20 Aralık 2011 Salı

Semt-e Veda

İstanbul'un onca semti sokağı dururken, neden senle yaşarım şimdi bunu bir çırpıda izah etmem çok zor. Say ki sen düşenin dostuydun ya hani bu acımasız şehirde, düşenleri de sevdiğimden olsa gerek, bir sabah ansızın görünce sökülmüş kapıların pencelerin, bir sancağı düşmüş gibi geldi istanbul'un, düşündüm, sen düşünce kim olacak dostun diye? Kaybettim gibi geldi, arka balkonumdan bir semtin tüm uzuvlarının teker teker sökülüşüne tanık olurken... İstanbul diye bir şehir varsa, sen vardın diye var, gibi geldi bugün. Bu gece senin için bir şarap seçtim en koyusundan, yağmura aldırış etmeden vedalaşasım geldi, leopar bornozumla, çıkıp ağlayasım arka balkonumdan. Son kez hazırlandım sana. Gözlerimin önünde düpedüz yok olurken şimdi sen, karşı kıyında geriye bir tek ben kalmışım gibi geldi. Çok yalnız hissettim bugün, çok yağmalanmış.

Halbuki ben daha Tarlabaşı'nı yazacaktım...

Asla unuttuğumdan değil, yaralı, yorgun, karmaşık, değişken ve derin oldukları için hiçbir zaman tam kavranamayan insanlar, için için benzemekten çok korktuğumuz karanlık geçmişli bir aile ferdi, karşılıklı çok fazla hırpalanmış eski sevgililer gibi, Tarlabaşı'nı ancak ona karşı biraz mesafe edindikten sonra değerlendirebilecektim. Karşı kıyısında bir derin mola verecektim, daha... Sanki ona hiçbirşeycikler olmazmış gibi. 6 Eylül 1955 sabahından beri semtin duvarlarından temizlenemeyen savaş izlerini, Dalan dönemiyle kalbine hançer vurulan bu eski sokakların ana karadan ayrılıp bir vahaya dönüşünü, o vahanın sultanlarını, saltanatını, saraylarını yazacaktım. Bir semtin üzerinden yükselen dumanların ve sokakları arasına gerilen çamaşırların nasıl olup da post-modern zamanların en tutkulu efsanesine dönüştüğünü, Viyana Otel'in arasındaki penceresinden tüm şehrin yeni yetmelerine ot servis eden namı değer Hala'yı, Şaşı Gül'ün birbirinden cengaver façalı yosmalarını, Biricik Anne'nin güzellik salonunda saçlarımın yarısını kaybettiğim geceyi, Kanat Anne'nin 6 yaşındaki oğlunu nasıl sobada yaktığını, Bahriyelin alt katında çalarken Alevi Türkücü avaz avaz boynuma sarılıp bir öpücük konduran zenci güzelini, Sakız Apartmanı'nın sabahı hiç gelmeyen ikindilerini, tenhalarında Kürtçe ağlayan oğullarını, içi kan ağlayanları, kapkaçcı Cemal'in travesti genelevine düşen sevgilisi Beyaz Hafize'yi, Ali Bey Apartmanı'nın duvarlarında senin uğruna kırdığım bira şişelerini, Osep'in 45 kediyle paylaştığı o odayı, biricik köpeğini oduncu sevgilisine bırakıp ölüm yolculuğuna çıkan Vera'yı, sonra o köpeğin nasıl bir sabah benim kapımdan girdiğini, Beyoğlu'nun pahalı sokaklarındaki ihtişamlı hayatlarını bırakıp buraya döndüğünü iddia eden diğer fahişeleri, Madi Canan'ın 50 yıldır değiştirmediği meçini hangi perukçudan satın aldığını, en iyi torbacımın bir sabah nasıl aniden paketlendiğini, bu olayın gerçek müsebbiplerini, her gözgöze gelişimizde bana göz kırpan Kadın Çıkmazı'nın köşesindeki polisi, birgün aynı polisi "günde 100 yarrak yiyorum oğlum ben, sen kimi sikmekle tehdit ediyorsun!" diye sokağın ortasında dövüveren Japon Aysel'i, dişsiz taksicinin bir apartmanın terasında gizlice topladığı bakırları, o bakırları gerçekte kimin çaldığını, Kör Ekrem'in gözünü şişleyen çete mensuplarını, Mark'ın Sakızağacı için yaptığı Almanca blogu, semt pazarını mesken belleyen beyaz örtülü kadınları, o kadınların bana zorla isot biberi aldırdıklarını, tüm semtin hafızasını köhne dükkanında toplayan eskici Osman'ı, Osman'ın metresini, diğer metresleri, pezevenkleri, orospu çocuklarını, kapkaçcıları, tinercileri, ibneleri, gavatları, zürafaları, vebalarını, frengilerini, virüslerini, torbacılarını, tombalacılarını yazacaktım daha senin. Kendisini en çok senin sokaklarında güvende hissedenleri, hane belledikleri o mahrem sokakları dışarıdan bakanların neden hiç anlayamadıklarını. Oturup bir bir anlatacaktım, sana sığınanları.

Sonra hepsi terkettiler.

Karşı kıyıdan izlerken hayalet silüetini, koca bir savaş meydanından geriye kalmış son asker gibi, ürkeğim şimdi. Senin hafriyatlarında bu şehrin son büyük cenazesi kalkacakmış gibi, sen bitince bitecek gibi geldi bugün, bir şehrin efsanesi. Çok derin alıp verdim nefesimi, yetmedi, hava yok gibi geldi, yağmur bedenimi deliyor gibi, sonra tekrar içeriye kapattım kendimi.

Kalakaldım.

Hiç yorum yok: