayı fark edip burada kalmayı tercih eden levantenlerin yanı sıra İstanbul’da yetişmiş, kalfalıktan ustalığa geçmiş, bileğinin gücüne güvenen Ermeniler genellikle. O yıllarda sayıları o kadar artıyor ki bu mimarların, Galata’daki Sen Piyer handa 53 mimar yazıhanesi açılıyor. Tek bir hanın içinde bu kadar mimarlık bürosu! Şehirdeki paranın peşine, dönemin mimarları da düşmüşler ama bugünkü gibi şehrin kimliğini bozmak şöyle dursun, katkıda bulunacak binalar yapmışlar. Dimitrios Georgiades, A.N.Perpignani, Langas, Kosmas Karayannis, Alexandre D.Yenidunia, Antuan Ratinski, Avedis Pekmezian, Harutyun ve Anna Çamçıyan, Hrant Apraham bu mimarlardan bazıları.
İstanbul’u şekillendiren bu mimarların çoğu birlikte şirket kurup ikili çalışıyorlar. Bazıları yazıtlarına isimleriyle birlikte tarih atıyor, bazıları gerek görmüyor. Bazen yapının kültürel bazen etnik kimliğine göre yazıtların dilleri, tasarımları değişebiliyor. Sirkeci tarafındaki yazıtların çoğu genelde Osmanlıca ve Latince olmak üzere çift dilli. Hrant Apraham 1928’de yaptığı binanın yazıtını hilal-yıldız şeklinde tasarlamış. 1940’larda İstanbul’da bu zümreden kimse kalmıyor. Çünkü başkentin Ankara’ya taşınmasıyla Ankara, İstanbul mimarlık sektörünün üyelerinden proje ve tasarım hizmeti almayı tamamen durduruyor. ‘Birinci Ulusal Mimari’ anlayışı ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu mimarlar, teker teker İstanbul’u terk ediyor, bazıları belki burada ölüyor fakat bugün akıbetleriyle ilgili hiçbir bilgi yok. Projelerinin çizimleri ise kim bilir nerede?
19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren binaların köşelerinde okunmaya başlayan mimar yazıtlarını on yıldır fotoğraflayan Tayfun Serttaş’ın Fındıklı’daki Studio-X’te açtığı Mimarlar Mezarlığı sergisi, Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan Birinci Ulusal Mimari anlayışının yok ettiği bu mimarlara saygı duruşu niteliğinde. Serttaş, on yılda 1.200 ortadirek mimar ismi tespit ettiğini söylüyor. Sergide ise mezar taşlarını hatırlatan beyaz mermerin üzerine orijinalinde olduğu gibi yazılan 60 mimarın yazıtına yer veriliyor. Serttaş, “Günümüzde bir bölümü kentsel dönüşüm planları içerisinde yıkılmakta olan dönem binalarını, mimarları üzerinden, nostaljinin ve yerel egzotizmin ötesinde, kent tarihinin meşru ve vazgeçilmez aktörleri olarak güncel araştırma metotları aracılığıyla tartışmaya açıyorum.” diyor.
‘Bu bir dönem mimarisi, hiçbir gruba ait değil’
Tayfun Serttaş, yarım asırlık dönemde yapılan bu binalarla ilgili dikkate değer bir konunun altını çiziyor: “1986-1988 yılları arasında dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan tarafından 368 tarihi nitelikli binanın bulvar açmak gerekçesiyle yıkılması sonucu gerçekleşen Büyük Tarlabaşı Yıkımı, İstanbul’un kentsel kimliğine yönelik en sert tahribatlardan biriydi. Büyük tartışmalara yol açan yıkım sırasında, buldozerlerin önlerine Türk bayrakları gerilmesi ve Dalan’ın kendini ‘Bizim kanaatimize göre Tarlabaşı’nda tarihi eser yok! Üç-beş Rum evini yıkmakla ne olacak?’ şeklinde bir savunma yapmıştı. Bu bir dönem mimarisi, hiçbir etnik gruba ait değil. O dönemin mimarlarından İshak ve Aram Karakaş, Ermeni mimarisi yapmakla uğraşmadı. O adamlar iyi art nouveau yapmakla uğraştı. Ragıp Paşa Apartmanı’nı yaptılar, art nouveau tarzında. Apartman Ragıp Paşa’nındı. Ragıp Paşa da Türk’tü. Bu ezberi bozalım. Onun mimarisi, bunu mimarisi, Rum apartmanı, Türk evi tartışması bizi bir yere götürmüyor.”
KAYNAK: İstanbul bir ‘Mimarlar Mezarlığı’ / Sevinç Özarslan - ZAMAN 05.02.2014 

6 Şubat 2014 Perşembe

Kültürlerin ortasında Mimarlar Mezarlığı / Gülcan Tezcan - STAR


KÜLTÜRLERİN ORTASINDA MİMARLAR MEZARLIĞI 
Gülcan Tezcan
For LINK 
Toplumsal cinsiyet, azınlıklar, ötekinin kültürel mirası, kent antropolojisi, gündelik yaşam sosyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan sanatçı, yazar ve antropolog Tayfun Serttaş, Studio-X’te açılan ve 28 Mart’a kadar sürecek Mimarlar Mezarlığı adlı sergisinde mimar kavramının ulus kimliği üzerinden nasıl yeniden inşa edilmek istendiğine dikkat çekiyor. Serttaş’la sergiyi ve arkaplanını konuştuk.
Mimarlar Mezarlığı nasıl bir düşünsel arka plandan besleniyor? 
Birey bir modern zaman çocuğu, mimar da ondan bağımsız değil. Günümüzdeki anlamıyla ‘mimar’ bu süreçte bireyselleşti. Hangi etnik gruptan olursa olsun, İstanbul’da 1870’ten önceye ait bir mimar yazıtı ile karşılaşamayız. Alexandre Vallauri, Raymondo d’Aronco, Giulio Mongeri, Balyanlar ya da Fossattiler gibi haklarında epeyce monografik bilgiye sahip olduğumuz dönemin majör mimarlarının yanında, isimleriyle tesadüfen binalar üzerinde karşılaştığımız ancak başka bir bilgiye ulaşamadığımız bu topluluk, sivil mimariyi Batı standartlarına taşıdı. Fakat o kadar önemli bir şey daha yaptılar; yazıtlara başvurdular. Mimarlar Mezarlığı mimar yazıtları üzerinden, bir mesleki zümrenin bireyselleşme deneyimini günümüz tartışmalarına bağlıyor. O nedenle konu mimarinin 'mimari tartışmalarından' ibaret değil, kültürel kimliğin kesintiye uğraması ve ciddi bir zeminin ayaklarımızın altından kaymış olması bugünün temel çözümsüzlüğü. 
Şehrin kimliğine müdahale edilirken ve bir 'Türkleşme' amacı güdülürken neden mimarlar hedef alınmış sizce?
Yalnızca mimari değil, dilden müziğe kadar neredeyse tüm alanlar revize edildi. Ancak mimari, devletin ideolojik yapısını sergilemesi açısından muhakkak ayrı bir öneme sahipti. Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın arka planındaki düşünce sistemi açısından, Osmanlı Batılılaşması süresince ‘ötekilere’ kaptırılan bu alanı ele geçirme kaygısı vatanın kurtuluşu kadar elzem. Dolayısıyla mimarlık, mesleki bir etkinlikte bulunmaktan çok daha fazlası. O, kültür ve ekonominin yeniden fethinin bileşeni; ideolojik arınmanın yegane temsilcisi... İttihat ve Terakki ile başlayan ekonomiyi Türkleştirme politikaları, erken Cumhuriyet’ten itibaren mimariyi fethedilmesi gereken bir alan olarak revize ediyor. Önceki dönemin birikiminden miras alınmaksızın, kavramlar da dahil her şeyin üzeri örtülüyor. Adı ‘Dil Devrimi’ kadar net konulmamakla birlikte, ulus devlet mimari alanda da devrime hazır sayılıyor. Başkentin Ankara’ya taşınmasıyla devlet, İstanbul mimarlık sektörünün eski üyelerinden proje ve tasarım hizmeti talep etmeyi durduruyor. Mimar kavramının ulus kimliği üzerinden inşa edilmesi, yüzyılları bulan sivil mimari birikimin ve aktörlerinin toplumsal hafızadan tamamen silinmesiyle sonuçlandı.
Cité Internationale des Arts’ın bu yılki misafiri Tayfun Serttaş
Mimarlar Mezarlığı adlı sergisiyle gündemde olan Tayfun Serttaş, bugünlerde Paris’teki Türkiye Sanatçı Atölyesi’nde çalışmalarını sürdürüyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 2009’da düzenlenen “Fransa’da Türkiye Mevsimi” vesilesiyle Paris’in en köklü sanat kurumlarından Cité Internationale des Arts’da yirmi yıllığına kiralanan “Türkiye Sanatçı Atölyesi”, görsel sanatlar alanında çalışan sanatçılara üç ay Paris’te yaşama ve çalışma imkânı sunuyor. Mart ayının sonuna kadar Cité Internationale des Arts’ın misafiri olacak yılın ilk sanatçısı Tayfun Serttaş.
***
Kaynak: Gülcan Tezcan, STAR, 05.Şubat.2014

iyi anlaşıyoruz.



5 Şubat 2014 Çarşamba

"İstanbullu Mimarlara Toplu Mezar" / Aysel Yaşa - YENİ ŞAFAK



İstanbullu Mimarlara Toplu Mezar

Sanatçı Tayfun Serttaş'ın yeni sergisi Mimarlar Mezarlığı, bizi şehrin unutulmuş mimarlarının mezarlığına götürüyor. Sergide, mimarların ayakta kalabilen binalarında bulunan mimar yazıtları üzerinden bir dönem sorgulaması yapılıyor.


For LINK

İttihat ve Terakki döneminde başlayan ekonomiyi Türkleştirme politikaları, erken Cumhuriyet'ten itibaren mimariyi aynı zamanda fethedilmesi gereken bir alan olarak baştan revize edecekti. Böylelikle, 19. Yüzyıldan itibaren giderek artan bir tempoyla gayrimüslim tekeli haline gelen mimarlığın etnik ayrımcı yapısı, başarıyla dönüştürülecek, bir önceki dönemin birikiminden hiçbir şey miras alınmaksızın, kavramlar da dahil her şeyin üzeri örtülecekti. Hızla gelen sonuç, ötekilerin mimarlık piyasasından hem müşteri hem de tasarımcı olarak silinmesiydi.' Bu cümleler geçtiğimiz Cuma günü açılan Mimarlar Mezarlığı'nın bir manifestosu aslında. Yıkıma uğrayan, değeri bilinmeyen nice yabancı mimarın kaybolan kimlikleri, eserleri ve hafızaları üzerine kurulmuş bir mezarlığın sergi hali aslında. Tayfun Serttaş kentsel mekanın fiziksel kimliğinin bireyle olan ilişkisini kamusal bir arşiv olarak incelemeye aldığı 'Mimarlar Mezarlığı' isimli sergisi Studio-X Istanbul'da 28 Mart 2014 tarihine kadar ziyarete açık olacak. Sanatçının aynı isimli yerleştirmesinden ismini alan sergi, tarihsel kesintilerin İstanbul'un kültürel haritası üzerindeki etkilerini sorunsallaştırdığı değişik dönemlere ait çalışmalarını bir araya getiriyor.
Aysel Yaşa

BİR CİNAYETİN PARMAK İZLERİ

Serginin mimarı Tayfun Serttaş, hafıza temelli yaptığı işlerle bilinen başarılı bir sanatçı. Bu kez bizleri adı sanı bilinmeyen, unutulmuş, binaları yıkılmış, imzaları silinmiş mimarların mezarlıklarına konuk ediyor. Bu mimarlar arasında Karakaşlar, Georgiades Reres, Perpignani ve Langas, Yenidunia ve Kyriakides, Hrant Abraham, Pekmezian, Stavros Alvanapulos, Vladica gibi isimler bulunuyor. Yaklaşık on yıl süren mimar yazıtı araştırmaları sonucu açılan sergide, altmış ayrı mimar imzası bulunuyor. Serttaş bu çalışmaya nasıl başladığını şöyle anlatıyor: 'Dönemin birey kimliği ile iletişim kurmanın geriye kalan tek yöntemi olarak binalar üzerinde tesadüfen karşılaştığım ve bazılarının tamamen silinmemiş olduğunu fark ettiğim mimar yazıtları, adeta binaları delerek ötesinde bir bilgiye imkan tanıyordu.' Serttaş, bu yazıtları fotoğraflamaya taa öğrencilik yıllarında başlamış. O zaman bunları neden sakladığını bile bilmiyormuş. Beyazıt'tan Taksim'e kadar gözlerini binalardan ayırmadan dolaşan Serttaş 'Bu imajlar bana bir tür delil sağlıyordu. Gerçekte ne olup bittiğini asla öğrenemeyeceğim bir vukuatın, bir cinayetin, kime ait olduğu bilinmeyen parmak izleriydi onlar' diyor.

YENİ KENTSEL KİMLİK

İstanbul'da 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren binaların köşelerinde okunmaya başlanan mimar yazıtları, gelişen birey kimliğinin mimarideki en özgün kanıtları sayılıyor. Batılılaşma öncesi dönemin anonim mimari anlayışının aksine, yaptığı yapıları kendi eseri olarak tanımlamayan bu ilk birey mimarlar, çağdaş anlamda yeni bir mesleki zümrenin oluşmasında öncü rol oynarlar. Devlet destekli klasik saray mimarlarının majör projelerinden farklı olarak, büyük bölümü dar kent parselleri içerisinde çalışan apartman mimarları sivil mimariye yön verirler. İmparatorluğun Batılılaşma dönemine girmesi, Tanzimat Fermanı'nın tanıdığı kültürel haklar ve 1870 Pera yangınından boşalan arazilerin yeni hayat tarzının konut tipi olan apartmanlaşmaya açılmasıyla İstanbul'un kentsel kimliği, yarım asır gibi kısa bir sürede Avrupa-Osmanlı sentezinden doğan mimarların yapılarıyla adeta baştan oluşturulur.

Şehre ne oldu?

Kimdi bu mimarlar? Bu sorunun tam bir cevabı yok. Serttaş, tüm çalışmalarında olduğu gibi 'Bu şehre ne oldu ve ne olacak. Ben bunu bilmek istiyorum' düsturuyla çalışıyor. Sergi de ne olduğunun bir cevabı gibi. Ermeni mimarların ünü yaygındır. Fakat Balyanlar da dahil olmak üzere hiçbirinin anıt mezarı yoktur. Serttaş, sergiyi bir anıt mezar olarak tanımlıyor.

EMİNÖNÜ'NDE YAZITLAR ÇİFT DİLLİ

Mimari yazıtlara göz atarken şehrin o dönemki sosyokültürel yapısını da anlamak mümkün. Yazıtlar, eğer Beyoğlu'ndaki bir binadaysa mutlaka Latince yazılıyordu. Bazılarında ise Rumca'ya yer veriliyordu. Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca gibi örnekler bile varken ülkenin resmi diliyle yazılan bir yazıt yok. Sarayı sınırlarında bulunduran Eminönü ve Sirkeci'de ise neredeyse tüm yazıtlar 2 dilli. O dönemde binalara büyük bir övünçle yerleştirilen isimlerin bir bölümü sonradan imha edildi, bir bölümü ise yapılar üzerinden tesadüfen yaşamaya devam etti.

Bu mezarlığın dini yok 

Temas edilebilir, aralarında dolaşılabilir, ölmüş mimarlar mezarlığının dini de yok. Müslüman, Katolik, Rum, Ermeni İstanbullu mimarların mezarlığı burası. Normal mezarlıktan biraz farklı. Taşlar düşey olarak yerleştirilmiş, hepsi aynı yöne bakıyor. Güçlü bir zümrenin hafızasını taşıyan sergideki mezar taşları yani mimar yazıtları orijinali ölçülerinde yeniden Bizans taşından yapıldı. En önemlisi fotoğrafları çekilen bu yazıtlar, artık dijital ortamda saklanıyor. Sergi mart ayında kapanacak. Serttaş, bu tarihten sonra mezarlığa yeni bir bahçe bulmanın şart olduğunu söylüyor. Sergiye paralel olarak lansmanı düzenlenecek olan 'Issız Kent Üçlemesi' başlıklı kitabında Serttaş, farklı metodolojiler üzerinden aynı tarihsel problematiği çözümlemeye çalıştığı 3 farklı projesinin arka planını okuyucuyla paylaşıyor. Kimsenin Olmayan Hayatlar, Kimsenin Olmayan Binalar ve Kimsenin Olmayan Fotoğraflar, şehirde var olan suçun ve sorunun ta kendisi olarak adlandırılıyor.

*** 

Kaynak: Aysel Yaşa - YENİ ŞAFAK, 01.Şubat.2014, Sayfa: 10