16 Şubat 2014 Pazar

Binalar da Konuşur: Mimarlar Mezarlığı / Seçil Kalendaroğlu - BANTMAG


Binalar da Konuşur: Mimarlar Mezarlığı

Seçil Kalendaroğlu 

For LINK

Taş, beton, çelik, cam, ahşap nasıl yapılmış olursa olsun Ruskin'in de söylediği gibi binalar daima konuşur. Kendi hikâyeleriyle var olmalarının yanı sıra bir sokağın, bir caddenin hatta bir şehrin hatıralarını üstünde taşır. Bir yapının inşa edilmesiyle tamamlandığını düşünürken o aslında yaratıcılarının bile izlerinin kaybolacağı yeni hikâyelere sürüklenir. Yıllar içinde yolunun geçtiği, karış karış dolaştığı sokaklardaki binaların hikâyelerinin peşine düşen Tayfun Serttaş'la yeni açılan sergisi Mimarlar Mezarlığı'nı konuştuk.


Mimarlar Mezarlığı fikri nasıl oluştu, araştırma aşamasında ve sergiyi hazırlama sürecinde seni güdüleyen faktörler neydi?

Mimarlar Mezarlığı geçmişi öğrencilik yıllarıma dayanan, on seneyi aşkın bir birikimin sonucu. Kentsel mekanı bir arşiv gibi kullanarak, herhangi bir harita ya da kaynağa başvurmaksızın - ki mümkün değil - rastlantılar üzerinden olgunlaşan bir birikim. İlk gerçek mimar bireyler; basitçe, yaptığı yapıları kendi eseri olarak tanımlamaya ihtiyaç duyan ilk mimarlar 19. yüzyıl son çeyreğinde ortaya çıkıyor. Önceki dönemim anonim mimari anlayışının aksine onlar, yaptıkları binanın üzerine isimlerini yazan mimarlardı. İlk kez ‘bu yapıyı ben yaptım’ biçiminde bir iddiayı gündeme taşıyabilen, mesleki iddiaları üzerine yaşam tarihlerini bina edebilen bu ilk kişilikler, mimari alanda serbest kapitalist üretim ilişkileriyle bağlantıya giren ilk topluluk. Aynen bir sanat yapıtını imzalar gibi, üretimleriyle kişilikleri arasında açıkça bağlantı kuruyor ve bireysel tasarım iddialarını kamusallaştırıyorlardı... Onlara duyduğumuz kişisel merak, günümüz tartışmalarına eklemlenince kendiliğinden proje netlik kazanmış oldu. 

Le Corbusier'in "yaşama makinesi" diye tarif ettiği evlerin, binaların  yaratıcılarının kaybolması, belleklerinin silinmesi senin için ne ifade ediyor?

Her şeyden önce bugün ile ilişki kurmamı ve bugünün dinamiklerini kavramamı zorlaştırıyor. Örneğin Tanzimat dönemi bugüne çok benzer. Kentte olağanüstü bir para var, görülmemiş yatırımlarla İstanbul’un kentsel kimliği yarım asır gibi kısa bir sürede adeta baştan yaratılıyor, sözde tanınmış kültürel haklar, diğer yanda ise parçalanmanın eşiğinde bir devlet var. Kentsel zenginlikle gelen kutuplaşma, İstanbul merkezli olarak tüm bir imparatorluğun sonunu hazırlıyor... Cumhuriyet’in kurulması ile birçok alanda olduğu gibi mimari alanda da bir kesinti yaşandı. Önceki modernitenin mimari birikiminden miras alınmaksızın, Birinci Ulusal Mimari akımıyla birlikte bu alan adeta fethedildi. Mimar kavramının ulus kimliği üzerinden inşa edilmesi, yüzyılları bulan sivil mimari birikimin ve aktörlerinin toplumsal hafızadan tamamen silinmesiyle sonuçlandı. Bugün İstanbul’un 19. yüzyıl modernleşmesine ev sahipliği yapmış mahallelerinde kendinizi başka bir dünyada gibi hissetmenizin nedeni budur. Halbuki onlar lokal yapılardır ve buranın kültürel mirasını tanımlarlar. Bu kopuş alfabeden müziğe dek birçok alan için söz konusu. Bunun sonucunda içerisinde kendinizi tarif etmenizin mümkün olmadığı, tüm referansların elinizden alındığı bir tür katatoni, bir tür kültür-kimlik şizofrenisi dayatılıyor... Yüzleşme, bu açıdan önemli.   

Her şeyin mekanik bir seri üretime dönüştüğü bir ortamda mimarlık hakkında ne düşünüyorsun, şehircilik sence bir yanılsama mı?

Şehircilik değil, ama günümüz şehirciliğinin dayandığı nedensellikler dizisi bir yanılsama. Bugün şehirlere kültürel haritası üzerinden değil, felaket senaryoları üzerinden şekil veriyoruz, bu da kent ile aramızdaki ruhsal iklimi bozuyor. Sözde ‘trafiği rahatlatmak’ gibi bir gerekçeyle kentin bir kısmı yıkılabiliyor. Trafik elbette rahatlamıyor, yıkılan yıkıldığı ile kalıyor, yıkıntının kenarında senin evin kalıyor, bahçen otoban olmuş... Kente salt pragmatist nedenlerle yaklaşmak, kentsel kültürü ve kent sakinlerinin mekansal alışkanlıklarını alt üst ediyor. Halbuki her kentin kendine özgü değerler sistemi vardır ve siz bu sistematik içerisinde kente dahil olursunuz. Son yarım asırdır istanbul’a yapılan müdahalelerin tümü rant, kaos ya da siyasi nedenlidir, kimse de çıkıp kent kimliğine katkıda bulunmaktan söz etmiyor. Hele ki örneğimiz İstanbul gibi içinde bulunduğu ulus devletin dayattığı kimlik kriterlerine uymayan bir kent ise, sonuç felaket oluyor.

19 Ocak'ta Hrant Dink'in ölüm yıldönümünün 7. yılında Paris'teydin. Bize biraz oradaki yansımalarını ve duygularını anlatabilir misin?

Daha önce dünyanın farklı noktalarında 24 Nisan anmalarına katıldım, ancak 19 Ocak’ı ilk kez yurtdışında geçirdim. Bunun da nedeni o tarihte takvimimi aylar öncesinden İstanbul’da olmak üzerine ayarlamamdı. Fakat bu kez özel bir durum söz konusuydu.. Paris, Türkiye kökenli Ermenilerin yoğun yaşadığı bir kent, bu bağlamda belli bir bilinç oturmuş durumda. Beni asıl memnun eden ise Türkiye kökenli Türklerin ve Kürtlerin katılımının fazlalığıydı. Konu Hrant Dink olduğunda, aramızdaki sözde kimlik farklarının, ortak coğrafya üzerinden nasıl da zenginliğe dönüşebileceğinin kanıtıydı Paris’teki anma. Uzakta olmanın yarattığı dayanışma ruhu, İstanbul’dakini aratmayacak bir tür kenetlenme sağladı. Aramızda onlarca senedir Türkiye’yi gör(e)meyenler vardı, yalnızca Hrant’ı anmadık, hasreti paylaştık.

Ocak - Mart 2014 döneminde Cite Des Arts'ın  konuğu oluyorsun, Cite Des Arts nedir ve orada nelerle karşılaştın bahseder misin?

Cite Des Arts, Fransa’nın en köklü ve büyük misafir sanatçı programının yürütüldüğü kurumun adı. Türkiye’den İKSV iki sene kadar önce bu kurumdan Türkiyeli sanatçılar için 20 seneliğine bir stüdyo kiraladı. Böylelikle, başvuruyu kendi anadilimizde yapabileceğimiz olağanüstü bir fırsat doğmuş oldu. Bugüne değin bu gibi programlara katılmak, ancak yurtdışındaki kurumlarla iletişime geçerek mümkündü. Avrupalı kurumların ruh kurutan prosedürleri, kendinizi dilediğinizce ifade edememek, Ortadoğulu olmanın yarattığı önyargılar, birçok sanatçıyı bu programlardan soğutmuştur... Türkiye merkezli bir kurumunun bu hizmeti İstanbul’dan sağlıyor olması çok ilgimi çekti ve derhal başvurdum. Genel yargının aksine ben Paris’i severim ve Fransızlarla iyi anlaşırım. Şu sıra banliyöleri geziyorum ve vaktimin büyük bölümünü metroda geçiriyorum. Kendime haritalar çizip, en bilmediğim duraklarda inip, tekrar biniyorum... Paris metrosu bir metrodan fazlası, kente dair sosyal ve sınıfsal şifrelerin çözüldüğü bir ara mekan. Her kentin böyle bir ikinci katmanı yoktur. “Parisian Subway” üzerine elbet bir şeyler çıkacak...  

Zamanının kıymetini bilen ve üretici bir sanatçısın bundan sonrasına dair projelerin, fikirlerin neler?

Türkiye’deki ticari galerilerle çalışmayı bir süre önce bıraktım. İşin o aşamasından mutlu olmadım ve mutlu hissetmediğim bir süreç sanat ile aramdaki mesafeyi bozma noktasına geldiğinde, bir tercih yapmak zorundaydım. Bu nedenle önümde senelik bir sergi programım yok. Projelerimi bir süre daha non-profit tabir edebileceğimiz, kar amacı gütmeyen kurumlarla yürütme niyetindeyim ancak bu kurumların Türkiye’deki azlığı imkanları kısıtlıyor. Gelecek projeler var elbet, gücüm yettiğince onları ayağa kaldıracağım ama bunun için eskisi kadar mücadele etmeyeceğim. Şu sıralar pratiğimi paylaşmanın farklı mecralarını araştırıyorum, bu da beni kamusal mekana yaklaştırıyor. 

Kaynak: 'Binalar da Konuşur: Mimarlar Mezarlığı'  
Seçil Kalendaroğlu / BANTMAG Şubat 2014

Hiç yorum yok: